Preloader image
Title Image

Şıpsevdi

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi

“Bu eser alafrangayı aşağılamaya değil aksine onu yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya hizmet edecektir. Daha doğrusu bu roman herhangi bir amaca hizmetten çok halkı güldürmek için yazılmıştır. (…) Meftun, Frenk hayranlığı hastalığına tutulmuş bir deli midir? Hayır. Göreceğiz ki o da değil. Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa seyrek nöbetli sıtma gibi aklı gelir gider takımdan olması pek mümkündür”

 

1901’de “Alafranga” adıyla tefrika edilirken sansürün hışmına uğrayarak yarım kalan roman, 1909’da Şıpsevdi adıyla yeniden doğar. Hüseyin Rahmi Batı özentisi tiplerin en meşhurlarından birini, Meftun’u yaratmış, üslubundaki yüksek mizahı ve ve felsefeyi bugünün okuruna tattırmayı bilmiştir. Şıpsevdi zamansız bir eserdir.

 

Toplumsal Hayatımız ve Alafranga

 

Bazılarınca bu romanı, alafrangalığı aşağılama amacıyla yazdığım sanılıyormuş. Bu büyük bir kötü zan ve tamamen hatadır. Alafrangalılığa uymadaki züppelikle gerçek ve ilerleme sevdasını birbirinden ayırmak gerekir. Türklüğümüz ve Osmanlılığımızca şeref ve yükselme vesilesi olabilecek şeyleri aşağılamak hangi yurtseverlerin kalemine yaraşır ki buna ben cüret edeyim.

 

Batı medeniyeti bize bir uyanış meşalesi oldu. Bundan sonra da ilerlememizin önderi olacaktır. İstibdat bizde de kaç senedir kütüphaneleri kapadı. Çocukların kalplerine yurt sevgisi yerleştiren, düşünceyi yükseltmeye hizmet eden dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini bozdu. Bütün Okulları çocuklar için birer eğlence yeri haline koydu. Bir milletin manevi gıdası, varlığının ve ilerlemesinin kefili olan her türlü yayını yasakladı. Memleket gazetelerini istidadı öven, haberleri düzmece bir yalancı kağıt parçası şekline soktu. Hep bozdu. Tahrik etti, ülke dışına sürdü.

 

Bu kahredici ve yıkıcı yele karşı yalnız bir şey tamamıyla mağlup olmuyor, bilgi ve kültür, gümrük memurlarının en şiddetli teftişlerine rağmen bir çok özel kütüphanede birer saygın ve gizli yer buluyor, gitgide içine işleyerek gençlerin zihinlerini güçlendiriyordu ki bu da yabancı eserlerdi. Bir şeye dikkat ediyordum. “İkbal”, “Tefeyyüz”, “Şafak” gibi parlak adlar, koca koca boyalı levhalarla cephelerini süsleyen milli kütüphanelerimiz resmi izinle yayınlanmış yaldızlı kaplardan ibaret değersiz kitaplar karşısında sinek avlarlar, zavallı Arakel Efendi gibi en saygın, en namusluları iflas defteri koltuğunda kapı kapı dolaşırken yabancı kitaplar satan dükkânlar karınca yuvası gibi işliyordu. Hem yalnız Babıâli civarında bunların adedi birken iki, üçgen dört oluyordu.

 

Memlekette bilgi, kültür iflas bayrağını çekince imdada yabancı bilgi, kültür yetişti. Çocuk velilerinin bakışları yabancı memleketlere döndüğü gibi gençlerimizin bilgilenme arzusu da o tarafa yöneldi. Avrupa’nın filozofları, erdemli kişileri, tarihçileri, edebiyatçıları, şairleri bizim milli kalem sahiplerimizden çok tanınıyor, okunuyor, Batı’daki yayın bolluğu buradaki kitapçı cemekânlarını da dolduruyordu. Türkçe şiir ve edebiyat dilinin kitap ve gazete sayfalarında kullanılması yasak olduğundan ana dili ihmal etmiş fakat yazdığını okutacak derecede Fransızca yazmaya gücü yeten gençlere rastladım.

 

Bu defa Avrupa’nın ölümsüz eserleri gençlerimiz üzerinde, evet ne yazık ki itirafa mecburum, az bir kısım, ancak bir kısım seçkin gençlerimiz üzerinde önemli etkiler gösterdi. Spencer’lerin, Ribot’ların, Richet’lerin, Poincare’lerin, Le Bon’ların eserlerini bunların kütüphanelerinde, hatta birer ayrılmaz dost gibi daima ceplerinde görürdüm. Hep bu eserler bu bilim heveslilerine adeta ruh yoldaşı olmuştu. Çetin, çapraşık meselelerden açıklıkla bahsettiklerini görünce son derece içim ferahlardı. İlerleme ve yurdun mutluluğu adına yücelterek, geleceğin kendilerine ait olduğunu bu gençlere müjdelerim.

 

Bu hikâyedeki alafrangadan amaç bu gayretli, zeki gençlerin ilerleme isteğine yakışan tutkunluklarını eleştirmek değildir. İstibdat zamanında düşünme ve anlama alevimiz bütün bütün sönmek üzereyken bunu Batı’nın bilgi ve ahlakça olgunluğundan buraya sıçrayan kıvılcımlar devam ettirdi. Bugün iyi düşünen, yazan, hürriyet’i savunan kalemler işte Batı’nın bu kıvılcımlarıyla aydınlanmış beyinlerdir.

 

O karanlık kadersiz ve talihsiz gecelerimizde bizim şefkatli dostumuz, imdadımıza yetişen o fikir hazineleri, o kitaplar oldu. Düşünmeyi, böyle roman konularında gezinmeyi, hürriyet sevdasını onlardan öğrendik. Düşünüş tarzımızda, düzyazımızda, şiirimizdeki son edebi değişiklikler Batı’dan esen büyüleyici sanat ve bilim rüzgârıyla meydana geldi. Bugün memleketimizde yazıda, bilimde ve fende ciddi hizmetlerde bulunmak isteyen hiçbir kimse Avrupa dillerinden birini belki de birkaçını bilme ihtiyacından kurtulamaz.

 

Bu romandaki kahramanımız işte bu emeli zevzeklikle, züppelikle, hoppalıkla, cahillikle karıştırıp Batı’nın bilgi ve ahlakça olgunluğundan aslında hemen hiçbir nasibi yokken Frenklerin kendilerinin de pek güzel bulmadıkları bir takım özentilerin ve garip âdetlerin burada taraftarı kesilenlerden, cahilliği, işi aşırılığa vardırmayı çok sevmesi dolayısıyla alafranganın yararlarını da zararlı tanıtmaya sebep olanlardan, hatta alafrangada var olmayan tuhaflıkları da burada icada yeltenenlerden biridir. Bu eser alafranga aşağılamaya değil aksine onu yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya hizmet edecektir. Daha doğrusu bu roman herhangi bir amaca hizmetten çok halkı güldürmek için yazılmıştır.

 

Alafrangalık nedir?

 

Alafrangalık nedir? Bizim için bunun beğenilecek ve ayıplanacak yanları var mıdır? Bunun milli âdetlerimiz üzerindeki etkileri ne olmuş? Ne oluyor? Ve ne olacak? Ve ne olması arzu olunur?

 

İşte bundan sonra toplumsal hayatımızla güçlü bağları bulunacak birkaç soru… İlerleme hızımız ve geleceğimiz bu sorulara verilecek cevapların içindedir.

 

Bu kısa hikayede bu kadar önemli sorulara cevap vermek fodulluğu iddiasında değilim. Böyle büyük ve ciddi meseleleri halletmek güç ve yetkisi herkesten önce zamana, geleceğe aittir. Varlığını sürdürmeyi hak eden milletler bütün ilerici adımlarını ebedi hayatlarına bereket ve kuvvet verecek ihtiyaçların ölçü veya ahengine uyarak atarlar. Gerekli yenilikler tam zamanında kendini his ve kabul ettirir. Bir milletin muazzam yenilik işiyle ilgili her çabada daima akıllıların takdiri ile ahmakların beğenmemesinin çarpışması âdettir.

 

Bu asırda milletlerin yaşama yetkileri öyle önemli, öğle ince, hatta öyle belirgin çalışmalara bağlı bulunuyor ki güçlüler arasında bir zayıfın yaşayamaması doğal kuralına karşı bir varlığını sürdürme istisnası hayal etme zamanı artık geçmiştir.

 

Bu sene İngiltere’nin, gelecek yıl Rusya’nın, daha öbür yıl Almanya’nın zayıfları gözeten korumaları altına atılarak, milli varlığımızın devamını, birinin dostluğu ile diğerinin düşmanlığını kazandığımız, içtenlikleri kuşkulu bu büyük dostlarımızdan daima dilenerek yaşamak bir millet için bir hayat siyaseti değil utançtır.

 

Ülke genişliği bakımından yirmide otuzda birimize eşit olmayan Bulgaristan “Ben böyle isterim” diyor, bir milli varlık gösteriyor. Avusturya “Ben bunu böyle yaptım” diye duyuruyor. Ya Rab acaba biz de ne vakit “Hayır sen onu öyle yapamazsın” cevabıyla meydan okuyarak apaçık haklarımızı savunabilecek bir kuvvete, bir heybete sahip bulunacağız?

 

Gözü doymazların adi emellerine, hakaretlerine hedef oluyoruz. Buna mahkûmuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, ticarete ticaretle, iktisada iktisatla, bilgi ve kültüre bilgi ve kültürle karşılık verilir. Bu konuda birbirine dost devletlerle aramızdaki ibre o kadar açıktır ki bu denkliği sağlamak için harcanması gereken zaman, çaba ve gayreti düşündükçe üzüntüden baş dönmesine tutulmamak mümkün olmuyor. Bu büyük milletler bizi birkaç şekilde yutma kabiliyetindedir.

 

Bu gerçekleri ne yazık ki henüz çoğumuz anlamış bile değiliz. Bazı sivri akıllılarımız da Fransız, İngiliz, Alman kadınlarıyla evlenerek yok olmaya karşı besbelli kısmen olsun bu şekilde çare bulmaya çalışıyorlar. “Bu milletler yavaş yavaş bizim elimizdeki şeylerin hepsini gasp ediyorlar. Bari fırsat düştükçe biz de onların kadınlarını alalım” diyorlar. Himmetleri var olsun. Fakat medeniyet çatısı altına bu şekilde sığınmanın yararı kadar da sakıncası vardır. Aşağıda bundan bir nebze bahsedeceğiz.

Kuru bir küçümseme fikri gibi kötü bir niyetle hikâye konusu olarak kullanılmış sanılan “alafranga” sözünden bakınız ne mühim gerçekler çıkıyor.

 

Alafrangalık Çeşitlidir

 

Alafrangalık yolunu tutanların bizde birkaç çeşidi var.

 

Talihin tesadüfü ile seçkin bir aileden gelerek Fransızcayı çocukluk zamanlarında öğrenmiş, refah içinde yetiştirilmiş, sonra Avrupa’da memur olarak ya da başka şekilde bulunarak bilgisini genişletmiş olanlar ki, bunlar memleketimizdeki alafranga yolunu tutanların en soylu ve başta gelen kısmı sayılabilirler. Bunların Avrupa’daki şöhret esintisi kişisel üstünlüklerinden çok ailelerinin ününden gelir. İçlerinde açık ve düzgün Fransızca konuşanlar, ata binenler, kumarda ustalık gösterenler yani orta derecede bir salon adamı olmak niteliklerini gösterenler var. Fakat bir antlaşma yapılırken, bir kongrede çıkarlarımızı iyice anlamayı ve savunmayı başarabilecekler yoktur. Devletimiz daima bu yüzden pek büyük ve mühim zararlara uğramıştır. Fransızca sıradan konuşmak başka, ilim ve erdemin yine başka olduğu artık belli oldu.

 

Diplomasi bilgisini ağızdan, pratik şekilde öğrenip siyasi kesilmenin artık zamanı geçti. Şimdi bunların felsefe, askerlik vesaire gibi hepsinin okulu ve öğrenim süresi var. Avrupa’da olduğu gibi bizde her sınıf ilmin özel bir okulu yoktur. Otuz yıl öncesi mahrec-i aklamımız vardı. Sonra bir mekteb-i mülkiyemiz oldu. Valimiz de oradan çıkardı, mutasarrıfımız da, kaymakamımız da, edebiyatçımız da, şairimiz de, astronomumuz da, kimyagerimiz de…

 

Evet, bu zavallı memlekette her ilim ve sanat bize Allah’ın ihsanıdır. Birbirimize doğuştan edebiyatçı ya da şair deriz. Her şey bize Allah vergisidir. Sonradan edindiğimiz yanlarımız pek zayıftır. Sınamaya, denetlemeye, incelemeye gelmez. Haydi edebiyatçılıkta, şairlikte, yazarlıkta üstat kesilip birbirimizi aldatalım. Fakat ciddi çalışma gereken bilim dallarında, iktisat biliminde, maliyenin esaslarında, siyaset işlerinde ne yapacağız? Avrupa’da bir yıl içinde bu çeşitli bilimlere dahil yayımlanan eserleri insan görse, bu kültür bereketine parmağı ağzında kalır. İş başında bulunan efendilerimiz acaba bunun bir fihristini olsun görebilirler mi? Görseler de anlayabilecek içlerinde kaç kişi var? Evet, yaralarımızı bundan fazla eşmeyelim. Bizde siyaset okulu divan efendiliği ve mektupçuluktur. Daha kestirme yollardan gelenler de var ya, sözü uzatmamak için onları bahse katmıyoruz.

 

Özel çıkar bağları, ikiyüzlülük, dalkavukluk, yalakalık en büyük marifetimiz, diplomatlığımızdır. Çünkü dün istibdada alet olan beyinler, bugün Meşrutiyet’e hizmet eder kesildiler. Bu iki zıt niteliğin birinden diğerine geçişte çarçabuk eski kötü alışkanlıklardan kurtulabilmek mümkün müdür? Madem ki o uzun istibdat sona erdi, bu kısa komediler de geçer. Zaman her şeyin foyasını meydana çıkarma gücüne sahiptir.

 

Evet, şairliğimiz, edebiyatçılığımız gibi diploma attığımızda Allah’ın ihsanıdır dedik. Fakat çok yazık ki bugün Avrupa’nın siyaset ustalarına Allah’ın ihsanıyla cevap verilemiyor. Vatan Allah’ın ihsanıyla savunulamıyor. Bir millet Allah’ın ihsanıyla servet, kuvvet sahibi olamıyor.

 

Bu kişizadeler sınıfından alafrangalarımız Avrupa’dan ülkemize şıklık, kumar, dans, güzel konuşmak gibi salon hünerlerinden başka bir şey getirmediler. Başka şekilde seçkin bir nitelik gösteremediler. Milli bilgi hazinemizin bütün bölümleri işte tam takır duruyor. Edebiyatçılar bilgi ve kültür dünyasından araştırma, çalışma ve zekâlarına işaret eden ciddi, hakiki bir hüner örneği getirdilerse gösterilsin. Alafrangadan bizim muhtaç olduğumuz şeyler yalnız o pozlar, jestler, kostümler değildir. Tavırların yüzeysel taklidine maymunlarda bile yetenek görülüyor. Bu o kadar ciddi bir ilerleme vasıtası sayılamaz

 

Şu bahsettiğimiz kişilerin bu taklitleri öğrenmek için Avrupa’da savurdukları Osmanlı milyonları kurumlar açılmasına, batıda ciddi öğrenci yetiştirmeye harcansaydı, bugün belki bu umduğunu bulamamanın acısını çekmezdik.

 

Alafrangalığın işte bu bölümünde vatan için uyanık olunması gerektiğine dair derin bir ders, eleştirilecek bir çok durum, bir romancı için birkaç cilt dolduracak önemli, besleyici bir sermaye vardır. Fakat bu hikayede alafranganın bu türünden bahsetmedik.

 

İkinci tür alafranga aileler, bir Avrupalı kadınla evlenerek Beyoğlu’nda oturan yarı Levantenlerdir. Bu aileler bir tarihçi, bir fizyolojist, bir psikolog, bir hikaye yazarı için cidden incelemeye değer, bir tarafı Avrupalı diğeri Osmanlı, iki yüzlü bir kumaştır. Yine tekrar edelim ki şu satırlarda kimseyi küçümseme amacı yoktur. İnsan soyunun çoğalışı bilgisine bir filiz de buradan katılıyor.

 

Unsur bakımından iki taraflı olan bu ailelerden erkek tarafı Türk olanı inceleyelim:

Böyle selection’la ırkı güçlendirmek ve cinsimizi düzeltmeye uğrasmaktaki çabanın önem derecesini inceleme tarafını işin uzmanlarına bırakarak bu meselenin yalnız toplumsal hayatımızda göstereceği etkilerden bahsetmek isterim.

Madam ya bir Fransız ya bir İngiliz ya Alman olacağından Türk kocasına karşı daima bir ırk gururu ve milli bir üstünlük belirtmekten geri durmaz.

Madam, uygarlık bakımından kendince farz ettiği bu soyca önde gelme meziyetinden dolayı kusursuz bir kimsedir. Kocası ise onun yanında daima insanlığından önemli şeyler eksik özürlü ve değersiz bir mahluktur. Koca için her emre, her hakarete karşı daima boynu eğik, daima itaatli, daima tahammüllü bulunmaktan başka çare yoktur. Yoksa en adi vesilelerle Espace de Turc, Tete de Turc hakaretleri hazırdır.

 

Çocukları annelerinden daima övünen yüksekten atan bir üstünlük tavrı gördüklerinden yaradılış ve duyguca o tarafa eğilimlidirler. Bir Türk’le bir Avrupalı kadından olma çocuklar arasında melek gibi hoş, şirin ve sevimlileri bulunduğunun inkârı mümkün olmamakla beraber “ırkı güçlendirmek” sözündeki bilimsel değere rağmen çirkin, sıska, tıknefes, irin renkli, solucan gibileri de görülmektedir.

 

Bu çocukların yüzlerinde çoğunlukla iki farklı ırkın birbirine karşıt belirtileri vardır. Tekir anadan, boz babadan doğan alacalı kedi yavruları gibi burnu Alman’a, kulağı Türk’e benzer.

 

Anaları Frenkçe, babaları Türkçe, dadıları Rumca konuştuklarından bu anlaşılmaz dil karmaşası içinde büyüyen yavrucuklar üç yaşındayken üç dört dil konuşuyor görünürler. Fakat on yaşına gelirler de henüz başlıca bir dilden içten bir tavırla konuşma gücünü gösteremezler. Bu masumlar sabit, belirli bir ada bile sahip değillerdir. Babaları Cenan derse analar Jean diye çağırır. İki milliyetin âdetleri ve toplumsal koşulları arasında kalan bu zavallılar büyüdükçe örtünme, evlenme devirlerinde bunların hayat tarzlarıyla ilgili önemli meselelerin güçlükleri de birlikte büyür.

 

Memleketimizdeki alafrangalılığın işte bu çeşidinden de tatlı konular, ruhu okşayan fikirlerle Pierre Loti’lere hikâye sermayesi olacak, ibret alınacak konular çıkar… Tabiattan alınmış sahneler görülür.

 

Maşallah memleketimizin erkekleri ırkı güçlendirmek için medeniyet sevgisiyle bir gayret göstererek hep böyle yabancı kadınlarla evlenmeye istekli olurlarsa Doğu’nun o herkese açık olmayan güzelliği ve masum dürüstlüğü içinde büyümüş, her biri birer saflık ve namus incisi olan evlerimizdeki o nur gibi Ayşe’lerimizi, Emine’lerimizi, Zehra’larımızı kimlere vereceğiz?

Pierre Loti’yi öbür taraf düşündürürse bizim de bu taraf düşüncemizi dağlar.

 

Madamın Avrupa’da akraba ve yakınları varsa her sene yapacağı memleket ziyaretinde kocasının buradaki servetine göre bu vesileyle yabancı ülkelere kucak kucak paralar akar. İktisadi dengemiz bundan da zarara uğrar. Avrupa’dan buraya para çekmenin yolunu bulanlar, takdire değer vatansever sayılırlar; burada birbirimizin dişimizi, tırnağımımızı sökerek kazandığımızı oraya gönderenler değil.

 

Üçüncü Çeşit Alafrangalık

 

Hikâyemizin kahramanı Meftun Bey işte bu çerçeveye girer. Bu üçüncü çeşit “tip”, şehrimizde çok değilse ender de değildir. Elverişli havalarda sokaklara dökülen Beyoğlu’nun eğlence düşkünleri içinde görülür. Alemetifarikası yakalığının hayal edilemeyecek yüksekliğidir diyebilirim.

 

Hoppalığına yenik düşüp de bazen fır diye döndüğü zaman fistan gibi açılan arabacıvâri uzun ve an kloş etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri, baston narinliğindeki zarif şemsiyesi onun hemen kendine has bir modada benzersiz olmaya hevesli bir zamane kaçığı olduğunu bildirir.

 

Üzerinde darlığa, bolluğa, kısalığa, uzunluğa, inceliğe, kalınlığa dair ölçü oranı moda ile ilgili olan neler varsa hepsi zevk ve âdet bakımından her türlü akıl ölçüsünü aşar ve onun dışında kalır.

 

O yüksek yakalığının altında çoğu zaman plastron boyunbağının üzerindeki yerini seçmesi saatler sürmüş iri iğne, elinde oku, çıplak bir aşk sembolü türünden mitolojik bir sujedir. Yanılıp da bu iğnenin zarafetinden bahsetseniz: Mon cher voulez-vouse ecuater l’histoire de mon epingle? (Azizim iğnemin hikayesini dinlemek ister misiniz?) cevabı hazırdır. Bu iğne sivri ucuyla Paris’teki aşk zaferlerinin hep birer önemli hatırasını eşeler çıkarır. Söz, dinleyenin tahammül derecesine göre uzanır gider.

 

Çevresi şeritli, önü açıkça, renk bakımından elbiseyle uyuşmayan bir yelek… Üst cebinde ayar derecesi kuşkulu bir sarkma kordon ucunda tarihi macerası gayet meraklı, önemli, çok az rastlanır bir sikke…

 

Şıkın üzerinde ağızlık, tabaka, gözlük, yüzük çeşidinden hatta gömlek yeleğin düğmelerine varıncaya kadar neler varsa bunlar da kendi gibi acayip ve uzun bir macera sahibidir. Tarihsel, sanatsal bir hatırayı, özel bir önemi bulunmayan bir şeyi üzerinde taşımaz.

 

Sağ elin işaret parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı, harfli halkalarla süslüdür. Bunun sebebi sorunsa hep Paris’teki sevgililerinin yalnız o parmağına takılması şartıyla bunları birer aşk hediyesi olarak vermiş olduğunu söyler.

 

Şekil ve kıyafetçe belki Meftun’un birkaç benzeri bulunabilir. Fakat ahlak, âdet ve tavırlarındaki acayiplik bakımından bir eşini bulmak hemen hemen imkânsızdır. Şövalyelikte Cervantes’in Don Kişot’u neyse Doğu alafrangalığı âleminde de Meftun Bey işte odur. Acayiplikte, kahramanımız yaratılışca nadir biri, bu hikaye ise bir çeşit Fransızların fantaisie (fantezi) dedikleri keyfi ve hayali eserler gibidir. Bundan kimseye bir küçümseme, alay payı fırlamaz.

 

Sözü burada ne uzatalım? Hikâyemizin sonraki sayfaları bu beyin acayip işlerini anlatmaya ayrılmıştır.

 

Meftun Frenk hayranlığı hastalığına tutulmuş bir deli midir? Hayır göreceğiz ki o da değil… Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa seyrek nöbeti sıtma gibi aklı gelir gider takımdan olması pek mümkündür.

 

29 Ocak 1909, Aksaray

Hüseyin Rahmi

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız