Title Image

Bir Şoförün Gizli Defteri

Aka Gündüz (Enes Hüseyin Avni)
aka gündüz

Bir Şoförün Gizli Defteri

Asıl adı Hüseyin Avni olan Aka Gündüz, Mustafa Kemal Atatürk gibi Selanik’te doğan, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale öyküsünün geçtiği Serez’de çocukluğunu yaşayan bir Türk Aydını.

 

Bir Türk devletininin yıkılışına, yenisinin kuruluşuna tanıklık eden kuşağın etkili yazarı Aka Gündüz, “Bir Şoförün Gizli Defteri” ile zorlu geçiş döneminin yaşayanları arasına buyur eder okuyucuyu. Sürücü olmakla yetinmeyen, “Türk” sıfatıyla anılmayı hak edecek çabaların içine giren roman kahramanı, birey, toplum, devlet işleyişini iyi, kötü yönleriyle açıkça serer, iyiden, güzellikten yana tavır alır. Kimileyin sefih, sefil toplum katmanlarını gözletir, yaşanılanlara tanıklık ettirir okuyanları; kimileyin, küresellerin üstümüze saldığı kiralık orduları önüne katıp Ankara’dan dolu dizgin İzmir’e akan Türk Ordusunun bir parçası, yurdu için çarpışanların yoldaşı yapar.

 

Yazarın yapıtlarından esinle sinema uyarlanmışAllah Kerim”, bir Türk kızının kişilikli tutumunu ortaya koyarken, Bu Toprağın Kızları” madalyonun öteki yüzünde yaşanılan düşüklükleri ve nedenlerini aktarır. “Bir Şoförün Gizli Defteri”, Türk kızlarının “kirletilmiş”  dünyalarının yer yer tanığı, kiminde öznesi olan sürücüyle bu halkayı genişletir.

BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ'nden...

İznim bitmeden muvakkaten Karargâhı Umumiye nakledildim ve emri aldığımın dördüncü günü sabahleyin, erkenden Çankaya’dan hareket ettik… Üç beş otomobiliz. Nereye gidiyoruz? Belli değil. Akşam geç vakit sessiz sedasız Karargâha geldik. Gizli bir faaliyet var. Kumandanlar gelip gidiyor, gündüzleri pinekliyorum, geceleri bitmez tükenmez bir faaliyetle geçiyor.

Nihayet işi sezdim. Umumî taarruz var. Ne vakit? Ne gün demeğe kalmadı. Yirmi beş ağustos gecesine girdik. Otomobilleri boğazın methalinde bıraktık. Sağımızda heybetli ve mutasallip bir karanlık var: Kocatepe! Kıvrana kıvrana sağa çıkacağız. En önde bir piyade neferi. Elinde sarı ışıklı küçük bir fener. Arkasında Gazi, sonra Fevzi Paşa ve kumandanlar… Sarı ışığın dekoru önünde hepsinin silüetlerine, adlı endamlarına baktım. Bunca harplere girdim, çıktım, bu dakikadaki ürperişim kadar bir ürperişe tutulmadım. Tepeye tırmandıkça başımızın üstünde koyu mor bir aydınlık peyda oluyor. Seher vakti yaklaşıyor. Sarı fenerli nefer, Gazi’nin başı üstünde, bazı sağında, bazı solunda… Patikada yol gösteriyor. Bu sefer yeni Türk tarihine yol gösteren neferdir.

Gazi ömründe bir kişiye tapar: Bu nefere!

Bu neferin bir tek adı var: Mehmet!

Bu Mehmet’in bir tek sıfatı vardır: Meçhul asker!!

Ve biz kıvrana tırmana çıkıyoruz.

Hiç kimse konuşmuyor.

Kuru toprak üzerinde hafif bir nal sesi bile yok.

Yalnız birbirimizin nefeslerini işitiyoruz.

Göğsüm bir demir külçesi, başım bir demir yuvarlak, vücudum bir demir yığın… Yalnız o ürperiş. O ne tatlı ve mâna verilmez ürperişti.

 

Kocatepe’nin tepesindeyiz.

Tarassut dürbünleri, telefonlar hazır. Bana bir asır gelen tarassut. Sonra bir mükâleme. Mor gök açılıyor. Sabah oluyor. Tam vakit. Bir telefon işledi. Kalplerimiz durmuş muydu, ne… Altmış batarya birden ateşe başladı. Karşı siperlerde alev ve toprak sütunları… Karşı göklerde pamuk yığınları… Altmış bataryanın dünyayı sarsan sesi arasında bir tek ses daha yükseliyor: iki taş arasında oturan Feyzi Paşa makamla Kur’an okuyor…

 

Sabah oldu.

Bütün bu manzarayı daha iyi görüyoruz. Beş on dakikada tanzim olunan ateş yağmurundan daha ulvi bir manzara… Piyade hücum hatlarımız sağa sola, sola sağa dalgalana dalgana ilerliyor, göğün pembe ışığı altında süngüler parlıyor

Ateş yağmuru ikinci hat siperleri geçti. Çünkü dalga dalga ilerleyen hücum hatlarımız birinci düşman siperlerine girdi.

Gazi bir kayanın üstünde, parmaklarının arasında bir sigara, hücum hatlarımızın gidişini, girişini ve galebe çalışını seyrediyor.

Bataryalar, mitralyözler, tüfekler ve kasaturalar yekpare bir âhenkle bir ölüm ve hayat senfonisine başladı.

Ben düşman donanmalarının göğüslerimize savurduğu salvoları da seyrettim, onları da dinledim: Bizim bu senfonimizin binde biri kadar ahenkli ve müessir değildi.

İstiklâl isteyen milletler!

Bu senfoniyi talim ediniz.

Feyzi Paşa’nın sesi yavaşlıyor, sabah gündüzleşiyor, yeni tarih Gazi’nin şekline bürünmüş, ufukları gösteriyordu…

İlerliyoruz. Fakat gelen haberler bu ilerleyişin yıldırım sürati ile olduğunu bildiriyorlar.

Ben derhal serî otomobil bölüğüne verildim. Kıt’alarımız Afyon’a doğru ilerliyorlar. Şuhut kasabasına on kilometre mesafedeki Efesultan Köyü’ne topçu mühimmatı yetiştirmek için on otomobille hareket ettim. Oradaki elli ton peksimeti de Şuhut’a getirecektim.

Cephaneyi aldım ve Afyon şosesi üzerinde ilerledim. On kilometre gittim. Fakat Efesultan köyünü göremedim.

İki düşman tayyaresi pek yüksekte ve önümüzdeydi, fakat endahtları isabetsizdi. Efesultan’ın beş kilometre ilerisinde düşman siperlerinin bulunduğunu söylemişlerdi.

On birinci kilometreyi de geçtim. Gene ne köy var, ne bir fert. İlerisi tehlikeliydi. Ne olursa olsun, bizim vazifemiz cephaneyi topçu mevzilerine yetiştirmekti. Ben gayriihtiyari düşünceye vardım. Tam bu sırada eksik olmasınlar, düşman topçuları ikaz ettiler! O andaki vaziyeti söylemeye tabi hacet yok! Soldan geri marş!

Aferin şoför arkadaşlar! Aldıkları emir üzerine öyle ustaca ve süratli bir dönüş yaptılar ki, ağzımın suları aktı.

Gerisin geriye hareket ettik… Bu sefer de karşımıza bir süvari müfrezesi çıkmasın mı? Dörtnalla üzerimize geliyorlar! Çok tehlikeli bir vaziyette kaldığımızı anladım. Otomobillerdeki topçu mühimmatını kurtarıp mahalline ulaştırmak elzemdi. Süvarilere karşı sıkı bir ateşle karşı koymaya hazırlanırken içime birdenbire bir su serpildi. Gelenler bizim süvarilerimizmiş. İyi ki, itidalimizi kaybederek ateş açmadık. Meğer Efesultan yolun kenarında, bir sırtın arkasındaymış. Topçular bizim hududu geçtiğimiz görmüşler hemen süvarileri koşturmuşlar.

Cephaneyi teslim ettik ama, belimizden aşağıya da çeşme gibi terler boşandı.

Peksimet nakliyatımız da bitirince: Hurra!..

Hurra ya, Afyon’un istirdadı haberini aldık.

Bir emir daha aldım. Bu evvelkinden mühimdi. Şuhut’a kırk kilometre mesafede iki cephane depomuz vardır ki, bunlar seksen otomobil ve bütün ordu vesaiti ile altı ayda oraya depo edilmişti.

Biz kırk sekiz saat zarfında Şuhut’a naklettik: Yaşasın şoför milleti!

Biz iyi adamlarız, yalnız biz yaşamayalım, şoför milletini beğenmeyenler de, sevmeyenler de yaşasınlar!

Bu iki depoyu nakledip bitirinceye kadar ne zabitlerde ne de neferlerde bir damla uyku yok… Yemek içmek yok… Gelsin nakliyat… Habre taşı! Habre yüklet!

Çok şükür bitirdik.

Bu sırada bir otomobil devrilip sakatlandı. Kaydının terkini için İsmet Paşa’dan istizan ettim. Garp Cephesi Kumandanı şunu söyledi: 

– Türk otomobilcileri ve kullandıkları otomobiller vazifelerini hakkıyla yapmışlardır. Diğerlerine yedek olmak üzere kaydını terkin edebilirsiniz.

Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum, fakat bizden sonra gelecek şoförler, bu sözleri dimağlarından ve vicdanlarından çıkarmasınlar.

İstirdadın ikinci günü bölükle Afyon’a girdim. Düşmanım yaktığı çarşının bir kısmı henüz tütüyordu.

Köpüklü bir sade kahve canımıza canlar kattı. O gece gene bir emir aldım. Gece yarısı gene on otomobille hareket ettim. Çobanlar istasyonundaki cephaneyi ordu birinci kademesine taşıyacaktık.

 

Ben otomobilimle başta gidiyordum. Şosenin iki tarafında tel örgüler vardı. Karanlıktı. Karpit lambalarının yardımı ile gidiyorduk. Bir gümbürtü… Kendimi bir hendeğin içinde buldum. Ne olduğunu anlayamadım. Meğer tel örgülerin gerisindeki İstihkamlara gelmişim ve şosenin altından bir siper geçiyormuş. Üzerine piyadeler için çerden çöpten bir şey yapmışlar. Motorda bir şey yoktu. Yalnız dingil fena halde eğilmişti. Habre çocuklar!

Yallah! Büyük bir ateş yaktık. Dingili kızdırdık. Düşmanın tahrip ettiği raylar ve traversleri balyoz, çekiç yerine istimal ettik. Dingili doğrulttuk. İstihkamı da doldurarak otomobillerin hepsini geçirdik. Bir müddet sonra arka tarafın gelmediğini gördüm. Vay canına! En nihayetteki otomobil alevler içinde yanmıyor mu? Meğer şoför manyetonun tozdan topraktan muhafazası için paçavra sarmış, egzoza dokunmuş, oradan karbüratör, oradan benzin deposuna falan derken ahşap kısım yandı gitti. Yolda bıraktık.

Sabaha karşı çobanlar istasyonuna geldik.

İlk ganimet! Benzin valilikleri! Hemen noksanlarımızı ikmal ettik. Cephaneyi aldık. Afyon-İslamköy istikametine hareket ettik. Ordu birinci kademesini İslamköy’de bulmak ne mümkün! Askerler habre ilerliyorlar…

Yetişmek için haydi! Dumlupınar’a geldik…

 

Yolda epeyce eğlenceli kavgalar ettik. Ağır topçu müfrezelerine tesadüf ettik…

– Aman yol verin!

– Olmaz! Biz İzmir’e sizden önce varacağız.

– Zaman yol verin! İleriye cephane götüreceğiz.

– Olmaz!

Bir alay, bir şaka, bir gürültü derken yol veriyorlar, geçiyoruz. Beş altı yüz metre derinliği olan bir topçu müfrezesini yanlayıp geçmek epeyce zormuş.

İsmet Paşa’yı karargâhı ile orada buldum. Emre intizar etmemi bildirirdi. Bir gün kaldık. Sürü sürü esirler seyrettik. Türkçe bilen bir zabitlerine tesadüf ettim:

– Ulan! dedim. Beni hendeğe düşürecek ne vardı. Kaçarken bozuk yolun çukurunu tamir edip kaçsaydınız ya… Nasıl olsa buluşacaktık.

Bu alayıma o bile güldü.

Tayyarelerimiz vızır vızır işliyor. Havadan inmeden raporlarını atıyorlar. Anladık ki, Uşak yanıyormuş ve kıt’alarımız şehre girmek üzereymiş. Yaşa Mehmet!

Ön kademeyi bulmak için gece hareket ettik. Karpit az olduğu için tek lambalarla gidiyoruz.

Yollarda gene bir patırtı. Sen geçeceksin, ben geçeceğim. Bereket versin ki, cephane yüklüyüz. Haber alınca yol veriyorlar. Ordunun birinci kademesini bulmak ne mümkün! Habre ilerliyor. Dördüncü gündür ki, takip ediyoruz. Bu sebepten erzakımız kıtlaştı, hatta büsbütün erzaksız kaldık. Fakat ilerliyoruz. Bir mola esnasında takım çavuşu elinde bir teneke ile karşıma dikildi. İçine baktım, peksimet dolu! Nereden bulduğunu sormadan:

– Aman dedim. Birer tane efrada dağıtalım.

– Hayır efendim, dedi. Efrat bunu size gönderdi. Arzu ederseniz daha bir teneke getireyim.

Meğer neymiş? Efesultan’dan peksimet nakletmemiş miydik? Efrat ne olur ne olmaz diye içinden bir kısım peksimet aşırmışlar, şoför mahallerinin alt kısımlarını tamamen doldurmuşlar. Gece çalıştığımız için uykuları gelmesin diye fındık fıstık yerine yiyorlarmış.

Böyle hırsızlıklar haber verilmez doğrusu. Şeriki cürüm sıfatını takınarak ben de gövdeye iki peksimet indirdim.

Demek erzakımız, benzinimiz tamamdır. Haydi yola devam. Olur şey değil bunlar yahu! Otomobillerle takip ettiğimiz halde kıt’alarımıza yetişmek imkanı yok. Yollarda yalnız düşman ganimetleri ve esirler… Piyade ile topçu kıtaları arasında ilerliyoruz. İleri, ileri, daima ileri…

Yunan kıt’alarının parça parça dağlara sığındıkları, hatta gerilerde de taburlar bulunduğunu öğrendik. On otomobil, yirmi beş mürettebat… Ne olursa olsun ileri!

Akşam üzeri yanan Uşak’ta kızıllıklar gördük. Birden bire üzerimize koşanlar gördük. Ellerini kaldırıp teslim oluyorlardı. Uşak’a kadar yirmi beş otuz esir de bizim payımıza düştü. Esirlerden öğrendik, kıt’alarımız Uşak’ı sabahleyin istirdat etmişler ve gene ilerlemişler. Kasabaya girdik. Millettaşlarımızın hallerini görmeliydi, tekerleklerimize varıncaya kadar öptüler. Ordu kademesi de öğle üzeri hareket etmiş. İstasyonda ganimetlerin başına bırakılan bir tek zabit buldum.

Geceyi geçirmek için yer ararken efradın dağıldığını haber verdiler. Nereye gider bunlar. Nereye gidecek? İstasyonda bir karpit deposu varmış, kokusunu almışlar, hemen üşüşmüşler. Yetmişer kiloluk varilleri raylar üzerinde yuvarlayarak, tıngır tıngır getiriyorlar! Birçok şeker, kahve, pirinç erzak çuvalları varken yalnız karpit almaları çok hoşuma gitti. Her otomobile birer karpit varili aldım.

Cephaneyi Elvanlar istasyonuna yakın bir yere götürdüm. Yolun burası pek bozuktu. Gece yarısına kadar çalıştık. Gece yarısı Gazi ile İsmet Paşa geldiler. Güç halde ileriye geçebildik. Gazi hafif karanlık içinde önümüzden geçerken:

– Aferin şoförler, dedi.

İçimize dünyanın en büyük saadetlerinden biri daha doldu. Nasıl oldu? Nasıl gittik? Nerelerden geçtik? Neler gördük? Kimlerle konuştuk? Hiç farkında değiliz. Nihayet bir gece vakti deniz istikametinde bir kızıllık gördük. 

Ve Karşıyaka sahillerinden İzmir’e baktık. 

İzmir yanıyordu

s.151-155

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız