Preloader image
İÇİNDEKİLER

Berlin’de Dondurma Buuuz!..

Ahmet Kömeçoğlu
ahmet kömeçoğlu

Berlin’de Dondurma Buuuz!..

Günlerden cumartesiydi. Berlin’in, şaşırtıcı sükuneti içerisinde yaşayan binlerce insanın arasında ben de vardım, o 1999 yazında. Burası için sıcak sayılabilecek bir havada, Berlin, Berlinliler ve ben bir aradaydık…

 

Neredeyse futbol sahası kadar düz bir alana kurulu kent, onca nüfusa karşın, kargaşadan ve gürültüden uzak kalmayı her nasılsa başarmış. Yollar, bahçeler, yapılar, ahenkli bir nizam içinde, sanki bu asudeliğe katkı sağlasınlar diye yerleştirilmişler.

 

Nehirlerde kuğu gibi süzülen gemiler, geniş yollarda akıp giden arabalar, kâh yeraltına dalan, kâh yer yüzünde geçip giden uzun katarlar… Saat gibi işleyen bir düzen… Birer robot çağrışımıyla işine, evine, oraya buraya giden insanlar… Herkes kendi yörüngesinde… Ne bir selam, ne de bir güler yüz… Ne bağırış çağırış ne de itiş kakış…

 

berlin

 

Ancak, akıp giden bu dingin hayat, diğer Avrupa şehirlerindekine benzer, insanı rahatsız eden bir tekdüzeliğe bürünmüş. Her yerde karşılaşılan kurallar, makineler, düğmeler, çizilen çerçevede yaşamayı emrediyor sanki. İnsana yabancılaşmış, insanın, insan olmanın ötesinde birer sayıya dönüştürüldüğü bir düzen…

 

Bütün bunlar, benim gibi bir Doğuluya fazla geldi. Özümü yalnız ve yabancı hissetmem için tüm koşullar vardı. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan, canı sıkıldığında aşılmaz dağlar aşıp, yeni ovalara yürüyenlerin genlerini taşıyanlarca, tahammülü zor bir vaziyettir bu…

 

Biraz olsun bu yaban elden kurtulmak isteğiyle, tarihi bir kent olan Postdam’a gitmeye karar verdim. İyi ki de vermişim; neler gördüm neler…

 

Gidiş Yolunda

 

Önce en yakın duralgaya gittim; karşıma çıkan makineye para attıktan sonra gideceğim yöne ait düğmeye bastım. Üzerindeki ölümcül sessizliği bozan makine, derinlerden gelen bir homurtunun ardından, para üstüyle beraber biletimi de kustu. Bütün kibarlığımla, disiplinli bir Alman’a benzeyen bu makineye teşekkür edip, bilete zamanı kazıyan ikinci canavarın karşısına dikildim.

 

Aralanmış ağız gibi duran yarığa sokmamla birlikte, sünepe kılığından çıkması, dişlerini geçirmesi ve bileti iade etmesi bir oldu. Bu hay huydan sonra vazifesini tamamlamış olarak yeniden sessizliğe büründü ve benimle ilgisini anında kesti. Eyvallah çekip, yanından ayrılmaktan gayri yapacağım bir şey yoktu ve ben de öyle yaptım; Bekleme sırasında oturan kara derili oğlanla, tiftik saçlı kızın bakışlarına aldırmadan, eyvallah tatlım deyip biletimi aldıktan sonra, tam saatinde, 10.12’de durağa gelen katara atladım.

 

branderburg

 

Birbirleriyle küsmüş gibi oturan yolcular arasından kendime bir yer buldum. Yanına oturduğum yaşlı adamı tepeden tırnağa süzen bakışlarım, kulağını radyosunun kulaklığıyla tıkayan karşı komşuma yöneldi. Kara camlı gözlüğünün arkasından, nereye baktığını kestiremediğim bu yeni dünya ürününden, hayata yönelik bir tepki alamayacağımı anlamakta gecikmedim. Gözlerimi kara gözlüklerinden ve görünsün diye çaba gösterdiği bir çift sunadan indirirken, gördüm seni, der gibi bakan köpeğiyle göz göze geldim. Gayri ihtiyari göz kırpıp, sesimi çıkarmadan n’aber dedim. Hiç tepki vermeden bir süre baktıktan sonra, beni adam yerine koymayan bir eda ile uyuklamaya başladı, sevimli it oğlu it…

 

Gözlerim, vagon içinde tarassuda devam kararı almasına karşın, kısa sürede Almanlaşan ben, onları boşluktaki görünmeyen noktaya sabitledim. Katar durdu kalktı, kapılar açıldı kapandı, kurulmuş oyuncak sadeliğiyle insanlar indi bindi, hiç oralı olmadım.

 

Nihayet yolcuların görebileceği yerdeki yeşil ışıklı tabelada Postdam yazınca ve burnundan konuşan bir elektronik ses de “Postdam” diye ünleyince, oflayarak iki yana açılan kapıdan indim.

 

Yeşil Postdam

 

Katardan boşalan insan kalabalığının sağa sola dağılmasını bekledikten sonra, sarayların bulunduğu tarafa doğru, yürüyerek gitmeye karar verdim. Bunda, bir yeri tanımanın en iyi yolunun yürümekten geçtiği fikri sabitimden ziyade, hangi aracın oraya gideceğini bilmemem daha etkili oldu.

 

Duralgadan çıktıktan sonra geçtiğim köprünün altındaki koyu yeşil suda, salınarak giden yatın içinde, doğduğu günkü haliyle sere serpe uzanıp güneşlenen, üstelik bir eliyle de hiçbir yerini tutmayan süt beyazı yaratığa odaklanan gözlerimi, bu sapkın eyleminden vazgeçirmek için epey uğraşmak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Neyse ki bir andı ve o yoluna, ben yoluma devam ettim. Aslında, gözlerim miydi sapkın ve terbiyesiz olan yoksa orasının burasının kızarmasını, yüzünün kızarmasına tercih eden, küresel dünya güzeli mi, tam karar verebilmiş değilim. Uzaktı, içinde kötülüğü var mı, yok mu bilemedim…

 

Biraz sonra Doğu Blokundan miras donukluğa, Batının katkısı betonla yenilenen sokaklara ulaştım. Saraylara giden yolun iki yanındaki yerden yapma evler, zemin katlarının ön duvarları yıkılarak, dükkana dönüştürülmüş. Hediyelik eşya satanlar, imbiss adı verilen dönerciler ve birahaneler bu yeni dükkanların, yeni sakinleri olmuş.

 

İçerisinden kendim gurbet elde, gönlüm sılada diyen memleket havasının nağmeleriyle, ateşin karşısında cızırdayan döner kokusunun yayıldığı Türk imbissinin önünden geçerken, pırıl pırıl camekanlı dondurmacıyı fark ettim. Çölde serap görmüş bedevi misali, Kahramanmaraşlı dondurmacının, dondurma buuuz diye bağırdığını işittim sanki ve heyle goyiin aaza, öyle gedii bazaa sözünü essah eden salep kokulu Kahramanmaraş dondurmasının tadını, damağımda duyumsadım. Eh, bu kadar özleyişten sonra, dönüşte bir dondurma yemeliyim diye kendi kendime söz verip, yoluma yürüdüm.

 

postdam

 

Sarayların bulunduğu bölgeye ulaştığımda, yeni dünyanın beton ruhundan, yeşillikler içerisindeki eski dünyaya geçmek, yüreğime tam manasıyla Akdeniz serinliğini yaşattı. Bunun bir sebebi de, sarayın bahçesinde beni karşılayan asmalar ve incir ağaçlarıydı. Osmanlı Türkiyesinden buraya getirilip, uygunsuz iklime karşın günümüze kadar yaşatılmış bu yadigarlar, bana uzaktaki bir tanıdığımla karşılaşma duygusu verdi.

 

Sarayın salonunda, başka tanıdıklar daha vardı, beni bekleyen; Timur ve Yıldırım. Evet, birbirini yok etmeye çalışan iki Türk devletinin, 1402 yılında yaptıkları Ankara Savaşı, bir İtalyan ressam tarafından, salonun büyük duvarına boydan boya resmedilmiş. Ne amaçla yapılmış bilmiyorum. Bildiğim; şer gibi gördüklerimizin bile hayrımıza olduğudur. Belki de 1402 yılındaki bu yenilgi, 1453 zaferinin sebebiydi. Her neyse, en doğruyu yerin ve göğün sahibi bilir…

 

Dönüp gideceğim ama karşı duvardan çağrı var bu kez. Bunu da anlatmalıyım: Hz. İbrahim’le, Hz İsmail, temsili olarak resmedilmiş koca duvara. Kurban hadisesi, yine bir İtalyan ressam tarafından, sanki oradaymışçasına, kusursuz bir biçimde çizilmiş…

 

Bir tuhaf oldum, gurbet elinde… Boğazım düğüm düğüm, gözlerim ne yapacağını bilmez halde… Bir yanda oğlunu, gözbebeğini Yaratan’a adayan çaresiz İbrahim ve Tanrı isteğine uyup boynunu bıçağın altına uzatan, çare olmaya uğraşan İsmail… Öte yanda Türklere ait hadiselerin buralarda böylesine yankı bulması…

 

Yankı bulmanın ötesine geçip bu saraylarda yer edinenler de var. Türk uygarlığının batıya armağanı hela ve hamamlar, tarihe ışık tutarcasına bu saraylarda boy gösteriyorlar. Hela ve hamam kültürünü Türklerden öğrenen yönetici ve zenginler mevcut saray ve malikanelerine, zaman içerisinde, hela ve hamam eklemişler. Bu eklentiler, her ne kadar mimari yapıya uygun yapılsalar da, sonradan eklendikleri için hemen dikkat çekiyorlar.

 

Dikkat çeken bir diğer husus ise Türklerden öğrendikleri hela ve hamam kültürünü sonradan saraylarına ilave eden Almanların, o kadar suyun içinde hâlâ helalarda su kullanmamaları ve maalesef, hâlâ taharet özürlü olmaları…

 

Dönüş Yolunda

 

Burada göreceklerim de bu kadarmış diyerek dönüş yoluna düştüm. Türk dönercisinin önündeki, kırmızı suratlı şişman Almanların, iştahla yedikleri dönerin tadından hoşnut kaldıkları, her hallerinden belli oluyordu.

 

 

Birkaç adım sonra dondurmacıya ulaştım. Temiz camekanın içindeki çeşitleri süzdükten sonra limonlu dondurma istemek için başımı kaldırdığımda, zaten zorlukla aklımda tutuğum üç beş Almanca sözcük, beni umursamadan pır diye uçtu gitti. Buzdağının derinlikleri kadar mavi, billur tanesi gibi duru ve içini gösteren bir çift gözdü, nutkumun tutulmasına sebep. Tamam, mavi gözler hep ilgi çeker ama bunu Yaratan, bir başka yaratmış…

 

branderburg

 

Hangi dondurmadan istediğimi soran sesiyle kendime geldiğimde, önce ruh sahibi bir sanatkarın, bütün hünerlerini aktardığı, incecik gözlük çerçevesini, ardından da pürüzsüz apak yüzünü fark ettim. Sad gözlü, mim ağızlı, elif boylu dilber bu değilse eğer, kainatta böyle biri yoktur ve zannederim olmayacaktır. Öyle ki, işitenlerce çoğu zaman köpek havlamasını hatırlatan, sert söylenişli Almancanın, bu kez bir ipek yumuşaklığıyla kulaklarımı ziyaret ettiğini hissettim.

 

Kendi yüzümün durumunu bilmiyorum ama limonlu dondurmayı işaret ettiğimde, zarafetin gün yüzündeki ifadesi, kar beyazı yüzün, gül pembesine dönüştüğünü gördüm… Gördüm!… Gölgeliğin üzerinde fingirdeşen serçeler ve dönerlerini bitirip, dondurma almak için sıralarını bekleyen kırmızı suratlı şişman Almanlar da tanık buna.

 

Limonlu dondurmanın, ince uzun, apak parmaklarca bir rakkase ahengiyle sunulmasından sonra, danke diyerek çekip gitmeyi bir an bile düşünmüyordum ama acele etmemi söyleyen sıradaki Almanın, bu kez gerçekten havladığına tanık olunca, gitmekten başka çaremin kalmadığını anladım.

 

Uzattığım parayı, ak gömleğinin üzerine geçirdiği yeşil önlüğünün cebine atarken, son kez buluştu gözlerim, gözlük camının arkasında saklı Postdam mavisiyle. Ağır ağır ve Türkçe olarak teşekkür ederim dedim. Yüreğimi sürükleyip giderken, gülümseyen dudakların çüüz dediğini duydum…

 

Ve şimdi Almanya’dan kilometrelerce uzakta, Almanya’dan aklımda kalan; adı Alman olan makineler, hayatın her anına egemen olan düzence ve tüm bunlara karşın, mavi gözlü dondurmacı kızın taşıdığı, sevgi dolu sımsıcak bir bakıştı. Limonlu dondurmadan ziyade, sessiz gözlerin insanca bakışındaki tattı, damağımda kalan…

 

-------
Heyle goyiin aaza, öyle gedii baaza : Leziz yiyecekler için söylenen bir deyim (Kahramanmaraş ağzı)
Essah: Doğru (Kahramanmaraş ağzı)
Sad gözlü, mim ağızlı, elif boylu dilber. (Hamit NUTKİ’nin, Divan Şer’i Bağcalarından adlı koşuğunun son dizesinden alıntı.)
Uzanıp yatıvermiş, sereserpe (Orhan VELİ’nin koşuğundan esinti)
Danke: Alman dilinde teşekkür 
Çüüz (Tschüss): Alman dilinde hoşça kal

Ahmet Kömeçoğlu

ahmet.komecoglu@edekitap.com
Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız