Ak Gemi
Cengiz Aytmatov’un bu denli çok okunan öyküler yazmasına şaşmamalı. Gerek yaşadığı dönemin olağanüstü koşulları, gerekse yaşadığı bölgenin olaylarla dolu geçmişinin her anı öykülerle dolu. Türk yazının, anıt Taşlardaki veriminden sonraki ilk ulu yazılı yapıtlar, onun yaşadığı bölgede, onun soydaşlarınca yazıldı. Türklerin, İslamlık döneminin hemen başında Balasagunlu Yusuf’un yazdığı Kutadgu Bilig, Kırgız topraklarından çıktı. Binlerce yıllık birikimler, Manas söyleyişleri, Kırgız yurtlarında dillendirildi.
Aytmatov’un, Sovyetlerin karanlığında, tüm söylenmesi gerekenleri kimseyi kırmadan incitmeden söyleme becerisi bu betikte de öne çıkıyor. Gerçeği, söylenceler yardımıynan, karşıtlığı en başından kırarak anlatan biçem, Ak Gemi’yi de öteki Aytmatov yapıtları gibi sınırsız, çağsız bir insanlık öyküsü yapıyor. Tek başına Boynuzlu Maral Ana söylencesi bile, bu öykü içerisinde içerisinde öykü anlatımının, gerçeğin, masalsı yanını güçlendirerek aktarımına güzel bir örnek. Adı, yanlış bir aktarımla “Beyaz Gemi” diye çevrilen “Ak-Keme”, bu öykü baylığı içinden çıkan bir yapıt.
Betiğin Rusçadan Fransızcaya, oradan Türkçeye çevrilmesi kimi sözlerin eksik, yanlış aktarılmasının nedeni. Aslında öykünün Kırgız Türkçesindeki adı, “Ak Keme”. Başlıktaki “Ak”, sırasıynan “beliy”, “bılanş, “beyaz” olmuş. “Ak” sözü Türkçenin tüm kollarında aynı anlamla kullanılırken, yerine, Arapçadan Türkçeleştirilen beyaz sözünün kullanılması yanlış bir seçenek olmuş.
Geçmişte kalan Cengiz Aytmatov gibi ulu kişileri, onların eksiklik ve yanlışlıklarına bakarak değil, yazın evrenimize ne kattığını, insanlığa ne sunduğunu bakarak değerlendirmemiz gerekiyor. Aytmatov yapıtlarını Türkçeye çeviren Refik Özdek’in, doğru Türkçeyi, yabancı sözlerden arınmış Türkçeyi kullanma çabasını, bu çevrisinde de görüyoruz. Kısa sürede çok iş yapma zorluğundan kaynaklı eksiklikler olmasa; Refik Özdek, çevrilerini yeniden, yeniden gözden geçirebilme olanağı bulsaydı, dilimizin başkaca sözlerini, unutulan, geriye itilen, yitikmiş sanılan Türkçe sözleri daha çok kullanabilseydi ne güzel olurdu. Ak Gemi, bu sözlerden kimilerini bize anımsatan çevrisiynen, kolayca okunabilen, anlaşılabilen; duygu evrenine kendiliğinden ulaşılabilen bir yapıt.
BEYAZ GEMİ'den...
Isık-Göl kocaman bir denizdir. Burada, bu dalga benim, o dalga senin derken, yüze yüze beyaz gemiye kavuşurdu: “Merhaba beyaz gemi, ben geldim, ben!” derdi. “Her zaman yolunu gözleyen, sana dürbünle bakan ben idim!” O zaman gemideki insanlar da şaşırarak, o harikayı görmek için koşup geleceklerdi. Ve yine o zaman gemici babasına seslenecekti: “Selam baba! Ben senin oğlunum, seni görmeye geldim!”
– “Sen nasıl benim oğlum olursun, yarı insan, yarı balıksın!” ”
– “Sen beni gemiye çıkar, senin oğlun oluveririm!”
– “Çok tuhaf! Pekala, gel de görelim!”
– Babası ağ atıp onu sudan çıkarır, güverteye alırdı. Orada o, yine insan-çocuk oluverirdi. Sonra… Ya sonra?…
Sonra beyaz gemi yoluna devam ederdi. O babasına başından geçenleri, bütün bildiklerini anlatırdı. Yaşadığı dağları, o sevgili kayalarını, akan çayı, ormanı, dedesinin yaptığı gölcüğü ve orada balık gibi gözleri açık yüzmeyi öğrendiğini…
Elbette Mümin dedesinin yanında günlerini nasıl geçirdiğini de anlatırdı. Ona “Kıvrak Mümin” demeleri yüzünden kötü bir kişi olduğunu zannetmesindi babası. Dedelerin en iyisiydi o. Onun gibisi hiçbir yerde yoktur. Biraz saf olduğu için gülüyorlardı ona. Orozkul ise bu yaşlı başlı adama bağırırdı. Hatta ona bağırırken yanlarında başka insanların bulunmasına da aldırmazdı. Ama dedesi kendini savunacağı yerde onu hoş görür, hakkını aramaz, hatta ormanda onun işlerini de görürdü. Onun işlerini görmekte kalsa neyse! Orozkul enişte eve zil zurna sarhoş geldiği zaman o vicdansızın yüzüne tükürmez de, koşup attan inmesine yardım eder, koluna girip içeri sokar, yatağına yatırır, üşümesin, hastalanması diye kendi paltosuyla üzerini örter. Atının eyerini alır, tımar eder, yemini verir. Bütün bunları kızı kısır olduğu için yapıyor. Niçin baba? Niçin? “Çocuk mu istiyorsun? Yap! İstemiyor musun? Yapma!” demek daha iyi olmaz mı? Orozkul enişte Bekey halayı döverken dedemin yüreği yanıyor. Öyle üzülüyor ki, onun yerine kendini dövmesine razı olacağını söylüyor. Hem başka ne yapabilir ki? Bazen koşup kızının yardımına koşmak istiyor ama bu sefer de nine karşı geliyor: “Sen karışma, ne halleri varsa görsünler, yine barışır onlar… Senin gibi koca bir adamı ne ilgilendirirmiş onların işi? Senin karın değil ki karışasın, otur oturduğun yerde!” diyor. Dedem “Ama o benim kızım” diye itiraz edince de, nine “Evleri evimizin hemen yanıbaşında olmasaydı ne yapacaktın peki? Her seferinde atına atlayıp onları ayırmaya gidecek miydin? Bundan sonra senin kızını karı olarak kim alır?” diye cevap veriyor.
Sana sözünü ettiğim nine, senin bildiğin nine değil baba. Sen onu Tanımazsın. Başka bir nine bu. Öz ninem ben küçükken ölmüş. Sonra bu nine gelmiş eve… Bizim orada havanın nasıl olacağı hiç bilinmez. Bazen gök masmavi, bazen de karadır, bazen yağmur yağar, bazen dolu. İşte, bu nine de öyle, nasıl olacağını hiç anlayamazsın. Bir bakarsın neşeli, bir de bakarsın kudurmuş. Öfkelendiği zaman insanı diri diri yutacakmış gibi olur. Böyle zamanlarda dedem ve ben hiç sesimizi çıkarmayız. Ninem benim bir yabancı olduğumu söylüyor. Boşuna yedirip içirirlermiş beni, onlara hiç hayrım dokunmazmış. Ama baba, ben yabancı değilim ki! Her zaman dedemle beraberdim ben. Asıl yabancı olan kendisi çünkü sonradan gelen o. Kalkmış bir de bana yabancı diyor!…
Bizim orada kışın öyle çok kar yağar ki ta benim boynuma kadar çıkar. Her tarafı örter. Eğer ormana gitmek istesek, ancak boz at Alabaş’a binerek gidebiliriz. O, karları yara yara geçer. Rüzgârda öyle şiddetli eser ki ayakta duramazsın. Gölde koca koca dalgalar olunca, senin gemin bir o yana, bir bu yana sallanınca, bilesin ki o dalgaları çıkaran, gemiyi sallayan, bizim San-Taş rüzgârıdır. Dedemin anlattığına göre, çok çok eskiden, düşmanlar topraklarımızı ele geçirmek için adlarını koşturup gelmişler. Ama San-Taş rüzgârı öyle bir esmiş, öyle bir esmiş ki, eğerlerin üzerinde bile duramamışlar, atlarından inip yaya yürümek zorunda kalmışlar. Ama yürümek ne mümkün, yüzlerine yüzlerine vuruyor rüzgâr. Bu defa rüzgâra sırtlarını dönmüşler. Rüzgâr da onları öyle kuvvetli gitmiş ki, durup arkalarına bile bakamamışlar. Ve rüzgâr, bir tekini bile bırakmadan sürüp Isık-Göl’e dökmüş onları. İşte biz böyle bir yerde yaşıyoruz! O rüzgâr bizim taraftan başlar. Çayın ötesindeki orman kış boyunca çatırdar, uğuldar, inilder durur. Böyle korkunç rüzgâr olur işte.
Kışın ormanda pek iş yoktur. Kışın ıp-ıssız olur orman. Ama yazın hayvan sürüleri gelir bizim oralara. İnsanların yılkı ya da koyun sürüleri ile geceyi geçirmek için büyük çayıra geldikleri günü çok severim. Gerçi ertesi gün ormana giderler ama, olsun, çok iyi olur onların gelişi. Kadınlar ve çocuklar kamyonlarla gelirler. Kamyonlarda çeşitli eşya ve yurtlar vardır. Yerleşmeleri için biraz zaman bırakırız onlara. Sonra dedemle birlikte “hoşgeldin”e gideriz. Hepsinin eline sıkarız. Ben de sıkarım ellerini. Dedem önce küçüklerin el uzatmaları ve el sıkmaya en büyükten başlamaları gerektiğini söylüyor. El uzatmamak karşısındaki insanlara saygısızlık etmek olurmuş. Yine dedemin dediğine göre, her yedi kişiden biri peygamber olabilirmiş. Peygamber çok iyi, çok akıllı bir insandır. Onun elini sıkan ömür boyu mutlu olurmuş. Ben de şöyle derim: “Öyleyse peygamber peygamber olduğunu niçin söylemez? O zaman hepimiz gidip elini sıkardık.” Dedem bu soruma gülüyor, “asıl mesele bu işte”, diyor, “peygamberin kendi de bilmez peygamber olduğunu, o da ötekiler gibi bir insandır. Yalnız haydutlar haydut olduklarını bilirler.” Bunlardan pek bir şey anlamıyorum. Bazen sıkılıyor, utanıyorum ama yine de el uzatıp hepsini selamlıyorum.
Ama dedemle büyük çayır’a gittiğimiz zaman hiç sıkılmıyorum.
Dedem onlara: “Ata-baba yaylasına hoşgeldiniz. Hayvanlarınız iyi, canlarınız esen mi? Çoluk çocuğunuz rahat mı?” Diyor. Ben konuşmuyor, el sıkmakla yetiniyorum. Onların hepsi dedemi, dedem de onların hepsini tanıyor. Şansı var dedemin, sohbet etmesini biliyor. Onlara sorular da soruyor. Ben ise öteki çocuklarla ne konuşacağımı bilemiyorum. Ama az sonra başlıyoruz saklambaç, savaş oyunu oynamaya. Öyle eğleniyoruz ki, oyunu bırakıp dağılmak istemiyoruz hiç. Ah hep yaz olsaydı! Ah her zaman başka çocuklarla çayırda oynayabilseydim!
Biz oynarken ateşler yakılır. Bu ateşler yakılınca bütün çayırların aydınlandığını sanma. Hiç öyle değil. Yalnız ateşin çevresi aydınlanıyor, ama uzağı eskisinden de daha karanlık oluyor. İşte biz o karanlıkta oynarız savaş oyununu. Orada gizlenir ve sonra birden hücuma geçeriz. Tıpkı sinemadaki gibi! Eğer kumandan isen herkes sana itaat eder. Kumandan, kumandan olduğu için mutlu olmalı…
Sonra, dağların arkasından ay doğar, yükselir. Ay ışığında oynamanın tadına doyum olmaz. Ama dedem beni eve götürür. Çayırdan, fundalıktan geçerek eve döneriz. Koyunlar rahat rahat yatarlar, atlar ise çevrede otlar. O sırada kulağımıza bir ses gelir, bir türkü söylenmektedir. Ya genç ya da yaşlı bir çobandır bu türküyü söyleyen. Dedem beni hemen durdurur: “Bak dinle”, der, “böyle türküyü her zaman duyamazsın.” Orada durup dinleriz. Dedem içini çekerek sesin geldiği tarafa bakar ve başını sallar.
Dedem diyor ki, geçmiş zamanların dilinde, bir han başka bir hanı tutsak kalmış. Bu Han tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm demiş. Tutsak han düşünüp cevap vermiş: Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce benim vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum.”
– “Ne yapacaksın o çobanı?”
– “Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum.”
Dedem diyor ki, işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim! Herhalde onlar büyük şehirlerde yaşıyorlar.
Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: “İlahî! Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Ne türküler yakmışlar ya Rabbim!”
Bilmem neden, o anda dedeme çok acıyor, onu öyle seviyorum ki ağlamak geliyor içimden.
s.39-43
Okur Görüşlerine Açık Sayfa