leyla ile Mecnun
Nizami, Selçuklu döneminde yaşamış, bir Türk şairidir. Ancak, anlağından süzülen arı, duru düşüncelerini, dönemin koşulları gereği, Fars diliynen yazmıştır. Yapıtlarıyla, toplumun algısına derinlik kazandırdığı gibi, Fars dilinin gelişmesine, sanatsı yönününü ilerlemesine de büyük katkıda bulunmuştur..
Asıl adı İlyas olan Nizami, Gence’de doğmuştur. Doğumu için 1138-1145 yılları, ölümü içinse 1203-1206 yılları olası görünmektedir.
İlk yapıtı “Mahsenü-l Esrar Rum”, ikincisi “Hüsrev ile Şirin” üçüncüsü ise “Leyla ile Mecnun”dur. Yapıtları, kendisinden sonra gelen bir çok ulu ozana esin kaynağı olmuştur. Benzerlerinin çoğalmasına karşın, günümüze dek yazılanlar arasında, Genceli Nizami’nin sözleri, söyleyiş biçemi, anlatı etkisi, doruktaki öncü yerini korumuş, gücünü yitirmemiştir.
Tüm yapıtlarını, ya Selçuklu sultanlarına, ya da Selçuklu’nun egemenliğini tanımış sultanlara sunmuştur. Dördüncü yapıtı “Heft Peyker”den sonra “Şerefname”, “ikbalname” adlarını taşıyan iki bölümden oluşan “İskendernâme” Genceli Nizami’nin son yapıtıdır.
Genceli Nizami, Leyla ile Mecnun betiğine, Tanrı’ya hamd, Muhammet Yalvaç’a övgü ile başlar. Muhammet Mustafa’nın Miraç’ı, “Yaratılış” konularını anlatır. Leyla ile Mecnun’u yazma nedenini açıklar, sultana saygısını sunar. Oğlu, kendisi, ana babası, arkadaşları ile ilgili yazılara geçer. Yaşama ilişkin öğütler bölümünden sonra öyküye sıra gelir.
Öyküyü insanlığa Türk şairi Genceli Nizami armağan etmekle birlikte Leyla ile Mecnun, bir Arap söylencesidir. Anlatılanlar, bir Arap sultanıynan vezirinin çocukları, Kays ile Leyla’nın öyküsüdür.
Leyla ile Mecnun'dan...
Hikâyenin Başlangıcı
Hikâyeyi söyleyen, bu sözün incisini deldiği zaman şöyle söyledi:
Arap mülkünün en güzel yerinde bir büyük adam varmış. Benî Âmir kabîlesinin reisi olan bu zat o civarın en mâmur vilâyetinin hâkimi imiş. Arap toprağı onun adının rüzgârıyla kadehindeki şaraptan daha güzel kokuluymuş. Hüner sahibi, erlikte eşsiz; hulâsa bütün âlemin en değerlisi. Dileğince ömür sürmek hususunda Arabın sultanı, zenginlik bakımından da Acemin Karun’u. Fakirleri okşar misafiri sever; onun evinde ikbal, âdeta kabuğunun içinde iç gibiymiş.
Halife kadar meşhur olduğu halde bir halefi (oğlu) olmadığından nursuz bir mum gibi. Evlâda sedeften daha ziyade muhtaç; başak gibi tane arzusunda. İstiyor ki bahtının eli, ağacından bir dal yetiştirsin. Bir servi ağacı zaman ile mahvolur; fakat kökenden yeni sel yetişir. Ve bir sülün o çimene geldiği zaman eski servinin yerinde yenisini bulur ve eski ağacı bulamazsa da yenisinin gölgesine sığınır. O da böyle olmasını istiyordu. Kendi neslinden hayata bir halef armağan eden bir insan daima diridir.
Bu dileğinin olması için ihsanlar veriyor, fıkaraya paralar dağıtıyor, Bin Bedre (altın) veriyor bir bedire (ayın on dördü ) nail olmak için. Gül ekiyor, fakat yetişmiyor. İnci istiyor, elde edemiyor; bundan vaz da geçemiyor.
Bilmiyor ki bu gecikmede de bir hikmet, bir nasihat vardır. İsteklerin zamanında eline geçmezse bil ki onda bir hikmet vardır.
Kendi düşüncene göre iyi veya kötü saydığın şeyler iyice dikkat edersen daima iyidir, dileklerini elde edip bahtiyar olanlar görürsün. Fakat dikkat edersen görürsün ki onlar bu şekilde bahtiyar olmasalardı daha iyi olacaktı.
Bir çok isteklerin ele geçmemesi insan için hayırlıdır.
Herkes dileği peşinde hararetle koşuyor; fakat kendisi için hayırlı olan nedir bilmiyor.
Gaybı kimse bilmiyor. Kilit sandığın bir çok şeyden anahtar çıkıveriyor. Lâl madeni nasıl lâl yetiştirmeye kendine vakfetmişse, bu inci isteyen adam da evlâda öyle düşkündü.
Nihayet bir gün Tanrı duasını kabul ve ona dilediği gibi bir evlat ihsan etti. Nar gibi güler yüzlü ve neşeli bir taze gül. Ne nar, ne gül, onlardan bin kere daha güzel. Parlaklıkta pırıl pırıl parlayan bir inci. Bu toprak sarayda (dünyada) geceleri gündüze çeviren bir ışık. Babası oğlunun güzelliğini görür görmez hazinelerinin kapılarını açtı. Hazinesinden yetişen o incinin şerefine gül gibi (gülün içindeki sarı tohumlar) hazineler saçmaya başladı. Onu bir süt nineye verdiler. Onun kuvvetli sütüyle beslenmeye başladı. Devran bir dâye gibi onu şefkat sütüyle besledi. Gönlüne damlayan her damlası üzerine bir “vefa” yazdılar. Gıda namına verdikleri her şey içine gönül sevgisi kattılar. Yanağına, nazar değmesin diye, çektikleri her yanmış üzerlik tohumu çizgisine bir gönül efsunu okuyup üflediler.
Lale gibi ağzını sütle yıkıyor; beyaz gül yaprağı gibi sütle yetişiyordu.[1]
Zannedersin ki bu çocuk süt içinde baldı. Yahut beşik içinde bir ay parçasıydı.
Ayın on dördüncü günü gelince yani on dört günlük çocuk ayın on dördü gibi olunca ona “Kays” adını verdiler.
Kays bir yaşına geldi. Güzelliği arttı. Ona aşk iki eliyle su veriyordu. Ve onda aşk cevheri parlıyordu. İki üç sene zevk ve oyunla geçti. Şefkat içinde büyüyordu yedi yaşına gelince lâle gibi yanağının etrafında menekşe renginde hat “tüy” belirdi. Yüzünü uzaktan gören ona okuyup üflüyordu. On yaşına gelince güzelliği halk arasında masal haline geldi. Babası onu görünce sevincinden ne yapacağını bilmiyordu. Artık mektep zamanı gelmişti. Kays’ı bir hocaya teslim ettiler. Gece gündüz onu okutmakla meşgul olacaktı. Mektepte bir çok çocuklar onunla arkadaş oldular. Her çocuk öğrenmek ümidi ve ceza korkusuyla okuyup çalışıyordu. Bu erkek yavrular arasında birkaç da kız çocuğu vardı. Her biri bir kabileden, bir yerden gelip o edep sarayına toplanmıştı.
Hünerli Kays, ilim öğrenmeye çalışıyor, Yakut gibi kırmızı dudağı inciler saçıyordu. Orada başka bir kabilenin sedefinden bir delinmemiş inci, belki bir inci ve cevher dizisi vardı.
Sıhhatli mükemmel güzel bir kız. Akıl gibi iyi şöhrete sahip. Zarif bir bebek kadar güzel; ay gibi bir kız. Yüksek selvi gibi herkesin bakışını kendine çeken bir dilber.
O kadar cilveli ki ufak bir yan bakışta bir değil bin sine yarar. Bir ahu gözlü ki her zaman bir cilvesiyle bir cihanı öldürür. Göründüğü zaman Arabistan Ay’ı; gönül kapmak da Acem Türk’ü. Zülfü gece, yanağı meşale. Yahut karga pençesinde bir meşale. Ağzı küçük, fakat mertebesi büyük. Geniş bir lezzeti dar bir muhafaza sığdırmış bir şeker kutusu.
Tatlı tatlı konuştuğu zaman dişleri arasından şeker kırıyoruz zannedersin. O ordular kıran dilber, elbette şeker kırar. Arkadaşları arasında bir muska ve en güzellerin ağuşuna lâyık.[2] Hayat evinin hanımı, gençlik kaidesinin şah beyti; alnından inciler gibi damlayan ter damlaları onun zehn bendi[3] ve zülfününün halkası da amberini idi[4].
Yanağının allığı sütle beslenen kandandı. Anadan doğma sürmeliydi. Zülfünün siyah teline ve onun bir düğümü gibi duran benine, güzelliğinin incileri dizilmişti. Her gönülde onun aşkı vardı. Saçı gece (Leyl), adı da (Leyla) idi. Kays, ondaki cazibeye gönül verdi ve gönül mihri (nikâh) ile onu satın aldı. O da Kays’ın sevdasına düştü ve her ikisinin göğsünde sevgi fidanı yetişti. Aşk geldi ve birbirine çok uygun olan bu iki gence ilk aşk kadehini sundu. İlk sarhoşluk, ilk şarap çok zordur. Hiç sevdayı tatmamış bir gönlün ilk düşkünlüğü çok zordur. Sevgi gülünü kokladıktan sonra artık birbirinden ayrılmalıdırlar. Bu (Kays), canını onun güzelliğine vermiş; sevdiğinin gönlünü almış; fakat canını (ki sevdiğidir) elde edememiş.
O (Leyla), bunun (mecnunun) yanağına göz koymuş: ona gönül vermiş, fakat onun gönlünün muradını vermemiş.
Arkadaşları, ilim öğrenmek hesabında; bunlar sevgi peşinde. Arkadaşları, lügatlar öğreniyorken bunlar başka bir lügat yazıyorlar. Arkadaşları ilimden bir yaprak okuyorken bunlar sevgi teneffüs ediyorlardı.
Arkadaşları “faal” vezninin binasını söylerken, onlar hasbihal ile meşguldüler. Arkadaşlar hesapta ilerlerken, onlar kendi hesapları ile uğraşıyorlardı.
s.61-67
[1] Lale oyumundan koparıldığı zaman koptuğu yerde süt gibi beyaz bir usare vardır. Beyaz gül yaprağı da süt gibi beyaz gülün yanında yetişir.
[2] Miyan, kenar.
[3] Bir nevi kadın süsü
[4] Boyuna bağlanan bir nevi kadın süsü.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa