Preloader image
İÇİNDEKİLER

Penceremde Üç Top Menekşe

Meral Kokmaz
meral korkmaz

Penceremde Üç Top Menekşe

Mutfak penceremin önünde, dışarıdaki soğukla alay edercesine çiçeğe durmuş Afrika menekşelerimi sularken ilişti gözüme, sokağın başından geçen ufak cüsseli adam. Bu bir çocuk da olabilirdi, fakat anne yüreğim onun ufak tefek bir adam olduğunu düşünmek istiyordu.

 

Gecenin tam ortasındaydı vakit ve soğuktu gece, çok soğuk. Rüzgâr yerden alıp göğe savuruyordu kar tanelerini. Gecenin o geç saatinde soğuk havada bir çocuğun dışarıda ne işi olabilirdi? Olmamalıydı. Şehrin tüm çocukları sıcacık yataklarında iyi uykulara dalmış olmalıydılar.

 

Yatmadan önceki alışkanlıklarımdan biriydi, balkona astığım yemliğe kuşlar için yem bırakmak. Battaniyeme bürünüp balkona çıktım, bir avuç yem koydum yemliğe. Rüzgârın önüne katıp getirdiği keman sesi, iliklerime kadar işleyen soğuk havaya rağmen beni balkonda eylemeye yetti.

 

Tren istasyonunu kendine mekân eyleyen evsiz sokak çalgıcısı kadın, kemanı ne de güzel çalıyordu o gece. İşe gidip gelirken, kalabalığa karışıp ona görünmeden geçip gidebilmeyi isterdim, gidemezdim. Bakmaya korktuğum deli mavi gözlerini üzerimde hissederdim her seferinde. Keman kutusuna cüzdanımdaki bozuklukluları bırakıp uzaklaşırken oradan, kızardım kendime içten; “Yine şarap parası attın şu pis ayyaşa” diyerekten.

 

Deli bakışların esaretinden kurtulduğumda, kemanın sesi içimdeki en kuytu köşeye süzülürdü. Saçılırdı acılarım, sakladığım küflü bohçalardan. Adını dahi bilmediğim şarkıların ezgileri, bir panzehir gibi iyileştirirdi ruhumun en yaralı hücrelerini. Minnet duyardım o anlarda, acımı hüznüyle saran bu kadına. Belki ona acıdığımdan, belki de meraktan “kim bilir ne derdi var, hangi yaşanmışlık onu bu hale getirdi?” der, üzülürdüm onun için.

 

Her zaman olduğu gibi, o gece de merak ettim, sokak çalgıcısı kadının hikâyesini. Neydi acaba onu bu hale getiren sebep? O da bir zamanlar bir annenin kuzusu değil miydi? Sihirli değneğinin olmasını isteyen bir çocuk? Bir erkeği delice seven kadın? Her şekilde hayal edebilirdim onu, ama bir çocuğun annesi olarak hayal edemiyordum; hiç bir anneye bu sefil hayatı yakıştıramadığımdan olsa gerek.

 

“Kader nerede başlar, nerede biter?” diye sordum kendime. Yaşadıklarımızın ne kadarına hükmedebiliriz? Belki de yalnızca kader denilen bilinmez yazgının satır aralarını doldurmaya yetiyor gücümüz.

 

“Dünya zıtlıklar üzerine kuruludur” demişti, bir büyüğüm. Bu söz üzerinde hiç düşünmemiştim daha önce. Birinin mutlu olması için birinin mutsuz olması mı gerekiyordu? Birinin zengin olabilmesi için, başkasının fakir? Birinin başarısı bir diğerinin başarısızlığıyla mı mümkündü? Hayatın şanslı çocukları sahip olduklarıyla övünürken, neden “herkes hak ettiği hayatı yaşar” diyebilecek kadar ikiyüzlü ve kibirliydiler? Düşünce kalkmasını bilmeliydi elbette insan, ama herkes aynı yükseklikten mi düşerdi? Aynı yarayı mı alırdı? Kimi düz yolda yürürken, kiminin yolu yokuşlara çıkmaz mıydı?

 

Bir yandan kendimle konuşuyorken, diğer yandan da balkona birikmiş karları süpürdüğümün fakında değildim, bir silah sesiyle irkilene kadar. Dallara tünemiş kuşlar birden korkuyla havalandılar. Bir kadın çığlığı karıştı silah sesine. Siyah saçları geceye atılan kement gibi savruldu kadının önce, sonra düştü bembeyaz karların üstüne. Bir şeyler söyledi, rüzgâr aldı kadının sesini, kemanın sesine kattı ve savurdu gökyüzüne. Bir kadın çığlığı, bir keman sesi ve menekşelerimin sessizliği üstüne yağdı kar taneleri…

 

Ertesi sabah işe gitmek için istasyonda tren bekliyordum. Elimdeki gazetede, İran asıllı, otuz yaşlarında bir kadının kimliği belirsiz kişilerce vurulduğu, yaşam tehlikesinin devam ettiği, polisin, aile içi infazdan şüphelendiği yazıyordu. Kimliği hakkında hiç bir ayrıntının olmayışı dikkatimi çekti; polis kimliğini gizli tutuyor olmalıydı.

 

Dört beş ay olmuştu bizim apartmana taşınalı. Benim mutfak pencerem onun oturma odasına bakardı. Camları hep kalın perdelerle örtülü olurdu. Markette, sokakta gördüğümde selam verirdim, konuşmak istemediğini açıkça belli ederdi. “Boşuna değilmiş herkeslerden kaçması, kimselerle komşuluk etmeyişi; kadının boyundan büyük derdi varmış” dedim, içimden.

 

Tren istasyonunun soğuk zeminine serdiği incecik şiltenin üzerinde, bir köşede yatıyordu, çalgıcı kadın. Yüzünü örttüğü gazete, elimde tuttuğum gazeteyle aynıydı. Uyumadığını hissediyordum. Hayat kavgalarının içinde, o yana bu yana koşturan insanları görmek istemediği için yüzünü gizlediğini düşündüm. Bir ölü gibi el çekmişti dünyadan. Ne para, ne aşk, ne de savaş, hiç biri yoktu hayatında. İnsan yaşamaktan vazgeçtiğinde, geleceğini öldürmeye yetiyordu gücü. Geçmiş bir gölgeydi, bir gölge nasıl öldürülebilirdi? Gölgesini uyutmak, vicdanini avutmak için içiyordu bu kadın, sanırım bunu yine de başaramıyordu.

 

Artık korkmuyordum, iri mavi gözleri deli bakan çalgıcı kadından. Korkularım beyaz bir gecede, görmediğim bir elin sıktığı kurşunla vurulmuştu dün gece. Yüzünü örttüğü gazeteyi usulca kaldırdım yüzünden. Öylece bakıştık karşılıklı, konuşmadık, hatta nefes almadık. Acı vardı gözlerinin derinlerinde, tanınması zor ve sonsuz bir acı. Yemin ederim ki, tüm dünya birleşseydi bile o acıyı, o gözlerden silmeye yetmezdi güçleri. Verselerdi ona dünyanın tüm zenginliklerini, dönüp bakmazdı o gözler…

 

Cüzdanımdaki paranın hepsini, kirden hangi renk olduğu belli olmayan torbasının içine bıraktım. Ne ödemem gereken taksitler, ne evin kirası, ne de mutfak giderleri umurumda değildi. “Sıcak bir şeyler ye ve sıcak bir banyo yap, temiz giysiler al lütfen” dedim. Hiç bir şey söylemeden yattığı yerden doğruldu, yüzünden kaldırdığım gazeteyi itinayla katladı, kirli torbasına koydu. Her gece şehirden çekilince evi barkı olanların ayak sesleri, geceye ağıt yakar gibi, kimsesiz çocuklara ninni söyler gibi çaldığı o ezgiyi çalmaya koyuldu…

 

Beklediğim tren bensiz gitti. İşe gitmekten vazgeçtim. Kırmızı saçlı, deli bakışlı çalgıcı kadın keman çaldı, ben onu sessizce dinledim. Ağladım, hem de saklamadım bu sefer elden âlemden gözyaşlarımı. O da ağladı mı bilmem, yüzünü duvara dönmüştü…

 

Eve gelir gelmez yatağa girdim, uyumak ve unutmak istiyordum. Dün gece vurulan kadını unutmak, sokak çalgıcısını kadını unutmak, en çok da kendimi unutmak…

 

Çalan telefonunun sesine uyandım, vakit öğle olmuştu. Arayan eşimdi, bir kaç gündür şehir dışındaydı. Gazetelerden öğrenmiş olayı, “haberin var mı?” diye sordu. “Gözlerimin önünde vuruldu kadın” dedim.

-Kendini iyi hissetmiyorsan gelebilirim.

-Ben uzun zamandır kendimi iyi hissetmiyorum ve sen bunu göremiyorsun ya da görmezden geliyorsun.

-Ne demek istiyorsun?

-Ne demek istediğimi iyi biliyorsun.

-Bilseydim sormazdım.

-Bana iyilik ettiğini düşünüyorsun belki de, benden hiç bir şey olmamış gibi hayatımıza kaldığımız yerden devam etmemizi isterken. Seni mutlu etmeye kendimi mecbur hissetmekten nefret ediyorum. Sırf sen mutlu ol diye etrafa sahte gülücükler saçmaktan nefret ediyorum. Ben acı çekiyorum anlıyor musun, dünya umurumda değil benim. Ne gülmek ne eğlenmek geliyor içimden. Bizim çocuğumuz öldü, sen bu acıyı göğüsleyebildin. Benim şimdilik gücüm yok buna. Yüreğim ne kül, ne ateş, kaskatı kesilmiş bir kaya kadar ağırlaştım. Zaman ver bana ne olur. Bıkma benden, yorulma. Her fırsatta kaçma uzağıma. Sensiz bu ev soğuk ve yürümekle bitmeyecek kadar büyük geliyor bana. Sen olmazsan yanımda, yaralarımı sarmaya zamanın da gücü yetmez. Sevileni kaybetmek çok zormuş, öğrendim. Seni de kaybedersem, kolay vazgeçerim yaşamaktan. Seni kaybetmekten çok korkuyorum. Gözyaşlarımı saklamak istemiyorum artık. Ne olur izin ver, omzunda ağlayıp omzunda avunayım. ..

 

Biriken ne varsa döktüm sözlere, konuşmaktan yorulduğumda sustum. Beni bile rahatlatan kısa, derin bir sessizlik oldu. Sıranın kendisine geldiğine karar vermiş olmalı, içinden geçeni deyiverdi, telefonu kapatırken:

-Ben de mecbur hissettim kendimi sana, iyileştirmek istedim seni yalnızca. Söz veriyorum, ana yüreğinin yası önünde saygıyla eğileceğim bundan böyle…

 

Kendimi uzun zamandır hiç olmadığım denli iyi hissettim. Bir kadının her yaşta ve her sıfatta bir erkeğe ihtiyacı vardı. Düşüp kanattığında dizlerini, babasının şefkatli ellerine ihtiyaç duyardı. Üzülüp ağladığında, sevdiği adamın omzuna. Kendini kötü hissettiğinde, bağrına bastığı oğlunun kokusuna.

 

Yeniden düştü çalgıcı kadın aklıma. Hangi aşk acısı düşürmüştü ona bu hale. Babasına duyduğu aşk mı, sevdiği erkeğe duyduğu aşk mı, evladına duyduğu aşk mı? Ya da aşksızlık mı?

 

O günün üzerinden günler geçti. Sokak çalgıcısı kadın, ağlayan kadınların gözyaşlarına her gece kemanıyla eşlik etmeye devam etti. Bense menekşelerimle konuşmaya. Evimin önünde, beyaz bir gecede, bir serçe gibi karların üstüne yaralı düşen kadını eskisi kadar sık hatırlamıyordum artık. Ama o kendini kolay unutturmayacaktı bana. Bir gün bir mektup aldım, üzerinde gönderenin adı ve adresi yoktu.

 

“Adım Perizan” diye başlıyordu mektup. Adının Perizan olduğunu yeni öğreniyordum. “Yoksulluğumuzun içine yetim doğdum” diyordu.

 

“Annem çaresizliğine boyun eğip evlendiğinde, dört kardeş pay edildik akrabalar arasında. Ben annemin çilesine ortak gittim üvey babamın evine. On bir yaşına gelince, teyzem nişanlayıp oğluyla, ‘büyütür kendime gelin ederim’ deyip, aldı beni yanına. On dördüm de büyüdün dediler, gelin ettiler.

 

Kocam deli dolu bir gençti. Zamanla düzelir, diyorlardı büyükler; ‘erkek çalı kuşuna benzer, gezer dolaşır gelir, kadın evin eşiğidir, bekler erkeğini’. Beklerdim, bekledim de…

 

Kocam velinimetimdi benim, sefaletime son veren sebebimdi. Üvey baba kapısından beni kurtaran kahramanımdı. Karnım doya ekmeği, sırtım sıcak elbiseyi onun kapısında görmüştüm. Varsın başımda olmasındı, varsın hayırsız olsundu, aç değildim açıkta değildim.

 

Üstelik kocam yaşıtım, dengimdi. Dövmesi sövmesi yoktu, daha bir kadın Allah’tan ne isteyebilirdi ki. Özünde iyi bir insandı, beni de kendince severdi. Ben de severdim onu, hem de çok.

 

Yani bir kadın bir erkeği nasıl sever bilmezdim ama severdim onu. Kılına zarar gelsin istemezdim. Belki bir arkadaşı sever gibi, belki de bir akrabayı sever gibi, nasıl sevdiğimi bilmezdim ama severdim onu.

 

Kocam kötü alışkanlıklarına uyuşturucuyu da ekleyince, alışkanlıklarına para yetiştirebilmek için hırsızlığa başladı. Üç ay evdeyse, üç yıl hapiste geçti gençliği. Ben de onun peşi sıra gezdim hapishane hapishane, görüş günleri. Oğlumuza hem ana oldum hem baba, çalışıp çabalayıp, çekip çevirdim evimizi. Hapisteki kocama da baktım üstelik. Allah bilir, hiç de yüksünmedim bu halimden, hiç isyan etmedim. Kaderim dedim, çektim.

 

Avrupa’ya kocamın sayesinde gelmiştim, bana bu imkânları sağlayan kocama minnet duyuyordum. Onu bir ömür sırtımda taşısam hakkını ödeyemem, diyordum. Üvey baba elinde kalsaydım, üç kuruş başlık parasına kim bilir kaç yaşındaki adama kuma üstüne verirlerdi beni. Bir lokmanın, bir hırkanın diyetini dayak yiyerek, itilip kakılarak öderdim.

 

Yaşadığım hayattan daha iyi bir yaşam var mıydı, onu da bilmiyordum. Bu hayat hep böyle geçip gidecek sanıyordum. Bir gün, hesapsızca, ansızın biri girdi hayatıma. Belki kaderdi bu, belki de ben onun kaderim olmasını çok istedim.

 

Otuz yaşındaydım ve ilk kez bir erkek gözlerimin içine bakıyordu. Otuz yaşında bir kadının, üç yaşındaki bir kız çocuğu kadar sevilmeye muhtaç olduğunu o güne kadar bilmiyordum. Benim ne babam olmuştu saçlarımı okşayan, ne de vefalı bir kocam. İlk kez bir erkek bana iltifat ediyordu; kaşımın, gözümün güzel olduğunu söylüyordu. Konuştuğum dil başkaydı artık, baktığım şey de gördüğüm şey de başka. Otuz yaşında, anamdan daha yeni doğmuş gibi acemi başlıyordum hayata. Artık biliyordum, bir kadın bir erkeği nasıl sever ve bir erkeğin bir kadını nasıl sevdiğini.

 

Aşk cesaret demekmiş aynı zamanda. O korkak kadın gitmişti, yerine dünyayı yerinden oynatabileceğini zanneden cesur bir kadın gelmişti. Boşanmak istediğimi söylediğimde kıyametler koptu, tüm akrabalarım birleşip beni öldüresiye dövdüler. Boşanmakta ısrar edersem öldüreceklerini söylediler.

 

Ben o eski ben değildim artık, kararlıydım hayatımı değiştirmeye, sevdiğim adamla daha güzel günler görmeye. Kaçtım evden, kadın korunma sığınma evine sığındım. Ait olduğum toplumda kadın baş kaldıramazdı yazgısına, başkaldıranın kaderiydi ölüm. Fermanımı kestiler, on dört yaşındaki evladımdan, anasını öldürüp namusunu temizlenmesi istediler.

 

Aylardır şehir şehir kaçıyordum, oğlumun eline anasının kani bulaşmasın diye. Sonrasını biliyorsun oğlum izimi buldu ve senin gözlerinin önünde beni vurdu.

 

Şimdi yeniden, başka bir şehirde, herkeslerden kaçarak, yapayalnız bir hayat yaşamaya mecburum. Allah’ın verdiği cana son vermek günahların en büyüğü olmasaydı, evladımı bu dertten bir an evvel kurtarırdım.

 

Bunları sana niye anlattığımı merak ediyor olmalısın. Kime iyilik ettiğini, oğlumun ve benim ne kadar çaresiz olduğumuzu anla istedim. Anla ki sonsuza kadar sırrımıza sadık kal.”

 

Ah Perizan dedim, mevsimsiz açan bir gülsün sen. Kar yağmaktan vazgeçmez senin için, rüzgâr esmekten. Sana bekleseydin diyemem baharı; senin iklimin hep soğuk, hep kış… Ah Perizan! Mektuba yeniden döndüm, sadık kalmam gereken sır neydi merak ediyordum.

 

“O gece seni mutfak pencerenden izimi süren oğlumu izlerken gördüm. Sonra ben vurulmadan hemen önce, balkonda gizlenmiş, oğlumla konuşmalarımızı dinliyordun. Her şeyi gördüğün, beni vuranın oğlum olduğunu bildiğin halde, polise ateş edeni görmediğini söylemişsin. Ancak bir anne anlayabilirdi, evladın açtığı yaranın kanatmadığını.

 

Bu sırrı sonsuza kadar saklayacağına eminim ve oğlumu bir anne şefkatiyle koruyacağına inanıyorum. Allah sana evlat acısı göstermesin ve yuvanda seni mutlu kılsın. Bir gün korkmadan dolaşabilirsem sokaklarda özgürce, seni ziyaret etmeyi çok isterim.” Diye bitiriyordu Perizan mektubunu.

 

Mutfak penceremden bakarken dışarıya, sokağın başından gecen ufak tefek biri ilişmişti gözüme o kadar. Üzerinde durmamıştım ve sonra hiç hatırlamamıştım bu ayrıntıyı.

 

Balkonda gizlenip onları dinlemiyordum; balkona biriken karları süpürüyordum iki büklüm. Perizan ile oğlunun aralarında geçtiğini söylediği konuşmayı kendi sesime kulak verirken kaçırmıştım.

 

Perizan’a ateş edeni hiç görmemiştim. Bir silah sesi, kuşların kanat çırpışları, bir kadın çığlığı ve keman sesinden başka o geceye ait hiç bir şey yoktu belleğimde.

 

Perizan bir yıl sonra, başka bir şehir de, onlarca insanın gözleri önünde, Avrupa’nın göbeğinde kocası tarafından öldürüldü.

Saklanmak için değiştirdiği adıyla geçti gazete sayfalarına, polis tutanaklarına.

Adi Perizan’dı…

Perizan güzel gözlü bir ceylandı…

 

Dışarıdan bakıldığında ne kadar farklıydı her şey.

Bazen olması gerekenler kendiliğinden oluveriyordu.

Perizan’ın hikâyesinin bir anlatıcısı olması gerekiyordu ve anlatıldı bu öykü…

Meral Korkmaz

meral.korkmaz@edekitap.com

Konya’nın Kulu ilçesinde doğdu. Henüz on sekiz yaşındayken Türkiye’den ayrıldı. İsveç’e yerleşti. Stockholm şehrinde yaşıyor. Gözlem ve tahlil yeteneği sayesinde halkına yabancı kalmadı; gurbet, sıla, yabancılık gibi konuları İsveç’te yaşayan Türk toplumu nezdinde irdeledi, yorumlar getirdi. TRT’de yayınlanan Avrupa’da yapımının İsveç danışmanlığını yaptı.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız