Preloader image
İÇİNDEKİLER

Kızılay’da Bir Kitapçı: Düzen Bozan

Ali Köse
Kızılayda Bir kitapçı

Kızılay’da Bir Kitapçı: Düzen Bozan

Karanfil’in merdivenlerini kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle çıktı. Yolun solunda duran kitapçının önüne girmeden önce bir sigara yaktı. Kitapçıya girip çıkanlara bakıp kimin hangi kitapları okuyor olduğunu kendince düşlemek en büyük eğlencelerinden biriydi.

 

Karanfil’in merdivenlerini hızla çıkıp soldaki kitapçının önünde durdu ihtiyar. İçeri girmeden önce bir sigara yaktı ve tüttürmeye başladı. Kitapçıya girenlerin dış görünüşlerine bakıp kimin kimleri okuyor olduklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Sonra kitapçıdan çıkan insanların, aldıkları kitapları poşetlere koyduğunu görüp kızıyordu onlara. ‘’Ben her zaman elimde tutarım kitabımı, bakarsın birileriyle konuşurum, hatta birileriyle kavga bile ederim, benimle alay ederlerdi belki de ‘bunları mı okuyorsunuz cidden’ diye. Ama yok, insanlarda iş kalmamış,’’ dedi. Kendisini biraz daha genç, biraz daha toplumun içinde hissetmek için yapmak isterdi bunu. Yine de insanları severdi. Onlara sürpriz yapmayı severdi. Çünkü hepsi gizli birer okuyucusu sayılırdı. Bu yüzden kendisine verdiği izin günlerinde rastgele bir kitapçıya girer kendi kitaplarından birkaçını, şanslı okuyucuları için imzalar ve mutlu bir şekilde kitapçıdan çıkardı. Sigarasını söndürüp geçti içeriye.

 

Bir sürü ulamın arasında ‘’Çağdaş Türk Edebiyatı’’ bölümünü eliyle koymuş gibi buldu. Herhangi bir kitabı arıyormuş gibi dizili kitaplara göz attı. Sonra yürüyormuş gibi yapıp bütün bir bölümü dolaştı. Tekrar aynı kitapların önüne geldi ve bu sefer dokunarak aramaya başladı. Daha önce burada olduğundan emin olduğu kitapları şimdi yoktu. Çevresindeki insanlara baktı, ellerindeki kitaplara. Kimler almıştı acaba? Kim bilir ‘’Düzen Bozan’’ hakkında ne düşünüp ne konuşuyorlardı? Uzun zaman sonra böyle bir mutluluk duyduğu için kendisini şanslı hissetti. Çoğuna denk gelmezdi böyle mutluluklar. Bir görevlinin yanına gitti ve heyecanla Düzen Bozan kitabının olup olmadığını sordu. Görevli, ilgisizce başını kaldırıp önündeki bilgisayarın tuşlarına bastı. Sonra ayağa kalktı.

-Benimle gelin lütfen!

Kitapçının orta yerindeki raflara götürdü onu, ‘’buyurun’’ dedi ve görev yerine geri döndü. Önündeki raf onun ve diğer tozlu kitaplarla doluydu, ‘’%35 İndirimli’’ yazısının altında duranlardan birisini aldı eline. Yüzü düşmüştü. Satmayan kitapların daha doğrusu elden çıkarılmak istenen kitapların bulunduğu küçücük bir raftı bu. Dikkatsiz bir kimsenin göremeyeceği bir yerde duruyordu Düzen Bozan. ‘’Olsun,’’ dedi, ‘’belki ucuz olduğu için artık daha çok satar.’’ Yine de imzalayacaktı, şanslı bir okuruna. Açtı kitabın kapağını, ‘’şanslı okuyucuma benden bir armağan’’ yazıyordu adının altında. ‘’Şans!’’ dedi ve diğerini aldı eline. ‘’benden şanslı okuyucuma bir armağan’’ yazıyordu bunda da. Bu kitabı da yerine koyup arkalardan bir kitap aldı. ‘’benden bir armağan’’ yazıyordu bunda da. Canı daha da sıkıldı. Elinde kalemle kitapları alıp alıp bıraktığını gören biri var mı diye çevresine bakındı. Yine de birisi izliyorsa diye kitabın iç sayfasına kalemini yaklaştırdı. Önceden yazmış olduğu tümcenin başına ‘’derin yalnızlığıma’’ diye ekledi. Kalemi postacı çantasına koyup kitapla birlikte kasaya yöneldi.

 

Kitabıyla birlikte kitabevinin önündeki oturağa oturdu ve kitabını kurcalamaya başladı. ‘’Nerede yanlış yaptım, ne için hiçbir genç kitabıma yanaşmıyor?’’ Düzen Bozan isimli bu romanıyla çocukluğundan beri öğrendiği, yeri gelip savunucusu olduğu gelenekleri ve bildiği bütün kuralları yıkmak istiyordu. Anne babaya saygıdan tutun da yoldan karşı karşıya geçmek için koyulan kurallara bile karşı çıkıyordu. Bu karşı çıkışlarının gençlerin isyancı ruhlarıyla örtüştüğünü düşünüp en çok onların seveceğini düşünüyordu ama gel gör ki kitap satmıyordu bile. Kendi yazdığı kitabı alan yine kendisiydi. Kitabın rastgele bir sayfasını okuyup yaptığı yanlışı ararken bir ses işitti.

-Bunları mı okuyorsunuz cidden?

Bu sözü kendi kitabı için duymayı hiç ummazdı. Karşı çıkmak istedi ama içinde bu gücü bulamayınca titrek bir sesle konuştu.

-Evet, sizce kötü bir kitap mı bu?

Sesin geldiği yöne çevirdi başını, genç bir kızdı bu sesin sahibi. Tam da düşüncelerini öğrenmek istediği kişinin sesiydi. Elinde birkaç klasik eser tutuyordu sıkı sıkıya.

-Bilmiyorum okumadım. Ama indirimli kitapların olduğu yerde görmüştüm. Genelde elden çıkarılmak istenenler orada olur.

-Ben de senin gibi düşünüyordum. Biraz kurcaladım ve ilgimi çekti. Bence sen de bakmalısın.

Genç kız kitaba iğrenç bir şeymiş gibi baktı ve elini hayır anlamında salladı.

-Sen hep ölü yazarları mı okursun? Hiç sınırlarının dışına çıkmaz mısın?

-Çıkmaz olur muyum? Her zaman sınırlarımı aşmaya çalışırım ben. Gelişim ancak ondan sonra gelmez mi zaten? Ama okumak farklı bir şey. Elimde tuttuğum yazarların kitapları dünyaca bilinen, iyi olduğu kanıtlanmış eserler. Onları okumak varken neden adını bile duymadığım birine zamanımı vereyim ki?

‘’Zaman’’ diye yineledi içinden ihtiyar. ‘’Zamanı kullanmak ilginç olmalı,’’ diye düşündü. Oysa ona göre insanlar zamanı kullanmıyordu, zaman insanları kullanıyordu. Genç kız iğrenerek reddettiği kitabı okusaydı böyle düşünmeyecekti. Yine de sert çıkmamalı die düşündü ihtiyar. Suyuna gitmeli.

-Elbette. Ama bu tam da sözün ettiğimiz şey değil mi? Size sunulanın dışına çıkmamış oluyorsunuz böylece. Sizin gibi genç bir beyin bile böyle yaparsa yeni yazarlar ortaya nasıl çıkar söylesenize? Bu sayfalarda tam da seni anlatan bir durumdan söz ediyor. Kendi dünyasından çıkmaya çalışan bir genç kız.

 

Ali Köse

 

Eliyle kitabın açık kalan sayfasını gösterdi. İkisi de bir süre bakıştılar. Genç kız, ‘’bilmem, bir şekilde çıkarlar ortaya işte, hep böyle olur; birden var olurlar ama sanki hep oradalarmış gibi olur bu.’’ Dedi, kitabı istemeyerek de olsa aldı, adamın parmağıyla işaret ettiği yerden okumaya başladı.

‘’Her zaman başka bir dünyanın benim için var olabileceğine inandım. Başka bir dünyada başka bir hayat yaşayabileceğim inancı bana umut verdi. Başka bir gezegen ve olmayan canlılarla dolu bir yaşam değil benimkisi. Belki bir sokak ötede belki bir il belki de bir ülke kadar uzakta olan bir dünya. Özüm her neyse o olmak, gittiğim her yerde onu yansıtmak istemedim. Aksine özüm her ne ise ondan uzaklaşmak, başka bir insan olmak istedim.’’

Genç kız başını kaldırıp şaşkın gözlerle adama baktı.

-İyi ama ne için? İnsan ne için özünden uzaklaşmak, olmadığı biri gibi gözükmek için çabalar ki? Anlamış değilim.

-Çok basit aslında. Olan zaten olmuştur o hâlde merak uyandıran, ilgi çekici olan olmamış olandır.

 

Kızın, kitabı okumaya devam etmesi için can atıyordu. Ne olduğu önemli değildi, sonunda editör dışında birisinin yazılarını okumuş olması onu mutlu etmişti. Gençler için yazdığını düşündüğü kitabını bir gencin okuması onu heyecanlandırıyordu. Genç kız okumaya devam etti.

‘’Çevremdeki insanlar, konuşma biçimlerimiz hatta dillerimiz değişince, binalar, yollar farklılaşınca bir an farklı bir dünyada olduğumu düşünmüştüm. Yanıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Her gittiğim yerde aynı kişiydim ve çevre ne kadar değişirse değişsin aynı hayatı yaşayıp durduğumu anladım. Nereye gidersem gideyim kendi dünyamı da oraya götürüyordum çünkü. Ondan kopamıyordum. Benim için başka bir dünyanın olmayacağına inanmaya başladım. Dünyanın her yeri aynıydı ve ben de dünyanın her yerinde aynıydım. ‘’

-Alın işte! Özünden kopmak diye bir şey söz konusu bile olamaz. Başka bir dünya hakkında söyledikleri ise ilgi çekici. Ben de hep evden ayrılacağımı ve kendim başka bir hayat kuracağımı düşlüyorum. Ya bu gerçekten mümkün değilse? Ya ailemin yanından ayrıldığımda yaşamım değişmezse? Evet küçük değişiklikler olacak ama…

İçten içe gülüyordu. Hiç beklemediği bir anda ağına bir sinek düşmüştü ve şimdi soru ağlarında çırpınıp duruyordu. Onun çırpınışını izlemek ihtiyarı daha da iştahlandırıyordu. Avını ağıyla sarmadan önce sanki o orada değilmiş gibi davranan bir örümceğin sakinliğinde avının kurtulup kurtulamayacağını izliyordu.

-Bunlar güzel sorular aynı zamanda yanıt vermesi güç. Onun için de zor olmalı. O da annesini bırakıp başka bir ülkeye gidiyor, bir şeylerin değişmesini umarak ama umduğunu bulamamış görünüyor.

-Onun?

-Karakterin. O da sizin duyduğunuz kuşkuları duyuyor.

‘’Siz tamamını okudunuz mu?’’ diye sordu kız heyecanla. Gözleri parladı. Kekeleyerek ‘’hayır,’’ diyebildi ihtiyar. Okuduğunu, hem de defalarca kez okuduğunu söyleseydi daha fazla okumayıp onun söylemesini isteyeceğinden çekindi. ‘’baktığım kadarıyla tahmin ettim.’’ diye geçiştirdi. Kız tekrar kitaba döndü. Sayfalar geçti. Dakikalar geçti. Önlerinden insanlar geçti. İhtiyar bir yazarın yanındaki gence kitabını numarayla okuttuğunu o an oradaki insanlardan bir tek kendisi biliyordu. Bir an kıza kötülük ettiğini düşündü. Sonra kıza baktı, kendisini kitaba kaptırmış kızı görünce bunun kötülük olmadığına kanaat getirdi. Kız okuduğu bölümün sonunda gelince oflayıp puflamaya başladı. İhtiyar, kitaba kapanmış kızın şu an hangi satırlarda olduğunu zihninden hesaplamaya çalıştı.

‘’Hiçbir zaman bana kendisini yeteri kadar açmayan bu kadın annem mi yoksa sokaktaki herhangi bir insan mı ayırt edemiyordum. Onun karnından çıkıp nasıl ona bu kadar yabancı olduğumu anlayamıyordum. Onun dünyasında bir oyuncak olmak beni kırıyordu. Onun acılarıyla yanmak, soğukluğuyla anne sevgisinden uzak kalmak istemedim. Burada kalamazdım. Gitmeye karar verdim. Başka bir dünya yoksa bile onu yaratmak için gitmeye karar verdim. Çünkü burada annemle kaldıkça onun dünyasının altında ezilecektim. Ayağa kalkıp beni çocuk gibi azarlayan bu kadına avazım çıktığınca bağırdım,

-Anne ben artık büyüdüm!

Öyle bir bağırıştı ki bu ben bile kendime şaşırdım. Sesim annemi de beni de aşıp bilmediğim bir yerlerde yankılanıp durdu. Sesim geri geldiğinde anlattı her şeyi. Başka bir dünya var dedi usulca. Bavulumu hazırlamak için odama yöneldim. Odama yaklaştıkça içimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Ilık bir su yutağımdan geçip bedenime yayıldı. Korku ve üzüntü ile karışık bir tükürüktü bu. Odam, hiç olmadığı kadar sıcak ve içten beni kucakladı. ‘’Annemle kalmak belki de o kadar kötü değildir,’’ dedim kendime. Beni kucaklayan odama ben de aynı şekilde karşılık verdim. ‘’  

 

Kız kafasını kaldırdı, bu sefer kaşları çatıktı. Kitabı elinde sıkı sıkıya tutuyordu. ‘’Olamaz’’ dedi. İhtiyar bunu tekrar etti, ‘’olamaz’’.

-Olamaz evet. Fakat, ne olamaz?

-Bunlar deli saçması! Önce beni başka bir dünyanın olabileceğine inandırdı. Sonra böyle bir dünyanın olmayacağına inandırdı. Şimdi de her şeye rağmen tekrar gitmek istediğini söyledi ama yine kalmaya karar verdi! Bu yazar her kimse okuyucusuyla alay ediyor!

 

İhtiyar bir kahkaha attı. Kızın yazdıklarına sinirlenmiş olması onun hoşuna gitti. Sinirlenmiş olması da değil, yazdıklarının herhangi bir etki uyandırmış olmasıydı onun hoşuna giden. Kızın söylediklerinin arasından tek bir sözcük onun dikkatini çekmişti. ‘’okuyucusuyla’’, evet onun bir okuyucusu vardı ve yazarı onunla alay ediyordu, bu doğruydu. Bütün kitaplar kaşlarını çatıp uzaklara bakıp okuyucusuna hayat hakkında ciddi sözler ediyordu. Oysa ihtiyar okumak eyleminin gülünç olduğunu düşünüyordu. Okuyucu, bunların gerçek olmadığını bile bile gerçekmiş gibi davranır, okur da yazar da olmayan bir gerçeklikte rol yaparlardı. Kahkahasında bu gülünçlük vardı çünkü okuyucu ile yazarın yaptığı anlaşma kendi yazdığı romanda bozuluyordu. Düzen Bozan’ın düzeni gerçekten bozduğunu görmek; avını yiyecek olan örümcek için çok iştahlandırıcı gelmişti. ‘’Bu komik değil mi?’’ diye sordu genç kıza.

-Komik! Çok gülünç şeyler bunlar! Oysa neşe ve sanat asla yan yana olamaz! Sanat acıdan doğar. İşte bu yüzden bu roman kitapçının elden çıkarmak istediği bir çöp. Çünkü bunları kimse okumak istemez. İçinde şakalar olursa tamam bu bir şaka kitabı olabilirdi ama bu kitap gülünçlüğünü varlığından alıyor!

 

İhtiyarın kalbi bir an tekler gibi oldu. Kızın söyledikleri yüreğine batıyordu Bunların hoş şeyler olduğunu düşünmüş ve emekliliğinden sonra yıllarını ayırmıştı bu fikirlere. Boşlukta oradan oraya, kararsızlıkla savrulan karakterinin düşünceleri tam da gözlemlediği gençleri anlatıyordu. Oysa bu genç kızın söyledikleri onun için tahmin edilir şey değildi. Sanat ve neşenin yan yana olamayacağı düşüncesi onun aklına okuduğu eserleri getirdi. Kabul ediyordu hepsinde acı vardı. Ama ne için öyle düşünüyordu? Ne için gülünç bir şey sanattan sayılamazdı?

-Neden böyle düşünüyorsunuz? Gülünç bir şey sanat olamaz mı?

Kız sinirle konuştu. Farkında olmadan sesi de yüksek çıkıyordu. Önlerinden geçip giden insanlar onlara bakıyor ama ne konuştuklarını umursamadan kendi dünyalarında yaşamaya devam ediyorlardı.

-Çünkü gülünçlük abartıdan doğar. Sanata ise sadelik yakışır.

 

Bunlar bilgece sözlerdi. ‘’Sana mı ait bu düşünceler?’’ diye sordu. Kız, elindeki klasiklerden birini gösterdi. İhtiyar tok sesiyle ‘’Bodler ha’’ dedi. Bodler’in bu çağda yaşamıyor olması ama kızın onun düşüncelerinin bugün de geçerli olacağını düşünmesi onu bir tür umutsuzluğa sürükledi. Bu kızın asla kendi dünyasından kafasını çıkarmayacağını, hayatı boyunca ona verilenlerle mutlu olacağını düşündü. Kızın abartı dediği onun kendi hayatıydı. Uçlarda yaşamayı seviyordu, uçlarda genç birisi tarafından hırpalanmak, bayağı olarak nitelendirilmekte vardı. Ağında kıvrılan sineğe yaklaştı, onu ağdan kendi ince ve tüylü elleriyle kurtardı.

-Sen akıllı bir kızsın. Belki de söylediklerinde haklısın. Sohbetin için teşekkür ederim, iyi günler dilerim küçük hanımefendi.

Kitabını almak için elini uzattığında kız başını yere eğdi. Çekingenlikle konuştu.

-Şey…Bende kalabilir mi? İsterseniz size içeriden yenisini alabilirim, ama bu bende kalsın istiyorum. Anı olsun diye.

İhtiyar kanatlanıp uçacaktı, ayıp olmasın diye durdu ve gülümsedi. İçinden çok şey söylemek geçiyordu, dans edip bağırmak, Karanfil’den metroya kadar koşmak istiyordu. Gülümsemekle yetindi. Yutkundu ve ‘’kalabilir tabii’’ dedi. Hafifçe başını eğdi. Kız da aynı hareketle karşılık verdi. Kızın elmacık kemikleri pembeleşti. İhtiyarın da. Kendisi için imzaladığı kitabı şimdi gerçek okuyucusunu bulmuştu. Metroya doğru yürümeye başladı. Arkasını dönüp kitabının başkasının elinde uzaktan nasıl durduğunu görmek istiyordu, düşlemekle yetindi.

 

Metroya bindiğinde metro boştu, ama o oturmadı. Kendisini hiç olmadığı kadar genç hissediyordu. ‘’Mutluluk insanı gençleştiriyor’’ dedi kendi kendine. İçi kıpır kıpırdı. Birkaç durak sonra metro dolmuştu. Genç bir kızın kendisine baktığını fark etti. Uzun zaman sonra böyle özgüvenli hissetmemişti. Kendi kendine sorular sorup durdu: ‘’Acaba beni yakışıklı mı buldu? Ya da beni tanıyor mu? Kitabımı okumuş birisi mi yoksa? Neden böyle baksın ki tanımasa?’’. Bazı sabahlar ayna üzerinde denediği üç numaralı bakışını gözlerine yerleştirdi. Metronun yansıyan camından kendisine baktı. Gayet havalı olduğunu düşündü. Bu bakışlarla kıza baktı. Göz göze geldiler. Göz göze geldikleri an kız ayağa kalkıp kendisine yaklaştı. İhtiyarın bakışları değişti yerini şaşkınlığa bıraktı.

-Amcacım buyurun siz oturun, lütfen!

 

İhtiyarın omuzları düştü. Özgüveni iskambil kağıtlarından yapılmış bir kuleydi ve bir üflemeyle yerle bir olmuştu. ‘’Bu kız Düzen Bozan’ı okumamış! Okumuş olsa yaşlılara kendilerini kötü hissetmesinler diye yer vermemesi gerektiğini bilirdi! Cahil!’’ dedi içinden. Dudaklarını büktü. Yer veren kız ihtiyarın oturup oturmamasını bile umursamamıştı, buyurun deyip güya görevini yerine getirip vagonlar arası yürüyüşe çıkmıştı.

 

Hayatı uçlarda yaşamayı seviyordu ve uçlardan biri yaşlılıktı. Hayatın sonuna yaklaştıkça yapmak istediği çılgınlıkların sayısı artıyordu. Bir çılgınlık daha yapıp metrodaki boş koltuğa oturdu. Öfkeliydi ve bunu bütün dünyaya belli etmek istedi. Yol boyunca ayaklarını salladı, sinirle ayakucunu yere vurup durdu. Birisi ona çatsın, ‘’dur be adam’’ diye çıkışsın istedi.

 

Kimse bir şey demedi. Kitabının daha kendi düzenini bile bozmadığını düşünmeye başladı. İhtiyarın gözleri doldu, ineceği durağa vardığında hava kararmıştı. Metrodan indi ve Ankara’nın kara sokaklarında bir süre dolanıp gözden kayboldu.

Ali Mansur Köse

alimansur.kose@edekitap.com
Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız