Preloader image
İÇİNDEKİLER

Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet!

Bıçağın Ucu - Attila İlhan
Attila İlhan

Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet!

“Yazdıktan sonra, beğenmeyip tekrar yazdığım olmaz mı? Olur elbet! Kurtlar Sofrası‘nda, birçok bölümleri, kitabın sonraki gelişme aşamalarında beğenmeyip yeniden yazmıştım.

 

Aynı şey Bıçağın Ucu‘nda, Yaraya Tuz Basmak‘ta oldu. Hele Dersaadet’te Sabah Ezanları, en çok da Selanik şehrini, o artık ‘ebediyen’ kaybolmuş Osmanlı Selânik’ini, yeniden canlandırmaya uğraştığım yerler, bilinmez kaç tekrarı gerektirdi?

 

Yorucu olduğu doğru. Bazen bunalır da insan. Ama sonuç başarılı olursa, emeğinin karşılığını almış, feraha çıkmış olur. Bir romancının, kitabında beğenmediği bir bölümün kalmasından ne kadar rahatsız olduğunu, bir romancı bilebilir ancak. O kötü bölüm, öz yaşantısının kötü bir dönemidir sanki, hani hatırladıkça terlediği!

 

Zaten, başkalarını bilmem ama, bende öyle oluyor ki, filân romandaki falan ânı sahiden yaşadığım izlenimine kapılıyorum. Kurgu sırasında, demek bellekte, ne kadar derin iz bırakıyor.

 

Son olarak, şunu da söylemeliyim: Nasıl hayatın başı ve sonu, belirli bir ‘sırası’ yoksa, Aynanın İçindekiler’in de, öyle başı ve sonu, belirli bir ‘sırası’ yoktur. Romanların taşıdığı numaralar, çıkış sırasını gösterir. O kadar.

 

Bence isteyen diziyi okumaya Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndan başlayabilir, isteyen Sırtlan Payı’ndan, hiç fark etmez. Zira hem her roman kendi içinde bitmiş bir bütündür, hem nasıl olsa bir ötekisinin yansımasıdır.

 

Önceleri hepsi beş roman olacak sanıyordum, oysa dizi ilerledikçe dallanıp budaklanıyor, şimdiden dördü bulduk, diğer ikisi üzerinde çalışıyorum, ufukta iki daha görünüyor. Hepsini yazabilecek miyim? Zaman gösterecek.

 

İşte her şeyi ‘itiraf ettim. Cezama razıyım.
 Aynanın İçindekiler gibi koskoca bir diziyi ‘kafadan’ yazıyorum. Güzel güzel düzenlenmiş, sıralanmış dosyalarım; kenarına notlar alınmış belgelerim, titizlikle hazırlanmış fişlerim yok. Benimkisi bir büro çalışması değil. Siz isterseniz herif romanlarını yaşıyor deyin. Ne yapalım, benimki de böyle bir suç. Dedim ya, cezama razıyım.”

 

Atillâ İlhan Mart 1977/ Temmuz 1981 Kavaklıdere (Ankara)

 

BIÇAĞIN UCU'ndan

 

Yıllardan, ya 41 ya 42.  Yoksa savaşın biteceğine yakın mı? İstanbul’a  yeni gelmişim. Çocukluğumdan beri, gidip görenlerin anlattıklarından, şiirlerden, insanın içine İşleyen dokunaklı şarkılardan adını ve güzelliğini duya duya, görmeden tutulduğum şehri, karış karış dolaşıyor; içime yerleştiriyorum. Zamanlar kötü. Boğaz, savaş yıllarının görkemli tasarısına bürünmüş. Mürekkep koyuluğundan ve siyahlığından bir deniz, iki tenha kıyı arasından, gürül gürül akıyor. Ara sıra, Karadeniz’e yakın plajlara, Kim bilir hangi batmış gemiden, boğulmuş asker cesetlerini attığı olurmuş; Şiş, iriliği ve morluğu insanı ürküten, Rus ya da Alman bahriyelileri. Ilık sonbahar geceleri, kubbelerin ve minarelerin üstünde, uçaksavar  ışıldaklarının büyülü oyununu seyrediyoruz. Yukarısı yıldız Kıyamet, o kalın ve yoğun karanlığı, kılıç ucu ışıltılarıyla öyle dik dik deliyorlar ki; patlayıp, evlerinin dört köşesine tuz parça dağılmış, kocaman bir güneşin kırıntıları sanırsın!

 

Pederin göndermekte kusur etmediği paralar cepte, tatlı bir rüya yaşıyordum.  Keyfi gıcır, cüzdanı dolu bir delikanlının hevesleneceği ne delilik varsa, hepsini yapıyordum: karı kız, meyhane, afili giyim, hatta o vardalık! Hafta sonlarının “işret âlem”lerinden farkı olmazdı pek, sabaha karşı kendimi ya Abanoz Sokağı’nda kızıl tırnaklı bir orospunun yatağında bulurdum, ya da Ağa Camii’ndeki o aşağılık işkembecilik dükkanında, cehennem gibi tüten bir tuzlamanın başına çökmüş olarak. Keyfime diyecek yoktu canım, işim iş kaşığım gümüştü: Bir kere kendi kendimle uyuşuyordum, her şeyin başı bu!  Yaptıklarımı, acaba iyi mi yaptım diye tartışmıyordum ki… İçimden geldiğince davranıyordum, o kadar: Eh, yaşantım da buna benziyordu elbet, gırgır bol, tatlı bir yavanlık.

 

“Peki ya savaş? Savaşı iplemiyordum. Aklıma bile gelmiyordu. Ciddi şeylerle başım hoş değildi zaten, anladığım kadarıyla Mustafa Kemal ölmüş, başlangıçta basbayağı ilerici olan partisi, artık Mihverin mi, Avrupa’nın altını üstüne getiren olayların mı etkisi altında kalarak, bilmiyorum; diktacı, yarı faşist bir parti haline düşmüştü. Açıkça bir ‘tek parti diktası’ sürdürülüyor, ‘tek parti, tek şef, tek millet’ sloganı, en geçerli slogan sayılıyordu.

 

Ötede halk ekmeksizlikten, şekersizlikten kırılıyormuş, kulak asan yoktu buna. İlaç karaborsası almış yürümüştü. Salgın hastalıkların parlayıvermesinden korkuluyor, büyük şehirlerin kenar mahallelerinde başgösteren tifüs, gazetelere geçen ölü sayısı; darlık ve karaborsayla takım takım meydana çıkan yeni zenginlerin, masraflı koruma çarelerine başvurmasına sebep oluyordu.

 

Ben hiç aldırmıyordum. Yaşadığım çevrenin dışındaki, herhangi bir şeye aldırdığım olmamıştı ki! O çevreyse, yatılı okuduğum liseyle, unutulmaz hafta sonu cümbüşlerinden ibaretti.”

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız