Beş Şehir
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Maraş’ın ve Maraşlıların Bayramı adlı yazısından bildiğimiz, kurtuluş savaşı sonrası kentin görünümünü irdeleyen, durum tespiti yapıp yol gösterici, ufuk açıcı umutları paylaştığı görüşlerini içeren yapıtlarından biri, “Beş Şehir”.
Kent yazıları diyebileceğimiz, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa’da Zaman, İstanbul başlıkları altında, dört Türk kentinin görünümünü, duyumsanan yönleriyle anlatan Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” adlı betiğini, ikinci dünya savaşının hemen sonrasında yazdı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu derinlikli yapıtının oluşumunu şu sözlerle anlatıyor: “Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor.
Sade millet ve cemiyetlerin değil, şahsiyetlerin de asıl mana ve hüviyetini, çekirdeğini tarihilik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç de yadırganmaz. Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.
Bu çetin konuşmayı, aslı olan meselelere, daha açıkçası, ‘biz neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?’ suallerine indirmek ve öyle cevaplandırmak, belki daha vuzuhlu, hatta daha çok faydalı olurdu. Fakat ben bu meselelere hayatımın arasında rastladım. Onlar bana Anadolu’yu dolduran Selçuk eserlerini dolaşırken, Süleymaniye’nin kubbesi altında küçüldüğümü hissederken, Bursa manzaralarında yalnızlığımı avuturken, divanlarımızı dol duran kervan seslerine karışmış su seslerinin gurbetini, Itri’nin, Dede Efendi’nin musikisini dinlerken geldiler.”
BEŞ ŞEHİR'den...
Ankara Kalesi’ne çıktım. Gözümün önünde şaşırtıcı değişiklikleriyle Ankara ovası uzanıyor.
Arkadaşımla teker teker etraftaki dağları, küçük tepeleri ve şurada burada birdenbire sıcakta bir tas serin su vehmiyle bozkırın ortasında yemyeşil bir gölge yapan küçük köyleri sayıyoruz. Keskin bir ışık, etrafımda bir zafer borusu gibi çınlıyor. Sert rüzgârda, bulunduğumuz tepenin yassı şekli -Evliya Çelebi olsa Peşte için yaptığı gibi bademe benzetirdi- tam bir gemi küpeştesi hâlini aldı. Zaman denizlerinde onunla beraber yüzmeye hazırlanıyordum. Bu rüzgâr, bu mucizeli gemi ile insanı nerelere götürmez.
Buraya çıkarken gördüklerimizle hangi medeniyetlere, hangi çağlara gitmeyiz? Fakat hayır, Ankara bu cinsten tarihî bir hulyaya kolay kolay imkân vermiyor. Burada tek bir vak’a, tek bir zaman, tek bir adam muhayyileye hükmediyor. Bu şehir kendisini o kadar ona vermiş ve onun olmuş. Eti arslanı, Roma sütunu, Bizans bazilikasından kalma taş, Timurlenk ve Yıldırım muharebesi, hepsi sizi dönüp dolaşıp yirmi yıl evvelin çetin günlerine ve şifalı ağrılarına götürüyor, onun tabii neticesi olan büyük meselelerle karşılaştırıyor.
Bu o kadar böyle ki, Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıkmış denebilir.
Ovaya bakıyorum; o muharebeler buna benzer ovalarda, mor gölgeli sırtlarıyla ufku plastik bir madde gibi yoğuran bu dağlara benzeyen dağlarda geçti. İnönü zaferini millete ve tarihe müjdeleyen telgrafı yazarken Garp Cephesi Kumandanı’nın gözü önünde olan manzara, ufak tefek değişikliklerle bu gördüğüm manzaranın devamıydı; galip kumandan bu tepeye, yahut yanı başındakine, biraz ötede, sağda solda görünen tepelere benzer bir yerden düşman askerinin kaçtığını, Bozüyük’ün yandığını seyretmiş, gene böyle bir yerde asırlara verdiği müjdeyi yanındakilere dikte ettirmişti:
“Saat 6:30’dan sonra, Metristepe’den gördüğüm vaziyet; Gündüzbey şimalinde sabahtan beri sebat eden ve dümdar olması muhtemel bulunan bir düşman müfrezesi sağ cenah grubunun taarruzuyla gayri muntazam çekiliyor. Yakından takip ediliyor.
Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yok. Bozöyük yanıyor. Düşman binlerce maktulleriyle doldurduğu muharebe meydanını silahlarımıza terketmiştir.
Garp Cephesi Kumandanı İsmet”
Sade, tok ve son derecede vâzıh belâgatıyla gözümüzün önünde bir harp sahasını, yangını, ölü ve yaralıları, karışıklığı, ufukta kaçan ve kovalayan muharipleriyle, kendi panoraması içinde canlandıran bu satırlara benzer bir edebiyatla ilk defa karşılaşıyorduk.
İnönü’ nde genç kumandan İsmet Paşa, 1922 yılının 26 Ağustos gecesi Dumlupınar’ da Başkumandan Mustafa Kemal -eğer uyudularsa- nasıl bir rüya gördüler? Milletlerine hazırladıkları istikbal kendilerine açıldı mı?
Bu geceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071 senesi Ağustos’unun 26. gecesine götürüyor. Malazgirt’te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alparslan’ı, muharebe emri vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni bir Roma’yı kurmak üzere olduğunu, talihini, avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi?
Hiç tanımadığı dehalı çocuklar, müstakbel zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekarları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? Gözlerinde Sultan Hanı’ndan, İnce Minare’ den bir hayal yok muydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardan habersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadan o büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senede Malazgirt’ten Akdeniz kıyılarına, bu toprağın tanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı?
Fatih’in İstanbul fethinden evvelki uykusuzlukları, Baki’nin ve Nedim’in, Neşatî ve Nâili’nin, Sinan’la Hayreddin’in, Kasım’ın, Itri ile Dede’nin, Seyyit Nuh’la Tab’i Mustafa Efendi’nin ve daha yüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklü bir kaderi kendisine taşımasından gelen bir sabırsızlıktan başka ne olabilir? Ve eğer o mübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıl doğarlar, hangi mucize ile eski hayat ağacı yeni meyvalarla donanırdı?
Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Anadolu yollarında dolaştıran, bin bir güçlükle güreştiren yapıcı ve yaratıcı ağrı, Malazgirt’in ve büyük fethin başladığı işi asırlar boyunca devam ettirecek ve nasıl Sinan ile Nedim’i, Yunus ile Itri’yi muzaffer rüyalara borçlu isek, gelecek çağların şerefini yapacak olan isim ve eserleri de İnönü’nde, Sakarya ve Dumlupınar’da harita başında geçen uykusuz gecelere ve bu gecelerin ağır yükünü kemik ve kanı pahasına taşıyan isimsiz şehit ve gazilere borçlu kalacağız.
Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa