Beyaz Gemi
Cengiz Aytmatov’un 1970 yılında yayımlanmış, çocuk gözüyle büyüklerin dünyasına bakışı, Türk söylenceleri ve güçlü Kırgız geleneğiyle buluşturmuş bir öykü Beyaz Gemi.
Dede, torun ve doğa ilişkisi izleğinde kurgulanan öykünün, Kırgız Türkçesindeki adı, Ak Keme. Ak sözcüğü Türkiye Türkçesinde de yaygın olarak kullanılmasına karşın, Arapçadan dilimize geçen beyaz karşılığı seçilmiş ve çeviriyle aynı söz farklıymış algısı oluşmuş. Ne yazık ki bu türden çeviri yanlışları, özellikle Türk topluluklarının yapıtları arasındaki aktarımlarda sıkça karşılaşılan, duyarsızlıkla artan olumsuzluklar.
Yazıldığı dönemde Sovyet düzenine ilişkin göndermeler içerdiği bahanesiyle seçkinlerce çok eleştirilen öykü, Kırgız Türk’ü oyuncu, yazar ve yönetmen Bolotbek Şamşıyev tarafından, 1975 yılında sinemaya uyarlanmış. Ak Gemi, çocuk oyuncu oynatmanın zorluklarına karşın, yönetmenin başarılı seçimleriyle izleyicilerin beğenisini kazanmıştır. Öykünün, tüm eleştirleri boşa çıkaran güçlü kültürel yapısı, uyarlama diline de katkı sağlamış ve kurmaca, Kırgız Sinemasının önemli yapıtları arasında kendine yer bulmuştur.
Cengiz Aytmatov, öykünün, herkesi şaşırtan sonuna ilişkin yapılan eleştirilere verdiği yanıtta, biçeminin oluşmasına katkı sunan, Kırgız halkının uzun ve kesintisiz kültür aktarımıyla koruduğu yapının da ipuçlarını veriyor:
“Ak Gemi’de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul’un değildir. Eleştirmenler burada yanılıyor, kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikayenin yazarı olarak bunda direniyorum.
D. Starikov, yazısında, çocuğu koruyabilecek gerçek güçlerin varolduğunu söylüyor. Elbette böyle güçler olmasaydı, durum çok, ama çok üzücü olacaktı. Bunun içindir ki çocuğun ölümü bu derece inanılmaz, dayanılmaz bir hal alıyor. Bazı okuyucular, yazar çocuğun geleceğini daha tatlı bir sona bağlayamaz mıydı? diye soruyorlar. Hayır, ben burada serbest davranmış değilim. Sanat düşüncesinin mantığı budur. Su mantığın yönetimi ne yazık ki yazarın elinde olmayan prensiplerdir.
Bir okuyucum bana yazdığı mektupta dediği gibi, Orozkul’u tutuklatamazdım; Mümin Dede’ye emekli maaşı bağlatarak bir huzur evine gönderemezdim; çocuğu şehirde bir yatılı okula yerleştiremezdim. Bu davranış çok iyi olurdu elbette, ama, kötülüğün de bir genel affa uğratılması demek olacaktı. iki yoldan birini seçmem gerekiyordu: bu hikayeyi yazmak ya da yazmamak. Yazmak ancak böyle olurdu. Bir başka yazar belki başka türlü yazardı.”
Beyaz Gemi'den
…
Kışın ormanda pek iş yoktur. Kışın ıpıssız olur orman. Ama yazın hayvan sürüleri gelir bizim oralara. İnsanların yılkı ya da koyun sürüleriyle geceyi geçirmek için büyük çayıra geldikleri günü çok severim. Gerçi ertesi gün ormana giderler ama, olsun, çok iyi olur onların gelişi. Kadınlar ve çocuklar kamyonlarla gelirler. Kamyonlarda çeşitli eşya ve yurtlar da vardır. Yerleşmeleri için biraz zaman bırakırız onlara.
Sonra dedemle birlikte hoşgeldine gideriz. Hepsinin elini sıkarız. Ben de sıkarım ellerini. Dedem önce küçüklerin el uzatmaları ve el sıkmaya en büyükten başlamaları gerektiğini söylüyor. El uzatmamak karşısındaki insanlara saygısızlık etmek olurmuş. Yine dedemin dediğine göre, her yedi kişiden biri peygamber olabilirmiş.
Peygamber çok iyi, çok akıllı bir insandır. Onun elini sıkan ömür boyu mutlu olurmuş. Ben de şöyle derim: Öyleyse peygamber peygamber olduğunu niçin söylemez? O zaman hepimiz gidip elini sıkardık. Dedem bu soruma gülüyor, Asıl mesele bu işte, diyor, peygamberin kendi de bilmez peygamber olduğunu, o da ötekiler gibi bir insandır. Yalnız haydutlar haydut olduklarını bilirler. Bunlardan pek bir şey anlamıyorum. Bazen sıkılıyor, utanıyorum ama yine de; el uzatıp hepsini selamlıyorum.
Ama dedemle büyük çayıra gittiğimiz zaman hiç sıkılmıyorum. Dedem onlara: Ata-baba yaylasına hoşgeldiniz. Hayvanlarınız iyi, canlarınız esen mi? Çoluk çocuğunuz rahat mı? diyor. Ben konuşmuyor, el sıkmakla yetiniyorum. Onların hepsi dedemi, dedem de onların hepsini tanıyor. Şansı var dedemin, sohbet elmesini biliyor. Onlara sorular da soruyor. Ben ise öteki çocuklarla ne konuşacağımı bilemiyorum. Ama az sonra başlıyoruz saklambaç, savaş oyunu oynamaya. Öyle eğleniyoruz ki, oyunu bırakıp dağılmak istemiyoruz hiç. Ah hep yaz olsaydı! Ah her zaman başka çocuklarla çayırda oynayabilseydim!
Biz oynarken ateşler yakılır. Bu ateşler yakılınca bütün çayırın aydınlandığını sanma. Hiç öyle değil. Yalnız ateşin çevresi aydınlanıyor, ama uzağı eskisinden de daha karanlık oluyor. İşte biz o karanlıkta oynarız savaş oyununu. Orada gizlenir ve sonra birden hücuma geçeriz. Tıpkı sinemadaki gibi! Eğer kumandan isen herkes sana itaat eder. Kumandan, kumandan olduğu için mutlu olmalı…
Sonra, dağların arkasında ay doğar, yükselir. Ay ışığında oynamanın tadına doyum olmaz. Ama dedem beni eve götürür. Çayırdan, fundalıktan geçerek eve döneriz.
Koyunlar rahat rahat yatarlar, atlar ise çevrede otlar. O sırada kulağımıza bir ses gelir, bir türkü söylenmektedir. Ya genç ya da yaşlı bir çobandır bu türküyü söyleyen. Dedem beni hemen durdurur: Bak dinle, der, böyle türküyü her zaman duyamazsın. Orada durup dinleriz. Dedem içini çekerek sesin geldiği tarafa bakar ve başını sallar.
Dedem diyor ki, geçmiş zamanların birinde, bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına: Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm, demiş.
Tutsak han düşünüp cevap vermiş:
Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum.
-Ne yapacaksın o çobanı?
-Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum.
Dedem diyor ki, işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim! Herhalde onlar büyük şehirlerde yaşıyorlar.
Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: İlahi!
Ne büyük insanlarmış eski insanlar!
Ne türküler yakmışlar ya Rabbim!
Bilmem neden, o anda dedeme çok acıyor, onu öyle seviyorum ki ağlamak geliyor içimden.
…
Okur Görüşlerine Açık Sayfa