Preloader image
İÇİNDEKİLER

Ve Elbette Lale Doğuludur!

Nurettin Şafak
nurettin şafak

Ve Elbette Lale Doğuludur!

İskender Pala’nın Kapı Yayınlarından çıkan Katre-i Matem adlı tarihi romanında, Osmanlı Devleti’nin kargaşalar içinde geçen Lale devri akıcı ve şiirsi bir üslupla okuyucuya sunuluyor.

 

Katre-i Matem İskender Pala’nın daha önce okuduğum “Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk” adlı romanındaki başarıyı bu romanında da yakaladığı görülüyor. Roman, Lale devri ve o dönemin İstanbul’unu öğretmesi bakımından ayrı bir önem arz ediyor.

 

İstanbul ve Lale. Bu iki kelimenin bir arada kullanılması Osmanlı Tarihi’nin önemli ve çok tartışılan bir kesitini akla getiriyor: Damat İbrahim Paşa, Lale Devri ve Hamam tellağı Patrona Halil isyanı. İskender Pala, bu dönemin zevk ve sefasını, aşkını, güzelliklerini, hengâmesini, başıbozuklarını, serserilerini, kabadayılarını, milletin çektiği cefa ve sefayı, koskoca İmparatorluğun üç beş baldırı çıplağın elinde ne kadar zavallı durumlara düştüğünü çok veciz ve akıcı üslupla anlatıyor.

 

Roman, kısa hikâyelerle başlıyor ve ilk başlarda bir bütünlük hissedemiyorsunuz. Ancak hikâye kahramanlarının mücadelelerinin birbirleriyle örtüşme ve çakışması sonucu romanda bir bütünlük oluşuyor ve bir solukta okuma arzusu doğuyor.

 

Kronolojik olarak roman aşklarla başlıyor; aşkı, güzelliği, zevk ve sefayı en önemlisi de dönemin simgesi olan lalenin gizemleri ile devam ediyor; devir bir isyanla kapanıp, yapılan onca güzelliklerin, mimarinin, köşk ve kasırların yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanıyor.

 

Katre-i Matem, İ’lay-ı kelimatullah aşkı ile kurulup üç kıtada Allah’ın kılıcı görevine soyunan koskoca imparatorluğun, 17’nci yüzyılda içi boş, kurumları çökmüş, ufku dar ve aciz yöneticilerin elinde nasıl lime lime döküldüğünü, çirkefleşen, bayağılaşan, her fırsatta “Şeriat Elden Gidiyor” diye ayaklanan yeniçeri güruhunun aslında ne şeriattan, ne dinden, ne imandan haberdar olan bu güruha, İkinci Mahmut dönemine kadar “dur” diyecek bir güç oluşmamış.

 

İkinci Mustafa Birinci Edirne Vakası denen, üç beş çapulcunun ayaklanması ile tahtını bırakırken, kardeşi Üçüncü Ahmet de yine aynı şekilde, Patrona Halil denen, baldırı çıplak bir tellağın başını çektiği toplam sayısı yine üç-beş yüzü ancak bulan ayak takımına teslim oluyor.

 

Lale Devri

 

Bilindiği gibi “Lale Devri” Padişah Üçüncü Ahmet’in Vezir-i Azam’ı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın, Pasarofça anlaşmasından sonra ülkeyi savaştan uzak tutarak, halkı ve özellikle de Yeniçerileri ve Saray’ı eğlenceye yönlendirmesidir. İmparatorluğun sık sık yedi düvelle savaşmaktan yorgun düşmesi, özellikle Üçüncü Ahmet’den önce Ağabeyi İkinci Mustafa’nın 2. Viyana Kuşatması’nda ağır yenilgiye uğraması ve Viyana bozgunu sonrası imparatorluğun maddi ve manevi çok güç günler geçirmesi yüzünden ordu ve halkı savaştan uzak tutacak politikalar izlenmeye başlandı. Savaşmakta olan devletler ile barış antlaşmaları yapılarak, yeniçeriler başta olmak üzere halk da zevk ve eğlenceye yönlendirilerek, İmparatorluğa “nefes alma” imkânı sağlanmış olacaktı. Ancak zevk ve sefada o derece ifrata varıldı ki, devlet bütçesi sarsıldı, halk aç, esnaf dükkânına kilit vuracak duruma düştü. Esasında zevk ve sefa, saray ve çevresi dışında kimseye de nasip olmadı.

 

Dönemin tarihi olaylarını günümüze aktarıldığı şekilde aynen ve çok akıcı bir üslupla ele alan yazar, İstanbul’un maddi ve manevi değerlerini, aristokrasisini, saray ve çevresinde olup bitenleri, zevk ve sefanın halkı nasıl perişan ettiğini, devleti çökerttiğini, külhanbeylerinin, düzenbazların halkı nasıl soyup soğana çevirdiğini, bütün bu olup bitenler karşısında devletin biçareliğini akıcı bir üslupla dile getiriyor.

 

Zevk ve sefanın odak noktasını; aşkları, güzellikleri ise(yukarda belirttiğimiz gibi) dönemin simgesi olan Lâle ile masalımsı bir şekilde ifade ediyor. Lale ile sadece ilahi aşkı değil, aşkla birlikte sevgiyi, nefreti, hırsı ve İstanbul’un büyüsü anlatılıyor. Lale öyle bir sembol oluyor ki, şair Nedim başta olmak üzere Lale’nin serencamı, necip Türk Milleti’nin tarihi ile kültürü ve inancı ile özdeşleştiriliyor.

 

Yazar, ”…Ve elbette lale doğuludur, Hıristiyanlık kadar, Musevilik kadar, İslâmiyet kadar doğuludur yani. Lale utangaçtır, taze bir gelin kadar, iltifat görmüş bir nazenin kadar utangaç yani… Lale altı yaprağı ile hercayidir, batılar ve kuzeyler kadar, alt veya üst kadar… Lale sabr- u sebatın, ölümden sonra dirilmenin adıdır yani, ekim mevsiminde ekilip nisan mevsiminde açacak kadar…” diyerek, lalenin Türk’ün çiçeği olduğunu vurguluyor.

 

Lalenin kökenini taşralı olduğunu, Türklerin de taşradan gelip şehre yerleştikten sonra hem üç kıtaya yayılan cihan devleti ile hem de oluşturdukları kültür ve medeniyet ile bütün milletlerin dikkatini çekmiş, sonra da onların gıpta ile baktıkları hüviyete sahip olduklarını anlatıyor ve şöyle diyor: ”Böylece hor görülen, yani tahkir ve tazir edilen, küçümsenen asil Türk milleti tıpkı lalenin ışığı gibi parlayarak bütün dünya devletlerinin sultanı haline gelmiş ve tek güç konumuna yükselmiştir. Çiçekler içinde lale ne ise milletler içinde Türk odur yani. Ayrıca nasıl ki lale İslam’ın remzi olmuşsa yani, Türkler de İslam’ı temsil eden bir kimliğe bürünmüştür. Türk denince İslâm, İslâm denince Türk’ün akla gelmesi işte bundandır. Çiçekler içinde lale ne ise milletler içinde de Türk odur” diyerek, Türk’ün asaletini, yüksek seciyesini, ahlâkını ve İslâmla bütünleşmesini şairane bir üslupla dile getiriyor. Lalenin gizemi anlatılırken yazarın Aleksandre Dumas’ın “Siyah Lâle” romanından etkilendiği de açıkça görülüyor. Hatta bir nevi birebir iktibas ettiğini söyleyebiliriz.

 

Alekssandre Dumas, romanda lâle üreticisinin uzun uğraşlar sonucu siyah bir lâle elde ettiğini anlatıyor. Katre-i Matem’de de güzelliği, zarafeti ve güzel ahlakı temsil eden Hafız Çelebi adlı üretici her yıl değişik renklerde lale üretiyor, öyle ki siyaha yakın koyu kahverengi lale üretimi ile zirveye ulaşıyor.

 

Lale’nin etrafında özellikle Sadabat Kasrından zevk ve eğlencenin doruğuna ulaşılırken, akıl denen şeyin bu ortamda ne tür işkenceler, soygunlar, entrikalar çevirdiğine vurgu yapılıyor. Zevk,   Sefa, eğlence, zarafet, barış, Kubbeler Şehri İstanbul’un zevkine doyum olmayan maddi ve manevi güzellikleri akıcı bir üslupla dile getiriliyor. Devlet; sistemini ve yönetenlerin çıkarlarını korumak için başlattığı zevk, sefa âleminin getirdiği savurganlık, başıboşluk ve talan düzenini ne görebiliyor, ne görmek istiyor.

 

İskender Pala, bir devre adını veren lalenin izinde yürüyerek, Sadabad’ı, isyancı ve aşağılık adamların düzenbazlıklarını altmış altı soruda okuyucuya sunarken, “lale” adının ebced hesabındaki karşılığının altmış altı olduğunu belirtiyor.

 

Romanda, Osmanlı devlet yönetiminde iktidar hırsı yüzünden kardeşin kardeşe, ya da en yakının her türlü kötülüklerin yapılabildiğini, Üçüncü Ahmet’in kardeşi İkinci Mustafa’nın gayrı meşru oğlu Ahmet’i yani öz yeğenini nasıl öldürmeye kastettiği, öldüğü haberini alınca nasıl sevindiği, Osmanlı devrindeki kardeş katli acımasızlığını ve çarpık geleneği eleştirel olarak ortaya koyuyor. Bilindiği gibi Üçüncü Ahmet kardeşi olan Sultan İkinci Mustafa’ya karşı birkaç baldırı çıplağın isyan başlatması sonucu tahta geçmişti.

 

İki üftâde âşık

 

Roman’ın iki kahramanı var. İki üftâde âşık, her ikisi de sevgilisine kavuşamıyor. Leyla ile Mecnun da olduğu gibi. Zaten “İstanbul’da Aşk Babil’de Ölüm” romanında olduğu gibi Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun manzum eserine vurgu yapılıyor. Âşıklardan biri Kara Şahin, diğeri Yeye lakaplı Yusuf.

 

Kara Şahin Nakşıgül’e, Yusuf ise Şehnaz’a âşık. Her ikisi de aşklarının kurbanı olarak kendilerini Layhar (şarap tortularını içerek hayatını devam ettiren külhanbeylerinin piri) örgütünün eline düşer. Kara Şahin, Sultan ikinci Mustafa’nın yasak aşkından olan meyvesi. Asıl adı Ahmet olmasına karşın ne gerçek adını ne de gerçek babasının kim olduğunu biliyor. Bu iki genç, külhan’da aynı anda tören yapılıp her ikisi Külhan kardeşi oluyor. Ve kendilerine yapılan kötülüklerin peşine düşüyorlar.

 

Ahmet’in şehzade olduğu ortaya çıkıyor ve Sultan’a kadar duyuruluyor. Sultan bundan son derece tedirgin oluyor ve saltanat kaygusu ile yeğeninin bulunup ortadan kaldırılmasını istiyor. Kara Şahin bir türlü bulunamıyor, ama Tomruk Emini denen zindancı başı öldürüp Haliç’e attığını söylüyor, Padişah da rahatlıyor.

 

Padişah Üçüncü Ahmet bütün yetkileri damadı ve Veziri Nevşehir’li İbrahim Paşa’ya bırakıyor.

 

“Lala” demişti Sultan, “işte şu mühr-i hümayunumuzdur; alasın ve âsaf vezîr olasın! Ayrılıkta ağlayan gözler ve vatan uğruna sürünen yüzler için devlete sahip çık.Sonra uzun uzun sohbet etmişlerdi, fakirlikten, namusun ayağa düştüğünden, dış politikadan, Pasarofça’dan, Avusturya sulhundan, Anadolu ve Rumeli’nde uzayıp giden isyanlardan, yeniçerinin bozulduğundan, acilen ve mutlaka ıslahat gerektiğinden, batı dünyasının süratle ilerleyişinden, ülkede yetişmiş adam yokluğundan bahsetmişlerdi.

 

Damat İbrahim Paşa da, “Beli hünkârım,” diyerek göreve başlamış “Vezaretimde yüzünüzü güldürmek izzetim ve şerefim olacaktır.” demişti. O son derece zeki, her problemi kolaylıkla çözen biri olarak biliniyor; devlet tamamen ona teslim edilirken, o da Osmanlı’nın kurtuluşunun sulh içinde yaşamasında ve ahaliyi oyalayacak eğlenceler düzenlemekte buluyordu.

 

Haliç’e tepeden bakan Sadabat Köşkü yapılmış, sahiller kasırlarla, meydanlar çeşmeler ve sebillerle donatılmış, devlet hizmetlerinin yürümesi için zarif binalar yapılmıştı. Devletin en önemli yerlerine Damat İbrahim Paşa en sadık adamlarını yerleştirdiğini ve kendini en güçlü hissettiği bir anda Patrona Halil denen külhanbeyinin başında toplanan dört baldırı çıplak ve Damat İbrahim’in çok güvendiği adamlarının da içinde bulunduğu bir grup sergerde tarafından şeriat elden gidiyor, açlık sefalet kol geziyor, devlet elden gidiyor yaygaraları ile “Kıyam’a” kalkılıyor.

 

Müellif, onları şöyle tarif ediyor: ”Devleti düşünmek şöyle dursun onlar kendi geleceklerini bile düşünemeyen ufuksuz adamlardı. Çoğu aç ve sefil oldukları için ağızlarına atılacak bir kemik parçasından daha ötesini göremeyecek kadar kör köpek sürüleri. Bunlar Osmanlı tarihini yapan şerefli yeniçerilerin yüz karası, sünnetsiz, nursuz, pirsiz it takımlarıydı. Haysiyet, namus, hamiyet, devlet, millet onlar için bir anlam taşımıyordu.”

 

Bu üç abeş çapulcu, o güzelim kasırları, köşkleri, yıkıp yakıp ateşe verdi, onca emek, onca güzellik zarafet bir anda kül oldu. İntikam ve hırs o noktaya vardı ki o güzelim lalenin türlerine ait bütün soğanlar bile yok edildi. Şukufenamelerde gördüğümüz o güzelim İstanbul Lalesi türlerinden hiç birine rastlamak mümkün değil.

 

Eşkıyalar önce Padişahın en yakını, Vezir-i Azamı, damadı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın canını aldı, torunlarının babasını şakilere teslim etmekle tahtını koruyacağını sanan Üçüncü Ahmet, yine de yaranamadı, tahtı da tacı da elden gitti. Kendisini tahta oturtanlar, bu kez de Birinci Mahmut olarak anılan Yeğenini Sultan ilan ettiler.

 

Üçüncü Ahmet’i tahta oturtanlar da ağabeyini yani yeni Padişahın babasını aynı şekilde hâl etmişlerdi. Romanda; Üçüncü Ahmet ağabeyine ve kendisine yapılanları tarihte günümüze aktarılan şekliyle anlatarak, hiç kimseye güvenmemesini, yetkilerini başkalarına devretmemesini salık veriyor. Birinci Mahmut da isyancılara kendini güçlü hissedene kadar tahammül ediyor ve sonra tek tek hepsini temizleyerek devlet in dizginlerini ele alıyor.

 

Romanda Lale devrini bütün gerçekliği ile veciz ve akıcı bir üslupla, zaman zaman manzum olarak başarılı bir şekilde aktarılması bakımından önem arz etmektedir.

Nurettin Şafak

nurettin.safak@edekitap.com

Nevşehir’in Kozaklı ilçesine bağlı Gerce köyünde doğdu. İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ni bitirdi. TRT’nin açtığı “Muhabirlik” sınavını kazanarak Televizyon Haberleri’nde göreve başladı. Yurt Haberleri Müdürlüğü, Yayın Denetleme Kurulu Üyeliği ve TRT Aşkabat Temsilciliği görevlerinde bulundu.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız