Title Image

Sahan Külbastısı

Memduh Şevket Esendal
memduh şevket esendal

Sahan Külbastısı

Bilgi Yayınevince yayımlanan “Sahan Külbastısı”,  Memduh Şevket Esendal’ın, İane, bir mübahase, mebus olursa, dedikler, şimdilik dursun, insafsız, Avrupa, çölde, Çaya giderken, aptal, sen de!, Tövbeler olsun, ölü, uğursuzluk, ihtiyar kadın, bir akşamüstü, sahan külbastısı, kurt masalı, bu yollar uzar, karısının kocası, Mevla kavuştursun, Hasan kahya hastalandı, Bir mektup, büyükbaba, sabuncu Osman ağa, Şefika’nın hanımları adlı öyküleri içeriyor.

SAHAN KÜLBASTISI'ndan...

BÜYÜKBABA

 

Zaman geçer. Ben ihtiyarlar, düşkünleşirim ve ölümün yaklaşmakta olduğunu düşünürüm. Çocukluğun, gençliğin, civanlığın, adamlığın heyecanları, emelleri, sevinçleri, yaşları, bütün dertler, dedikodular, bugünkü mühim zannolunan düşünceler, davalar geçer. Soğur. Bir yalan olur. Renkler solar, sadalar kuvvetini kaybeder. Zevk azalır. Hatta belki tükenir bile. Artık dizlerimin beni çekmediği günler olur. Yeni yürüyen çocuklar gibi biraz korkarak, biraz düşünerek basar; elimdeki değneğe dayanır, titreyerek küçük küçük adımlarla yürürüm. Bir defa sokakta düşerim. Kardaşımın büyük oğlu yanımda bulunur, beni kaldırır. Bir defa da, bir cuma günü, şehirde yalnız gezerken kapaklanırım. Eş, dost tesadüf eder, beni kaldırırlar. Bir dükkâna götürür, sonra bir arabaya koyar, yanıma da bir adam katar beni eve yollarlar. Ondan sonra, çocuklar düşünürler ki, “baba artık çok ihtiyar oldu, bir gün bir yerde düşüp kalacak, kimsenin haberi olmayacak. “Bunun için artık, beni sokakta yalnız bırakmamaya karar verirler. Değirmen’e, istasyona kadar bile gitsem, hiç olmazsa uzaktan beni gözetlerler.

 

Bir gün, annemin yadigârı olup on iki yaşımdan beri parmağımda taşıdığım yüzük gevşeyip düşer. Bunu ölüme işaret gibi farz edip sıkılırım. Çünkü böyle tefe’ül ve teşe’üm âdetim vardır. Kadınıma söylerim, “bizim vade tamam oluyor galiba!” derim. O, benim yalnız sokağa çıkıp ötede beride düştüğümden, halimi bilip evde oturmadığımdan, böyle fena şeyler düşündüğümden muzdarip, münfail, bana darılır, “ihtiyarladın artık, ne dediğini bilmiyorsun” der ve müteessir olur.

 

Evimiz istasyonunun hemen yanında, gayet geniş bir bağ bahçenin içindedir; büyüktür, birkaç parça binadan mürekkeptir. İhtiyaca göre ilaveler görmüştür. Değirmen, bağ duvarına bitişik; mağazamız istasyonda, değirmenden iki yüz adım ötededir.

 

Kumlu, düz bir yol, iki tarafa bağ. Nihayette, alt katı taş, üstü ahşap bir binanın dışarısında, geniş, sağlam bir ahşap merdiven yukarı çıkar, orası bir balkondur. Bir sundurmadır ki binanın hemen üç tarafına yakın bir kısmını dolaşır. Evin saçakları, bu balkonun üstünü artar. Merdivenden çıkınca doğru yürürsünüz, uçta bir kapı. Ufak bir aralık, sonra arka tarafa giden karanlık bir dehliz. Ufak aralığın sol tarafında bir kapı, daha uç tarafta balkona bakar, dört büyük pencereli, ocaklı, büyük bir oda. Geniş, içinde at koştur. Yaz sabahı, pencerelerin tahta kanatları açıldığı vakit içeriye sıcak yaz kokusu, bir kuru ot kokusu, kırların temiz kokusu dolar. Değirmenin homurdandığı işitilir. İstasyonda, vagonları bir taraftan öte tarafa getirip götürmekten usanmış gibi bazen şiddetle birbirine çarpan makinenin ağır ağır soluduğu, haykırdığı duyulur.

 

Bu oda ailenin her sabah toplanıp çaylarını içtikleri yerdir. Buraya uğramadıkça hiç kimse işine gitmez. Bütün erkekler babayı severler, her sabah onun bir defa hatırını sorarlarsa da, daha ziyade meşgul olmazlar. Büyükbaba da onlara aldırmaz; onun derdi çaylarını bitirip etrafına toplanan küçüklerlerdir. Allah’a şükür, kız-erkek bir sürü çocuk, içlerinde torun çocuğu bile var. Yarısından fazlası erkek. Bence erkeklerin umumi adı “herifler”, kızların “küçük hanım”, aralarında pek ziyade sevdiklerimin ismi “eşek herif”.

 

Yalnız içlerinde bir tanesi var, kardaşımın ufak bir torunu, yeni dişleri çıkmış, benim gibi tutuna tutuna yürüyor, kıvırcık, sarı kafalı, güler yüzlü, iri gözlü bir herif! İnsanın parmağını ısırmaya alışmış, adamın hem canını yakıyor, hem de sonra katıla katıla gülüyor; bunun adı “köpek herif!”

Mehmet’in bir kızı olmuştu, ona anamın adını koruz, Ahmet’in bir kızına da kadınım, anasının adını kor ve onu pek ziyade sever. O şehirde evlidir, ekseriya gidip onun evinde kalır.

 

Kardaşım, her sabah çaya gelir, herkes gittikten sonra karşı karşıya oturur, düşünürüz. Sonra ekseriya öğle yemeklerini yemek için kardeşimin evine giderim. En büyük düşüncemiz, biz öldükten sonra çocukların bir arada kalmasıdır. Mehmet’e güveniriz. İyi, açık kalpli, güler yüzlü bir adam olmuştur. Bütün aile, onu ve karısını sayarlar; bütün ailenin yiyeceklerine, yiyeceklerine o karışır. O alır verir, hatta kızların çeyizlerine, yeni doğacak yavruların kundaklarına kadar.

 

Sonra, aile içinde bütün kadınlarla çocukların da doktoru gibidir. Yemekte ve çayda çocuklara bakmak da, kardeşimin küçük gelininin vazifesi olmuştur. Bu haşarat ile ancak o uğraşabilir. Gayet geniş ve temiz kalpli, güler yüzlü bir hanımdır.

 

Soğuk ve yağmurlu günlerde dışarı çıkamıyorum. Artık kitap da okuyamıyorum. Bazı şeyleri Mehmet’in küçük oğlunu okutup dinliyorum. Çocuk ikide birde, “Büyükbaba, uyuyorsun!” der; işitebiliyorsam, “Hayır, dinliyorum” derim. Mamafi yavrucak yine bırakmaz, okur.

 

Yaz sabahları, çaydan sonra, küçüklerle beraber bağda dolaşırım; ayakta sarı ayak pantolon, geniş ceket, iri kunduralar, elde kalın bir baston, başta püskülsüz, buruşuk fes, beyaz sakal bıyıklar karışmış. Buruşuk çehre handan, memnun. Etrafta bir sürü kızlar, herifler, ufak ufak adım atarak, titreye titreye bağın içinde gezeriz. Gelinlerden biri de uzaktan bizi takip eder; zira ben düşersem çocuklar beni kaldıramıyor, küçükler düşerse ben kaldıramıyorum. Kadınım da asma çardağının altına kadar iner, oturur, bizi gözetler ve ara sıra da gelinlere yahut çocuklardan birine, “Kuzum, biriniz beraber gidiniz, yine kayboldular, birinden biri düşecek diye korkuyorum!” der.

 

Bir gün, böyle gezerken küçüklere derim ki, “Haydi herifler sizinle bir koşu yapalım!” Hepsi sevinirler. “Haydi büyükbaba!” derler. Bir sıraya dizilirler, koşarız. Çocuklar çok ziyade memnun olur, gülerler; ancak, bana bir tıkanıklık gelir. Uzaktan işaret ederim, gelir koluma girer, beni çardağın altına götürürler. Biraz dinlenir açılırım. Kadınım telaş eder ve sonra gelenlere beni şikâyet eder, “Yalnız şimdi değil, olduğu bir günden böyledir; genç iken çocuklarıyla beraber minderden atlarlar, yastıkların üstünde gezerlerdi. Hali olsa yine yapacak, zor ile değil, gönül kocamamış, benim yerimden kalkmak canım istemiyor” der.

 

Bazen, bağı yalnız gezerim. Yapraklara bakar, kütüklere dikkat ederim ve çocuklara haber veririm ki, “Bizim bağa bir tavşan dadanmış, üzümleri yiyor. “Bir gün de torunlarından biriyle kırdan dönerken bu tavşana tesadüf ederiz. Bizi görür görmez, alçak duvardan atlar kaçar. Çocuk fevkalade memnun olur. Ertesi sabah çayda onu anlatırken, küçüklerin hayran olup bilişleri, bir sevinçleri vardır. Sonra, birçok günler bu tavşanı aramaya gideriz. Fakat ancak bir defa daha tesadüf edebiliriz. Bu tavşan, küçüklerin rüyalarına girer, gece uyanıp da, “Tavşan isterim!” diye tutturanlar olur.

 

Bağın arka duvarı gayet alçaktır, hemen diz boyu. Buradan istasyonun makine deposu ve şehir görülür. Dev gibi illeri lokomotifler yavaş yavaş kımıldanırlar, bacalarından sarı duman çıkar, ortasında bir yerden buhar parçaları uçar. Bunlar bana kudret ve kuvvetin timsali gibi görünür, küçük yaştan beri temaşalarından zevk alırım.

 

Bazen kadınlarla beraber, bağın arka kapısından çıkar, posta trenin vürudunu bekleriz. Uzaktan, bir yarmanın arasından siyah bir hayvan gibi görünür, bir kurt gibi uzanır, başında beyaz bir duman ile yürür. Sonra tekrar kaybolur, gürültüsünü rüzgâr zaman zaman getirir. Daha sonra birdenbire meydana çıkar ve yaklaştıkça lokomotif belli olur, hiddetle yürür, kısık, kalın, kuvvetli sesiyle bağırır ve nihayet yağ içinde, kömür ve duman içinde homurdanarak, yerleri titreterek önümüzden geçer, istasyona gider. Biz de eve döneriz.

 

Ben artık tütün de içemiyorum. Öksürük veriyor. Kabahati tütünlere buluyorum. Çocuklar bana her gün iyi tütün alıyorlar, ekseriya cıgara yarısına kadar içer biliyordum. Sonra doktorun birisi göğüs için ilaç ilaçlı bir tütün tavsiye ediyor, bir zamanda ona devam ediyorum, ancak hiçbirinde eski nefaset yok!

 

O kış pek sert, pek uzun olmuştu. Pek çok da kar düşüyor. Hemen beş ay süren bu uzun kışta, yalnız bir defa, çocukların yeni getirdikleri büyük motoru görmeye gidebiliyorum, o da Ahmet’in zoruyla.

 

Her gün ocağın başında uyukluyorum, sonra bütün gecede uykusuzuz oturuyorum. Ekseriya kadınım da uyuyamıyor, iki ihtiyar, öten rüzgârla inleyerek oturuyoruz. Kendi kendimize çay pişirip içiriyoruz. Çayları masanın üstüne döküyoruz, temizleyelim derken bardakları kırıyoruz. Çocuklar korkuyorlar ki, “sakın, bu iki ihtiyar bir taraflarını yakmasınlar veya bir kaza çıkarmasınlar”.

 

Bu kış bana pek uzun, pek ağır geldi. Hiç bu kadar sıkıldığım yoktu. Sabahleyin küçükler, gece kadınımda teselli buluyorum ve düşünüyorum ki, “Çocuklar artık benden sıkılıyorlar, eğer kadınım olmasa bu kış gecelerini yalnız geçirecektim.”

 

Ancak, yaz gelirken ben de canlanıyorum ve yazın ilk sıcak günü kapının önüne kadar iniyorum. Ahmet, kadınıyla benim fotoğrafımızı çekiyor. Onları hatıra defterine yapıştırıyorum. Altına titrek yazımla, “Büyükbabanın son tasviri” diye yazıyorum. Gözlük gözlük üstüne, soluyarak, puflayarak bu bana üç-dört gün büyük meşguliyet oluyor.

 

Nihayet bir temmuz sabahı, ben sıhhatte ve rahat idim. Sabahleyin çaydan sonra bağa çıkarım. Yavaş yavaş gezerim. Eğilip yaprakların altında üzüm salkımlarına bakarım ve hükme derim ki bu sene mahsul güzel olacaktır. Ve bir lahza hatırıma gelir ki, “Acaba büyükbaba yiyebilecek mi?”

 

Yerde bir örümcek yürüyor. Bir müddet ona dalarım. Güneşe gelen filizler, taze yapraklar parlak yeşil dururlar. Her kütüğün altında ufak, gölgeli, serin bir dehliz bulunur. Toprakların yüzü esmer, kuru ve sıcaktır. Bu kuru kısım ancak bir santim kalınlığında, gevrek bir kabuk vücuda getirir. Onun altında daha esmer, daha rutubetli ve yumuşak toprak insanın parmakları arasında kumlanıp ufalanır. O dakika, böyle toprakları okşamak da hoşlanıp sevinirim. Çok zaman var ki, bu kadar memnun olduğum yoktu. Haberim yok, ölüm de gelmiş imiş!

 

Ölüm! Daima akan suların birden bire bir çağlayandan düşmesi gibi, daima cereyan eden haşr-ü neşr bir hamlesidir. Bağın bu asude köşesinde, bu sıcak temmuz sabahında hayat, söğütlerin altında yayılmış, dalgasız, buruşuksuz akan sular gibi sessizce akıyordu. Üzümler oluyor, çiçekler kokuyor, arılar dolaşıyor, filizler uzuyor, karıncalar geziniyor, haşarat nafakasını arıyor, haşr-ü neşr yatağında kayan cesim bir su gibi sessizce yürüyordu. Bu kadar toprağa yakın, bu kadar güzel bir yerde, ölüm acı bir darbe vurmak istemez. Çağlayanın başına geldiğimi hissettirmez, yalnız bir boşluğa uçtuğunu duyarım. İçinde bir boşluk olur, bir kayısı ağacının altında oturur, bir elimi yumuşak toprağa dayanmış olarak kendimden geçer, bu dünyadan geçerim.

 

Öğle yemeği hazırlanmış, kardaşım küçük torununu göndermiş. Çocuk beni yukarıda arar, bulamaz. Küçük gelinlerimden biri, genç kadın, merdivenin başında çocuğa tesadüf eder ve ona der ki:

“Büyükbaba bağda geziyor, git bak, duvarın kenarındadır. Bağır, ‘Büyükbaba!’ de, sana cevap verir!”

 

Çocuk koşuyor, dört yaşında, kumral bir melek, saçları dalgalanıyor, yanakları titriyor ve bağırıyor:

“Büyükbaba! Büyükbaba!”

Bu ses o kadar parlak, o kadar hayat dolu, o kadar tatlı ve canlıdır ki, bu sesten o dakikada bütün bağa kuvvet ve şetaret dağıldığını uhrevi bir kuvvetle duyarım. Ve artık bu dünya ile alakasını kesmiş olan ruhum bu sesin kuvvetiyle sanki bir lahza avdet eder. Bu meleğin sesine cevap veririm, “Yavrum!” derim. Ancak bu cevabı artık kimse işitmez! Bu meleğin sesi o kadar bana tesir ediyor ki, bak, yazarken ağlıyorum.

 

Çocuk cevap alamaz, bağın ortasında, bir kiraz ağacının altında durur, 1 dakika etrafına bakar ve yalnızlık onu korkutur. Sonra beni uzaktan görür ve sevinerek, tekrar çağırarak bana doğru koşar. Şüphesiz, büyük babası bu yavruya şaka yapıyor! Tatlı tatlı güler ve yanıma kadar gelir, ısrar eder, “çorba soğuyor” demek ister ve benim cevap vermediğime sıkılır, bırakıp gidemez. Omuzuma dayanır. Ben yavaşça bir asmak kütüğünün altına devrederim. O zaman çocuk korkar, gözleri büyür, bir lahza dikkatle yüzüme bakar. Gözlerim kapalı, ağzımın bir tarafından iplik gibi ince bir salya sakalın üstüne, sonra da toprağa akmış, sağ elim bileğime kadar yumuşak toprağa gömülmüş, öyle yatarım.

 

Çocuk korkar, eve doğru koşar ve, “Teyze, teyze!” diye bağırır. Genç kadın merdivenin başında görünür. “Ne var yavrum?” “Büyükbaba düştü!” der. Benim bir-iki defa düşüp kaldığımı biliyorlar. Kadın hemen koşar, ancak daha uzaktan görünce manzarayı beğenmez. Bir laza durur, elini yanağına, sonra alnından götürür, sonra yanıma sokulup dikkatle yüzüme bakar ve derhal dönüp eve doğru koşar. Mehmet’in karısına haber verirler. Kardaşım, benim geç kaldığımı, yavrunun anlatamadığını hamletmiş, küçük oğlunu göndermiş. Mehmet’in karısı çevirir, koşarak yanıma gelirler, kaldırır bakarlar, büyükbaba dünyayı değiştirmiş!

 

Genç adam derhal beni kaldırır, eve getirirler.

 

Kadınım o lahza odasında oturuyor ve torunlarından bir küçük hanım ile oynuyordur. İçine birden bire bir sıkıntı gelir, göğsünü açar, sonra dışarı çıkmak ister, tam o aralık beni merdivenlerden çıkarmaktadırlar, beni o halde görünce anlar ve oraya düşer, kalır. Yetişip onu da odasına götürürler, biraz sonra ayılır, çocuklarını ister ve onların boyunlarına sarılıp ağlar, “Babanız gitti, artık ben de öleyim!” der.

 

Mehmet, evin büyük kapısı önünde kardeşinin anlattığı bir şeyi dinleyip gülmektedir. Haber verirler, “Biraz içeri gelir misiniz? Babanız rahatsızdır!” derler. İkisi birden koşarlar. Benim yavru herifler. Mehmet, ihtiyar babasını ölmüş görünce, çocuk iken yaptığı gibi boynuna sarılır, başının çenesinin altına sokar, ağlar. Küçük herifim evvela şaşırır, elime sarılır, sakalımdan öper ve o kadar müteselsil olur ki, bayılacak diye korkarlar ve onu odadan çıkarırlar. Ah! Ey dünyayı yeni tanımaya başlayan herifler, şüphesiz ruhumun bir parçasısınız. Ne kadar geç, ne kadar tatlı olursa olsun, sizlerden ayrılmak babanıza güç gelir.

 

Sonra kadınım ısrar eder, koluna girip odama getirirler, yatağa kapanır. Bir dakika, birlikte geçen ömrü görür. Acı tatlı demler! Geçmiş uzun bir hayat. Ağlar. “Hani sözümüz vardı. Beraber gidecektik, sen beni bıraktın!” der. Ruhum, o dakikada bu kadının başucunda dolaşır ve yâr-ı canı teselli etmek, “Hakk’ın emrine muntazır ol, müteselli ol!” demek ister.

 

Kardaşım hâlâ sofra başında bekliyor ve telaşlı konuşmalardan anlamıyordu. Sonra karısı, “Galiba büyükbaba bağda düşmüş” der. O zaman anlar, evvela kızarır, sonra sapsarı olur, odadakilerin ayrı ayrı yüzlerine bakar. Hepsi dışarı çıkarlar, o da yavaş yavaş kalkar, gözyaşları buruşuk yanaklarından beyaz sakalına dökülür, hiç kimseye bir şey demez doğru odaya geçilir. Kadınım hâlâ kapanmış, ağlamaktadır. Kardaşım da odanın bir köşesinde durur, gözlerini yüzüme diker ve için için, sessizce, gürültüsüzce ağlar, hakkını helal eder, sonra çıkar, kardaşına, anamızın ayakucunda bir yer hazırlatmaya gider.

 

Orası yüksek bir kırlıktı, sağlam bir toprak. Orasını ben intihap etmiş idim. Ben orada, bir sonbahar günü, ovaların yüzünde serin sonbahar rüzgârları eserken, kurumuş otların hüznengiz, deruni bir inilti ile öttüklerini, bizden evvel gelmiş geçmiş insanların dasitani hayatını okuduklarını işitmiştim. Orası öyle bir yerdi. Kardaşım, gözünün önünde benim yerimi hazırlatırken, çocuklar ot biçen bir köy hocasını çağırırlar. Çünkü, evde herkes bilir ki ben ruhanilikten korkar ve ruhanilerden nefret ederim.

 

Tâ çocukluğumdan bugüne kadar hayatlarını safdiller ile günahkârlara medyun olan ruhanilerden nefret ettim. Onlar ahiret tacirleridir. Edyân onları istememiş; fakat beşer, günahkâr ve korkak oldukça, ahiret namına kabil-i temas bir muhatap aramış ve bu sınıfı icat etmiştir. Ben ne günahkârım, ne korkak. Karanlık mâbetler, nezleli, tecvidli, talimli Kuran sesi, iri sarıklar, siyah cübbeler, kesilmiş bıyıklar arasından çıkan yağlı dudaklardan iğrenir, tiksinirim.

 

Köy hocası hiç ruhani değildi, bayağı bizim gibi adamdı. Hani eskiden İstanbul sokaklarında ilahi okur gezer, “Ağla Yâkub’um ağla, gitti Yusuf’um deyu” diye kapı kapı dolaşır, Anadolulu dilenci çocukları vardı. Hani heybe omuzunda köyleri dolaşır, Âşık Ömer, Köroğlu, Kan Kalesi, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre satan çömezler vardır; işte onlardan. Tabii onlar gibi güneşte gezmekten cübbesinin omuzları yeşil olmuş, fesinin rengi beyazlamış bir adam. Belki küçükken hıfza çalışmış ise de, ne medreseye gitmiş, ne talim okumuş, ne tecvit! Kuran’ı tabii Köroğlu’nu okur gibi, içine çeke çeke okuyordu.

 

Hoca beni gayr-ı ruhani yıkar, kefenler, tabuta kor, asma çardağı altına, toprak üstüne bırakır ve şehirden cemaat gelinceye kadar gider, değirmenin misafir odasında karnını doyurur.

 

Cemaat toplandığı vakit ne kadar çocuk varsa, toplanmış bir köşeden bakıyorlardı; hoca duaya gelirken onları görür, sübyanın duası kabul der, hepsini getirir, tabutun etrafına dizer. Beni tezkiye ederler, hak paylaşılır, büyük babanın tabutu etrafına dizilmiş melekler hayran ve mahsun bakışırlar, hoca ellerini kaldırır, herkes kaldırır. Çocuklara “siz de kaldırın” der. Onlar biraz mahcup birbirine bakarak ellerini kaldırırlar. “Âmin deyiniz” derler. “Âmin” derler. Kısa bir dua olur. Benim yavrularımdan bazıları ağlayan büyüklerinin yüzüne bakıp gül dudaklarını bükecek olurlarsa da, dua tez biter. Sonra bütün çocuklar, tabutun arkasında istasyona kadar gelirler. Orada Hikmet’in oğlu onları alır, gezmeye götürür.

 

Anama, babama kavuşurum. Babam der ki:

“Geldin mi Memduh!”

“Geldim baba.”

“E, hayatı nasıl buldun?”

Cevap vermez, düşünürüm.

“Bu kadar bahtiyar olduktan sonra hâlâ düşünüyorsun!” der.

Derim ki:

“Baba; hayat bahtiyar olmadıkça tatlı ve kıymetdar bir şeydir. Kimse istediği gibi yaşayamıyor!”

 

Anam, dadım, bacım benimle şâd olurlar. Ebediyyetin içinde zaman kaybolur. Ecdadımla, beşerin ecdadıyla, mahlûkatın ecdadıyla, ecsamın ecdadı ile buluşur, hâk olurum.

 

Şehirde ertesi gün çıkan gazete benden bahseder, babamdan, soyumdan, huyumdan tutturup uzun bir makale yazar, vaktiyle o gazeteyi benim tesis ettiğim zikreder, sonra zürra partisinin tesisinde bir hayli yardımım olduğunu anlatır. Birkaç gün sonra Payitaht gazeteleri de naklederler ve birtakım vekayiin tenvirine hizmet edecek olan hatıralarımın neşrini isterler.

 

Kardaşım daha ziyade ihtiyarlar ve pek çok ağlar. Kadınım, artık ocağın başında geceleri yalnız kalmıştır. Benim koltuğun boştur. Oraya benden sonra Mehmet oturacaktır. Her gün çocuklar onun etrafına toplanacak, onun parmağını ısıracaklardır.

 

Kadınım, iki günde bir Ahmet’in arabasına biner ve beni ziyarete gelir. Fukaraya sadaka verir, hocalardan hoşlanmazdı diye devr-i hâtim filan yaptırmazlar. Kendi okur, gelinler içinde mütedeyyin tazeler vardır, onlara okutur ve bazen de yatakta benimle konuşur:

“Bizim hayatımız böyle daha ne kadar sürecek, bu gaybubiyet bana pek ağır geliyor. Kimsesiz kaldım sanıyorum. Artık, ben de senin yanına geleyim!” der ve bazen ihtiyarlıkla gündüz de böyle konuşur ve bu son hasret dört ay sürer.

 

Bir gece kadınım biraz rahatsız olur; çocukları, kız kardaşı hep başına toplanırlar. Çünkü, Maide kadın eniştesini severdi, onun gaybubiyeti üstüne müteessir olur, o da bir ihtiyar kadın olmuştur; ancak bir ziyaret için gelir ve orada bulunur. Hep başına toplanırlar fakat açılır. Oturur sabaha kadar konuşurlar. Sabah, artık ortalık ağarırken, hiçbir rahatsızlık hissetmemektedir; mumları söndürür, perdeleri açarlar, hepsi ayrı ayrı analarını öperler, o da onları öper ve zaaf gelir biraz da ağlar. Sonra onlar gidince yattığı yerden sabahın ilk tatlı aydınlıklarını seyretmeye dalar. Güzel bir teşrin-i evvel günü, kırda sabah olmaktadır. Ne kadar güzel. Gözlerini kapar. Kocasına kavuşur.

 

Gülerek kadınımı karşılarım ve derim ki, “Kadınım bu son ayrılıktı, artık yok. “

Bu suretle, benim ömrüm ve kadınımın ömrü nihayet bulur, hayat devam eder.

 

İstanbul, 27 Mart 1335 (1919)

s. 142-153

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız