Preloader image
İÇİNDEKİLER

Bun Deminin Dışa Sızan Sözleri

Han Duvarları - Faruk Nafiz Çamlıbel
Faruk Nafiz Çamlıbel

Bun Deminin Dışa Sızan Sözleri

Han Duvarları, Türk şiirinin en çok okunanı değilse bile Türklerin belleğinde çok keskin izler bırakanıdır denilebilir. Faruk Nafiz Çamlıbel, yolun ve yolcuların durumunu günümüze taşıdığı uzun koşuğunda, bun deminin dışa sızan sözleriyle yüreklere dokunan bir geçmişi anlatır.

 

Balkan Bozgununun ve Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin, ruhları acıyla beslediği korkunç ve çaresiz bunlu zamanlarda Faruk Nafiz Çamlıbel, ezinç gönlünü şiirle avutmayı, yurdun karanlık ufkuyla bunalan yanık yüreklere sözle umut olmayı seçer.

 

Cumhuriyet’in kuruluş heyacanı, yaşanan değişimler onun şiirlerine de etki eder. Faruk Nafiz Çamlıbel’in, bir dönemin en kudretli aşk şairi sıfatıyla anılmasını, kuşkusuz duygu derinliği kadar, Türkçenin yalın ve duru sözlerini başarıyla kullanması da sağlar.

 

Han Duvarları betiği, Memleket Şiirleri, Aşk Şiirleri ve Rubailer başlıklarıyla üç bölümden oluşuyor.


HAN DUVARLARI'ndan...

 

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…

Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…

 

Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…

Ellerim takılırken rüzgârların saçına

Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!

Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar

Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.

Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.

Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.

Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.

Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.

Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,

Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,

Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.

Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan

Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,

Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…

Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine

Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.

 

Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.

Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,

Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:

Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,

Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.

Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri

Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.

Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.

Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.

Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı

Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.

Gitgide birer ayet gibi derinleştiler

Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler…

Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,

Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;

Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,

Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…

 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,

Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;

Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.

Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa

Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa:

 

“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan

Baba ocağından yar kucağından

Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben”

 

Altında da bir târih: Sekiz mart otuz yedi…

Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.

Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!

Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;

Araya gitti diye içlenme baharına,

Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!…

 

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,

Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk.

Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri

Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.

Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,

Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…

Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,

Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.

Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,

İki dağ ortasında boğulan bir geçide.

Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden

Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:

Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,

Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.

Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,

Burada son fırtına son dalı kırıyordu…

Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,

Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.

Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…

Gönlümde can verirken köye varmak emeli

Arabacı haykırdı “İşte Araplıbeli!”

Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana

Biz menzile vararak atları çektik hana.

 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş

Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.

Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,

Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…

Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.

Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor:

 

“Gönlümü çekse de yârin hayali

Aşmaya kudretim yetmez cibali

Yolcuyum bir kuru yaprak misali

Rüzgârın önüne katılmışım ben”

 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…

Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

 

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

 

“Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı’mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”

 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, dedi:

 

– “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”

 

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…

Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.

 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri

Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,

Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.

Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…

 

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız