Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Ak Gemi

Cengiz Aytmatov

Ak Gemi

Cengiz Aytmatov’un 1970 yılında yayımlanmış, çocuk gözüyle büyüklerin dünyasına bakışı, Türk söylenceleri ve güçlü Kırgız geleneğiyle buluşturmuş bir öykü Beyaz Gemi.

 

Dede, torun ve doğa ilişkisi izleğinde kurgulanan öykünün, Kırgız Türkçesindeki adı, Ak Keme. Ak sözcüğü Türkiye Türkçesinde de yaygın olarak kullanılmasına karşın, Arapçadan dilimize geçen beyaz karşılığı seçilmiş ve çeviriyle aynı söz farklıymış algısı oluşmuş. Ne yazık ki bu türden çeviri yanlışları, özellikle Türk topluluklarının yapıtları arasındaki aktarımlarda sıkça karşılaşılan, duyarsızlıkla artan olumsuzluklar.

 

Yazıldığı dönemde Sovyet düzenine ilişkin göndermeler içerdiği bahanesiyle seçkinlerce çok eleştirilen öykü, Kırgız Türk’ü oyuncu, yazar ve yönetmen Bolotbek Şamşıyev tarafından, 1975 yılında sinemaya uyarlanmış. Ak Gemi, çocuk oyuncu oynatmanın zorluklarına karşın, yönetmenin başarılı seçimleriyle izleyicilerin beğenisini kazanmıştır. Öykünün, tüm eleştirleri boşa çıkaran güçlü kültürel yapısı, uyarlama diline de katkı sağlamış ve kurmaca, Kırgız Sinemasının önemli yapıtları arasında kendine yer bulmuştur.

 

Cengiz Aytmatov, öykünün, herkesi şaşırtan sonuna ilişkin yapılan eleştirilere verdiği yanıtta, biçeminin oluşmasına katkı sunan, Kırgız halkının uzun ve kesintisiz kültür aktarımıyla koruduğu yapının da ipuçlarını veriyor:

 

“Ak Gemi’de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul’un değildir. Eleştirmenler burada yanılıyor, kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikayenin yazarı olarak bunda direniyorum.

 

D. Starikov, yazısında, çocuğu koruyabilecek gerçek güçlerin varolduğunu söylüyor. Elbette böyle güçler olmasaydı, durum çok, ama çok üzücü olacaktı. Bunun içindir ki çocuğun ölümü bu derece inanılmaz, dayanılmaz bir hal alıyor. Bazı okuyucular, yazar çocuğun geleceğini daha tatlı bir sona bağlayamaz mıydı? diye soruyorlar. Hayır, ben burada serbest davranmış değilim. Sanat düşüncesinin mantığı budur. Su mantığın yönetimi ne yazık ki yazarın elinde olmayan prensiplerdir.

 

Bir okuyucum bana yazdığı mektupta dediği gibi, Orozkul’u tutuklatamazdım; Mümin Dede’ye emekli maaşı bağlatarak bir huzur evine gönderemezdim; çocuğu şehirde bir yatılı okula yerleştiremezdim. Bu davranış çok iyi olurdu elbette, ama, kötülüğün de bir genel affa uğratılması demek olacaktı. iki yoldan birini seçmem gerekiyordu: bu hikayeyi yazmak ya da yazmamak. Yazmak ancak böyle olurdu. Bir başka yazar belki başka türlü yazardı.”

Beyaz Gemi'den...

Boynuzlu Maral Ana

 

O sırada taygada tuhaf bir kuş çıkmış ortaya. Bu kuş, geceleri sabaha kadar insan sesi şarkı söyler, acı acı ağlar, daldan dala sekerek seslenirmiş: “Bir felaket geliyor, korkunç bir felaket geliyor!” dermiş.

 

Ve bir gün korkunç felaket gelip çatmış.

 

O gün, Enesay kıyısında, Kırgızlar, ölen yaşlı başbuğlarını gömüyorlarmış. Uzun yıllar Kırgızları yöneten batır Kulçe, nice nice seferler düzenlemiş ve her savaştan sağ çıkmış, zafer kazanmış. Ama sonunda ecele yenilmiş. Kırgızlar, başbuğları için iki gün yas tutup ağladıktan sonra üçüncü gün onu gömmeye karar vermişler. Eski bir geleneğe göre, başbuğlarını bu son yolculuğunda, Enesay boyunca, yarlardan, uçurumlardan, yüksek yamaçlardan geçiriyorlarmış. Böylece ölenin ruhu, ana nehir Enesay ile vedalaşırmış. ‘Ene’ ana demektir. ‘Say” ise su, nehir anlamına gelir. Enesay da ‘Ana Nehir’ anlamına gelir. Bu yolculukta, ölenin ruhu Enesay türküsünü son bir defa daha söylermiş:

 

Senden geniş nehir var mı Enesay?

Senden aziz vatan var mı Enesay?

Senden derin bir dert var mı Enesay?

Senden özgür olan var mı Enesay?

Senden geniş bir nehir yok Enesay,

Senden aziz bir vatan yok Enesay,

Senden derin bir dert de yok Enesay,

Senden özgür özgürlük yok Enesay.

 

Yine geleneğe göre, mezar olarak seçilen tepede, açık çukurun başında, batırın cesedini başları üzerine kaldırır ve ona dünyanın dört yanını gösterirlermiş: “Bak, bu senin nehrin! Bak, bu senin göğün! Bak, bu senin toprağın! Bak, bu da biziz, seninle aynı kökten gelmiş olan biz Kırgızlar. Hepimiz seni uğurlamaya geldik. Huzur içinde yat!” Ve, gelecek nesiller yerini bilsin diye, mezarın başına büyük bir anıt-kaya dikerlermiş.

 

Ölüyü gömme günü, Kırgızların bütün çadırları nehir boyuna dizilirmiş. Böylece her aile, cenaze geçerken onu çadırının eşiğinden görür, saygıyla eğilerek selamlar, hıçkıra hıçkıra ağlayarak beyaz yas bayrağını yere indirirmiş. Sonra o da cenaze alayına katılır, sonraki çadıra gelince orada da aynı şey olur, ağlar dövünürlermiş. Böylece mezara kadar bütün çadırların önünden geçirirlermiş cenazeyi…

 

O sabah bütün hazırlıklar bitmiş, güneş her zamanki gibi yolculuğuna çıkmıştı. At kuyruğundan yapılmış tuğlar dalgalanıyor, batırın kalkanı, zırhı, mızrağı da taşınıyordu. Atının üzerinde bir yas örtüsü vardı. Kerneyciler savaş borularını, davulcular davullarını çalmaya hazırdılar. Öyle çalacaklardı ki tayga yerinden oynayacak, yer-gök sarsılacak, kuşlar ciyak ciyak bağırarak havalanıp bulut gibi gökyüzüne çıkacak, vahşi hayvanlar böğüre böğüre sık ağaçlıklara kaçacak, otlar yerlere yapışacak, dağlar yankı yankı uğuldayacaktı. Ağıtçı kadınlar başlarını açıp saçlarını dağıtmışlardı ve onlar da Kulçe Batır için ağıt okumaya hazırdılar. Yiğitler diz çökmüş, tabutu kaldırmak için bekliyorlardı. Herkes, herkes hazırdı ve cenazenin kaldırılmasını bekliyorlardı. Orman kenarına bağlanmış kurbanlık dokuz kısrak, dokuz boğa ve dokuz kere dokuz koyun kesilmek üzere bekletiliyordu.

 

Hiç beklenmedik olay işte o zaman oldu. Enesaylılar birbirleriyle ne kadar kanlı bıçaklı olurlarsa olsunlar, bir başbuğun cenaze töreninde komşularına saldırmazlardı.

 

Ama o gün, düşman komşulardan biri, hiç görünmeden Kırgız ordugâhını kuşatmıştı. Birden ve her yandan hücuma geçtiler. Hiçbir Kırgız altına binecek, kılıç kuşanacak vakit bulamadı. Görülmemiş derecede korkunç bir soykırım başladı. Düşman cesur, savaşçı Kırgızları yok etmek için böyle bir günü fırsat bilmiş, böyle bir kalleşlik etmişti. Hepsini, hepsini öldürdüler Kırgızların. Hiçbiri sağ kalıp bu olayı hatırlamazsın, kalleşliklerini duyurmasın ve öç almaya kalkışmasın, törelere aykırı bu olay unutulup gitsin, bütün izler savrulan kumlar arasında yok olup silinsin istiyorlardı. İşte böyle yaptılar… Yaptılar ama…

 

Bir adam dünyaya getirmek ve onu yetiştirmek çok uzun zaman ister. Ama onu öldürmek çok kolaydır. Bir anda öldürürsün. Kırgızların bir çoğu kılıçtan geçirilmiş kanlar içinde yatıyordu. Birçoğu da kılıç ve mızrakdan kaçıp kendilerini Enesay’a atmış, boğulmuşlardı. Bu arada Enesay boyunca yamaçların ve uçurumların kenarlarına kurulmuş pek çok Kırgız çadırı alev alev yanıyordu. Kırgızların hiçbiri kaçıp kurtulamamış, hiçbiri sağ kalmamıştı. Her şey yerle bir edilmiş, yakılıp yıkılmıştı. Yaralanıp düşenleri de uçurumlardan aşağıya, Enesay’a atmışlardı. Düşman zafer çığlıkları atıyordu: “Artık bütün bu topraklar bizim! Bu ormanlar ve bütün sürüler bizim!” diyorlardı

 

Zengin ganimetlerle çekilen düşman askerleri ormandan çıkıp gelen biri kız, öteki erkek iki çocuğu fark etmemişlerdi. Bu iki afacan, büyüklerini dinlemeyip, sabahın erken saatinde ağaç kabuğu toplamak ve sepet örmek için gizlice ormana gitmişlerdi. Güle oynaya hiç farkına varmadan ormanın ta içlerine dalmışlardı. Bir süre sonra, dövüş, hay huy sesleri ve çığlıklar duyunca, koşa koşa geri döndüler, ama hiçbir canlıyla karşılaşmadılar. Ne babalarını sağ buldular ne analarını, ne abilerini, ne de ablalarını. Soyları sopları, kimseleri yoktu artık. Ağlaya ağlaya ata-baba yurduna döndüler. Bir kül yığınından öbür kül yığınına koştular ve tek canlıya rastlamadılar. Bir saat içinde öksüz kalıvermişlerdi. Şimdi dünyada yapayalnızdılar. Ta uzaklarda bir toz bulutu yükseliyordu. Kanlı baskınından sonra onların hayvanlarını sürüp götüren düşmanlardı, bu toz bulutunu kaldıranlar.

 

Çocuklar hemen o toz bulutunun ardına düştüler. Ağlaya ağlaya acımasız düşmanlarına bağırıyor, onlara yetişmeye çalışıyorlardı. Ancak çocukların yapacağı bir şeydi bu: Katillerden kaçıp saklanacakları yerde onlara yetişmeye, onlarla birlikte gitmeye çalışıyorlardı. Yeter ki yalnız kalmasınlar, bu lanetlenmiş yerden uzaklaşsınlardı. İki çocuk el el ele tutuşarak soyguncuların ardından kendilerini de götürmeleri için yalvarıp yakarıyorlardı. Ama o kargaşada, atların kişnemeleri ve toynak gürültüleri arasında onların cılız seslerini kim duyabilirdi?

 

Yavrucaklar umutsuzca koşmaya devam ettiler ve sonunda yorgunluktan oldukları yere yığılıp kaldılar. Öyle büyük korku içindeydiler ki, çevrelerine bakmaya, kımıldamaya bile cesaret edemiyorlardı. Sonra birbirlerine sıkı sıkı sarılarak derin bir uykuya daldılar.

 

Boşuna dememişler “Öksüzün talihi açık olur” diye!! Geceyi sağ salim geçirdiler. Vahşi hayvanlar onlara dokunmadı, orman ejderhası onları kaçırmadı. Gözlerini açtıkları zaman sabah olmuş, güneş parlıyor, kuşlar şakıyordu. Kalkıp yine soyguncuların izine düştüler. Yol boyunca çeşitli meyve ve bitti kökü toplayarak yediler. Az gittiler, uz gittiler ve üçüncü gün bir dağın tepesine ulaştılar. Oradan bakınca aşağıda, yemyeşil bir çayırda büyük bir şölen verildiğini gördüler. Ne kadar çadır vardı orada? Sayısız. Ne kadar ateş yanıyordu? Sayısız. Ne kadar adam vardı? Sayısız. Kızlar türkü söyleyerek salıncakta sallanıyor, pehlivanlar seyircileri eğlendirmek için kartal gibi dalış yaparak birbirlerini yere çarpıyorlardı. Bunlar, zaferlerini kutlayan düşmanlardan başkası değildi.

 

Tepenin başında ayakta duran oğlan ve kız, bu insanların yanına gitmeye cesaret edemiyorlardı. Ama açtılar. Burunlarına gelen kızarmış et, taze et ve yabani soğan kokusu dayanılacak gibi değildi.

 

Sonunda dayanamayıp dağdan aşağı indiler. Şölendekiler onları görünce pek şaştılar ve hemen başlarına toplanıp sorular sormaya başladılar.

  • Kimsiniz siz? Nereden geliyorsunuz?
  • Karnımız çok aç, bize yiyecek verin, dedi çocuklar.

Konuşmalardan çocukların kim olduklarını hemen anlamışlardı. Kendi aralarında bir ağızdan konuşmaya, bağrışıp çağırmaya başladılar. Anlayamıyorlardı: Düşman soyun bu kılıç artıklarını hemen orada öldürsünler mi, yoksa hanlarına mı teslim etsinler? Anlaşamadıkları nokta bu idi. Onlar tartışa dursun, iyi yürekli, merhametli bir kadın, çocukların eline birer parça haşlanmış at eti tutuşturdu. Çocukları yaka paça, ite-kaka hanın huzuruna götürürlerken, onlar ellerindeki yiyeceği bırakamıyorlardı. Önünde gümüş baltalı muhafızların beklediği büyük, kırmızı bir otağa doğru götürdüler onları.

 

İki Kırgız çocuğunun çıkageldiği haberi karargâhta büyük bir endişe ve heyecan uyandırdı. Nereden çıkmış, nasıl gelmişlerdi? Ne demek oluyordu bu? Oyunlarını, şölenlerini bırakanlar, koşup Han otağının önünde toplandılar. Han, en büyük, en ünlü kumandalarıyla, kar gibi beyaz keçelerin üzerinde oturmuş, bal karıştırılmış kımızını içiyor, bir yandan da kendisini öven şarkıları dinliyordu. Kalabalığın geliş sebebini öğrenince hiddetle köpürdü: “Ne cesaretle rahatsız ediyorsunuz beni? Sonuna kadar bütün Kırgızları öldürmemiş miydik? Ben sizi Enesay ülkesinin ebedî sahibi yapmadım mı? Sizi korkaklar sizi! Şu korktuklarınıza da bakın hele! Hey Çopur Topal Nine, buraya gel!”

 

Topal ve çopur ihtiyar kadın, kalabalığın arasında kendine yol açıp önüne gelince onu emretti:

-“Al bunları, taygaya götür, öyle bir şey yap ki onlarla birlikte Kırgız soyu da yok olup gitsin! Adları, insanları, izleri bile kalmasın! Haydi ihtiyar Topal Çopur, buyruğumu yerine getir…” ”

 

Topal Çopur yine sessizce boyun eğdi ve sonra küçük kızla küçük oğlanı ellerinden tutup oradan çıkardı. Orman içinde az gittiler uz gittiler ve sonunda, Enesay’ın kıyısında, çok derin bir uçurumun başına gelip durdular. Topal Çopur kadın, çocukları uçurumun kenarına getirip yan yana durdurdu. Onları o uçurumdan aşağı itmeden önce şöyle konuştu:

-Ey büyük Enesay, ey ulu nehir! Eğer senin derinliklerine bir dağ atsalar, o dağ orada bir taş gibi kaybolup gider. Eğer yüz yıllık bir çam ağacını atsalar, onu bir çöp gibi aparırsın! Senin için iki kum tanesi gibi olan şu iki insan yavrusunu kucağına kabul et. Bu yavrulara bu dünyada yer yok artık. Bunu ben mi sana söyleyeyim Enesay? Eğer yıldızlar insan olsa, gökyüzü onlara dar gelir, sığmazlardı. Eğer balıklar insan olsa, nehirler ve denizler onlara yetmezdi. Bunu ben mi sana söyleyeyim Enesay! Al onları, apar onları! Varsın onlar körpecik iken, temiz yürekli, kötü emeller ve kötü niyetlerle lekelenmemiş iken, temiz vicdanları insanların çektiği azaplarla dolmadan, kendileri de başkalarına acı çektirmeden, bizim iğrenç dünyamızı terk etsinler! Al bunları, apar bunları ey Enesay!…

 

Oğlanla kız hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Uçurumdan aşağı bakınca gözleri kararıyor, korkudan irkiliyorlardı. Bu durumda ihtiyar kadının söyledikleri kulaklarına girer miydi hiç! Nehrin dalgaları çağıl çağıl, oğul oğul akıyordu. Çopur Topal Nine çocuklara:

  • Haydi yavrularım, son bir defa kucaklaşıp vedalaşım, dedi. Böyle derken, ikisini birden kolayca itebilsin diye kollarına sıvıyordu. Konuşmaya devam etti: Beni bağışlayın sevgili yavrularım… Ee, ne yapalım, kaderiniz böyleymiş. Bilesiniz ki asla isteyerek yapmıyorum bu işi… Ama sizin iyiliğiniz için böylesi…

İhtiyar kadın cümlesini bitirmeden yanı başlarında bir ses duyuldu:

  • Bekle ey ulu bilge kadın! Bu günahsız yavruların canına kıyma!

 

Topal Çopur Nine ardına dönüp baktığı ve gözlerine inanamadı: Şaşakalmıştı. Çünkü orada durup konuşan bir ana buğu (maral) idi. Hüzün dolu kocaman gözleriyle sitemli sitemli bakıyordu ona… Süt gibi beyazdı. Karnının altı ise yavru deveninki gibi saçak saçak boz yünlerle kaplıydı. Boynuzları güzel, görkemliydi: Sonbahar ağaçlarının dalları kadar çok ve büyüktü boynuzunun çatalları. Memeleri, bebekli kadının memesi gibi temiz, dolgun ve kaygan idi…

  • Sen de kimsin? Niçin insanların diliyle konuşuyorsun? dedi Topal Çopur Nine.
  • Ben ana Maral’ım. Maralların Anası. İnsanların diliyle konuşmazsam ne dediğimi anlamaz, beni dinlemezsin.
  • Peki ne istiyorsun Ana Meral?
  • Serbest bırak bu çocukları ey ulu bilge kadın. Onları bana ver.
  • Ne yapacaksın onları?
  • İnsanlar ikizi mi, iki küçük yavrumu öldürdü. Bu çocukları evlat edineceğim.
  • Onları emzirmek, sütünle beslemek mi istiyorsun?
  • Evet, ulu bilge yaratık.

Topal Çopur Nine katıla katıla gülerek yine sordu:

  • İyice düşündün mü Maral Ana? İnsan yavruları bunlar, insan! Büyüdükleri zaman senin yavrularını öldürürler!
  • Hayır, büyüyünce benim maral yavrularımı öldürmezler. Ben onların anaları olacağım, onlar da benim çocuklarım. İnsan öz kardeşlerini öldürür mü?

Topal Çopur Nine acı acı başını salladı:

  • Öyle deme Maral Ana, insanları tanımazsın, orman hayvanları şöyle dursun, birbirlerini öldürmekten bile çekinmez onlar. Sözlerimin doğruluğunu anlayasın diye bu çocukları sana verirdim, verirdim ama insanlar bu çocukları da öldürürler. Ne diye çekeceksin böyle büyük bir acıyı?
  • Onları hiç kimsenin bulamayacağı uzak bir ülkeye götüreceğim. Acı bu yavrulara ulu bilge kadın. Serbest bırak onları. Memelerim dopdolu. Sütüm, yitik yavrularım için ağlıyor! Sütüm, yavru! yavruu! diye hasretle gözyaşı döküyor!

Topal Çopur Nine biraz düşündü ve:

  • Pekâlâ, dedi, senin dediğin olsun. Al ve hemen götür bu yetimleri, bir an önce senin o uzak ülkene ulaştır. Ama, bu uzun yolculuğa dayanamaz, ölürlerse, ya da karşılaşacağınız haydutlar onları öldürürse, evlat edindiğin bu insancıklar sana nankörlük ederlerse, suç senindir bilesin.

Maral Ana, Topal Çopur Nine’ye teşekkür etti ve çocuklara şöyle dedi:

  • Bundan böyle ben sizin ananızım, siz de benim çocuklarımsınız. Sizi uzak bir ülkeye götüreceğim. Orada, ormanla örtülü karlı dağların koynunda, ılık, ıssı bir deniz var: Isık-Göl denilen bir deniz.

 

Çocuklar çok sevindiler ve Boynuzlu Maral Ana’nın yanına koştular, güle oynaya onun peşine düştüler. Ama çok geçmeden yoruldular, adım atacak halleri kalmadı. Oysa yol daha çok uzundu, dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar…

 

Boynuzlu Maral Ana onları sütüyle beslemeseydi, geceleri vücuduyla ısıtmasaydı, o kadar uzun bir yolculuğa dayanamazlardı. Gittiler, gittiler ve gittikçe eski vatan Enesay’dan uzaklaştılar. Ama yeni vatan olacak Isık-Göl’e de daha çok yol vardı. Az gittiler, uz gittiler, bir yaz, kış, bahar ve sonbahar, yine bir yaz, kış, bahar ve sonbahar, sonra yine bir kış, yaz, bahar ve sonbahar… i̇nsan ayağı değmemiş ormanlardan, kızgın çöllerden, ayak batan kumlardan, yüksek dağlardan, çağıl çağıl ırmaklardan geçtiler. Kurt sürüleri peşlerine düştü. Ama, Boynuzlu Maral Ana, çocukları sırtına bindirip yel gibi koştu ve onları kurtardı. Avcılar da peşlerine düşmüş ve “Bakın, bakın bir geyik çocukları kaçırıyor! Yakalayın! Vurun!” diye bağırıyor ve ok yağdırıyorlardı. Ama, Maral Ana evlatlarını, o davetsiz kurtarıcılardan da kurtardı. O, atılan oklardan da hızlı koşuyor ve alçak sesle onlara: “Sıkı durun, iyi tutunun yavrularım, bizi kovalıyorlar!” diyordu.

 

Sonunda bir gün Boynuzlu Maral Ana çocukları Isık-Göle ulaştırdı. Bir tepenin üzerinde çıkıp hayran hayran baktılar: Her taraf karlı sıra dağlarla, yeşil ormanlarla kaplıydı. Yeşil ormanla kaplı dağların arasından göz alabildiğine bir deniz uzanıyordu. Bu denizin koyu mavi yüzeyinde beyaz dalgalar koşuşuyordu. Rüzgâr bu dalgaları çok uzaklardan getiriyor, çok uzaklara götürüyordu. Isık-Göl’dü bu. Nereden başlıyordu? Nerede bitiyordu? Kimse bilemez. Bir ucunda güneş doğarken öbür ucu hâlâ karanlıktı. Kaç tane dağ vardı bu gölün çevresinde? Sayısız. Bu dağların ardında karlı dorukları göklere çıkan kaç tane daha dağ vardı? O da sayısız, hesapsız.

  • İşte yeni yurdumuz burasıdır, dedi Boynuzlu Maral Ana. Artık burada yaşayacak, ekin ekecek, balık avlayacak, hayvan yetiştireceksiniz. Orada, barış ve huzur içinde, binlerce yıl yaşayın. Soyunuz, nesliniz çoğalsın, her tarafa yayılsın. Sizden gelenler sizin dilinizi hiç unutmasınlar. Analarının, babalarının diliyle konuşmaktan, şarkı söylemekten zevk alsınlar. İnsan gibi yaşayın. Ben her zaman sizinle, sizin çocuklarınızla, sizin torunlarınızla beraber olacağım. Gelecek zamanlarda hep sizinle olacağım.

 

İşte böylece, bir kız ve bir erkek çocuktan ibaret olan son Kırgızlar, ebedi ve kutsal Isık-Göl’ün kıyısında, kendilerine yeni bir vatan buldular.

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız