Title Image

Gün Uzar Yüz Yıl Olur

Cengiz Törökul Aytmatov
gün uzar yüz yıl olur cengiz aytmatov

Gün Uzar Yüz Yıl Olur

Başka dillerden yapılan çeviriler, öbür şivelerden aktarmalar büyük özen isteyen çalışmalar. Yıllar içinde, çok üstün nitelikleri olan, derin anlayışlı, geniş kavrayışlı aydınlarımız, bu önemli görevi yerine getirerek Türk okurunu, dünyanın dört bir yanında bulunan yapıtlarla tanış ettiler. Türkiye’de, dil konusunu bir tartışma alanı olarak öne sürenlerin, kendi yetersizliklerini görmeden Türk dilini yetersiz bulanların, yabancı dillerin savunucusu durumundaki mankurtların, közkamanların kötücül çabasına karşın, önemli sayıda yapıt, arı, duru biçimde Türkçeye kazandırıldı.

 

Türklerin yüzakı Cengiz Aytmatov’un Rusça olarak yazdığı tüm yapıtları da, değişik dönemlerde, değişik çevirmenlerce Türkçeye kazandırıldı. Bu yüce çabaların sonucu olarak Aytmatov’un düşüncelerine ulaşıldı; uzak geçmişte yaratılan Türk söylenceleri, destanları, yaşanılan çağdaki öykülerle birleşerek yol gösterciliğini, ufuk açıcılığını sürdürdü.

 

Refik Özdek’in “Gün Olur Asra Bedel”, Mehmet Özgül’ün “Gün Olur Yüz Yıl Olur” adlarıyla dilimize kazandırdığı Aytmatov’un ölümsüz yapıtının özgün adı, Rusçada “Boranniy Polustanak” söyleyişiyle yazılan, boranlı küçük, ara durak anlamında bir söz. Kazak, Kırgız Türkçesinde ise yapıtın adı “Borandı Beket”. Boran, TDK Sözlüğünde, sert esen yel, şimşek ve gök gürültüsü ile ortaya çıkan sağanak yağışlı hava olayı, diye  açıklanıyor. Türkçe konuşmalarda kar, boran ikilisi biçiminde sıkça geçen söz, küçük söyleyiş farklılığıyla Rusçaya geçen binlerce Türkçe sözden biri. Boranlı Beket adının ikinci sözcüğü “beket” ise beklenilen yer, durak, duralga anlamında kuzey Türklerince yaygın kullanılan bir söz.

 

Yapıtın, 1995 yılında, “Borandı Beket” adıyla bir de sinema uyarlaması yapıldı. Kurmacayı Bakıt Karagulov yönetti. Yazarın, yönetmenin Meret Saruulu ile birlikte yorumladıkları kurmacada, “Boranlı Beket” eğretileme öğesi olarak olayın temelini oluşturuyor.

GÜN OLUR ASRA BEDEL'den...

Ak deve Akmaya, inler gibi hafif ve monoton bir ses çıkararak, ayaklarını belli belirsiz bir hışırtıyla yere dokundurarak, uçsuz, bucaksız bozkırın düzünde bayırın da, günlerden beri yürüyor, yürüyordu… Nayman Ana, bu kavurucu ıssız topraklarda devesinin daha fazla yavaşlamasına izin vermeden sürüyor, pek nadir olarak karşılarına çıkan bir kuyu başında ve ancak geceleri duruyor, sabah olur olmaz devam ediyordu yoluna…

 

Sarı-Özek’in sayısız tümseklerinden birinin ardında büyük bir deve sürüsüyle karşılaşacağı ânı bekliyordu kadın. İki günden beri, kırmızı kumlu geniş Malakumduçap vadisinin yakınında idi. Avıla gelen tüccarların, büyük bir deve sürüsünü güden mankurtla karşılaştıklarını söyledikleri yer burasıydı. Kilometrelerce uzanan Malakumduçap vadisinin çevresinde iki günden beri umutla dolanıyor, bir yandan da Juan-Juanlarla karşılaşmaktan korkuyordu. Aradı, taradı ve yalnız uzayıp giden bozkırı gördü. Bozkır ve Serap… Bir defa, kıvrım kıvrım yanan bir yolun ilerisinde koca bir şehir gördü. Camileri, minareleri, kale surları gibi yüksek duvarları vardı bu şehrin. Büyük bir umuda kapıldı. Akmaya’yı hızlandırdı. Oğlunu belki orada bir köle pazarında bulabilirdi. Onu alır, Akmaya’ya bindirir, köyün yolunu tutardı. Akmaya öyle koşardı ki kimse yetişemezdi arkalarından… Ne yazık ki bir seraptı bu! Çöl yolculuğu ağır ve yorucudur ve bu yüzden sık sık böyle aldatıcı hayaller görür insan.

 

Elbette, Sarı-Özek çölünde bir adam arayıp bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Ama bu adamın etrafında, geniş düzlüğe yayılmış büyük bir deve sürüsü varsa, iş kolaylaşır. İnsan er-geç bu develerden birini görür. Sonra bütün sürüyü, sonra çobanını… İşte Nayman Ana’nın umudu, güveni bu idi.

 

Ama Nayman Ana sürünün ne kendisine rastlıyordu ne de izine. İçine bir korku düştü: Ya sürü başka bir otlağa gitmişse? Ya Juan-Juanlar develerini satmak için Hive ya da Buhara gibi şehirlerin pazarlarına göndermişlerse?… Eğer sürüyü satmak için götürmüşlerse, mankurt çoban o kadar uzaktan geri dönebilir miydi? Köyden çıkarken, kaygılar, şüphelerle yanıp tutuşurken, tek arzusu vardı: Çocuğunu sağ olarak görsün de nasıl görürse görsün. İster mankurt olsun, ister her şeyi, bütün geçmişi unutmuş olsun, yeter ki sağ olsun, yaşıyor olsun… Bu kadarına da razıydı. Ama şimdi, Sarı-Özek bozkırında, aradığı çobanı bulabileceği yere yaklaştıkça, beyinsiz, deli bir yaratıkla karşılaşmaktan korkmaya, rastlayacağı böyle bir çobanın kendi oğlu olmaması, başka bir zavallı olması için Tanrı’ya dua etmeye hazırdı. Şimdi bu mankurtu gözleriyle görüp, oğlunun yaşadığı şüphesini kafasından atmak istiyordu. Onu kendi gözleriyle gördükten sonra evine dönecek, bir daha kendine işkence etmeyecek, ömrünün geri kalan bölümünü, kaderine razı olarak sessizce geçirecekti… Sonra, birden bire yine oğlunu görmek özlemiyle yanıyor, ne olursa olsun, o mankurtun bir başkası değil kendi oğlu olmasını istiyordu.

 

İşte, bu çelişkili duygularla ilerlerken, alçak bir tepeyi aşınca, birdenbire büyük bir deve sürüsüyle karşılaştı! Geniş vadiye yayılan semirilmeye bırakılmış develer, bodur otların ve dikenlerin uçlarını kopara kopara dolaşıyorlardı. Nayman Ana, Akmaya’yı hızlandırdı, iyice koşturdu. Önce büyük bir sevince kapılmıştı, hemen sonra da mankurt yapılmış bir oğulla karşılaşacağı korkusu düştü içine. Korkudan ürperdi. Ama, nasıl olduğunu anlamadan, yine bir sevince kapıldı. Böylesine karışık, çelişkili duygular içinde ne yapacağını bilemiyor ve Akmaya’yı sürüyor, sürüyordu.

 

Aradığı sürü işte karşısındaydı. Ya çoban? Nerede çoban? Uzaklarda olamazdı. Ha, evet, oradaydı işte. Vadinin karşı yamacında. Uzaktan yüz hatları pek belli değildi. Uzun bir sopa vardı elinde. Semerli ve onun eşyalarıyla yüklü bir deveyi yedeğinde tutuyor, gözlerine kadar indirdiği şapkasının siperi altından sakin sakin ona bakıyordu.

 

Nayman Ana, iyice yaklaşınca oğlunu tanıdı ve nasıl olduğunu anlamadan kendini yerde buldu. Daha sonra oğlunu görünce deveden indiğini değil düştüğünü hatırlayacaktı. Ama şimdi bunu düşünecek durumda değildi. İkisini birbirinden ayıran çalılar arasından atılarak bağırdı:

 

– Oğlum! Oğul balam benim! Her yerde seni arıyorum. Ben senin annenim!

 

Ama aynı anda da acı gerçeği anlamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, tepiniyor, acı gözyaşları döküyordu. Düşmemek için oğlunun omuzlarına asılmıştı. Toparlanmaya, titreyen dudaklarını büzüp susmaya çalıştı ama tutamadı kendini. Oğlu, öylece, kayıtsız duruyordu. Nice zamandır yüreğinden pençesini çekemeyen acılar şimdi onu yere sermişti. Tutamadığı gözyaşları arasından, gözlerine düşen ağırmış ıslak saçlarının arasından, gözyaşlarından çamurlaşmış yolun tozunu yüzüne buladığı titrek parmakları arasından, oğlunun yüzüne, görüp tanıdığı yüz hatlarına bakıyordu. Bir an göz göze gelince onun kendisini tanıyacağını umuyor, bunu bekliyordu. Bir oğulun öz anasını tanımasından daha kolay ne vardı?

 

Gel gör ki, onun karşısına dikilmesi, bu hali, oğlunun üzerinde en küçük bir etki, bir tepki yaratmadı. Sanki her zaman burada yaşıyor, ya da her gün onu görmeye geliyordu. Çoban ona kim olduğunu, niçin ağladığını bile sormadı. Bir süre öyle durduktan sonra kadının elini kendi omuzundan çekip itti, yanından hiç ayırmadığı yüklü binek devesini yedeğine alıp, oyuna dalan köşeklerin (deve yavrularının) uzaklaşıp uzaklaştığına bakmak için sürünün öbür başına doğru yürüyüp gitti.

 

Nayman Ana çöktü kaldı oracıkta. Ellerinin yüzüne götürdü ve başını yerden kaldırmadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Neden sonra biraz toparlandı, kalkıp yine oğlunun yanına gitti. Çoban onun geldiğini görüyor, başına sıkı sıkı geçirdiği şapkasının altından ona, hiçbir şey olmamış gibi anlamsız, kayıtsız bakıyordu. Ama, güneşin, rüzgârın kavurduğu zayıf yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı sanki. Yüzü gülümsüyor gibiydi ama gözleri bomboş, pek ilgisizdi.

 

Oğlunun yanına gelen Nayman Ana derin bir ah çekerek:

 

– Gel şuraya otur da biraz konuşalım, dedi.

 

Yere oturdular.

 

– Beni tanıdın mı?

 

Mankurt ‘hayır’ anlamında başını salladı.

 

– Adın ne senin?

– Bu senin şimdiki adın. Eski adın neydi? Asıl adını hatırlamaya çalış bakalım.

 

Mankurt sustu. Hiç konuşmuyordu. Ama, iki kaşının arasında ter tanelerinin birikmesinden, gözlerinin bir sis perdesi ardında kalmış gibi görünmesinden hatırlamaya çalıştığı belliydi. Hatırlamasını engelleyen kalın bir duvarı aşamadığı da anlaşılıyordu…

 

– Peki, babanı hatırlıyor musun? Babanın adı neydi? Kimsin, kimlerdensin? Hiç olmazsa doğduğun yeri, memleketini hatırla…

 

Hayır, mankurt hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hatırlamıyordu.

 

– Vah yavrum, ne yapmışlar sana!

 

Böyle diyen Nayman Ana’nın dudakları acı ve hiddetten titredi, kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama mankurt yine öyle kayıtsız duruyordu.

 

– Bir insanın elinden malı-mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir diye söylendi, ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi? Ey rızık veren Tanrı! Eğer varsan, insanların aklına böyle bir şeyi nasıl getirirsin? Yeryüzünde zülüm, kötülük az mı ki!

 

Böyle diyen Nayman Ana, gözlerini mankurt oğlundan ayırmadan, Sarı-Özek’te söylenen o meşhur ağıta başladı. Bu, Sarı-Özek tarihini, kültürünü bilen kişilerin çok iyi hatırlayacağı bir ağıttı. Talihsiz, dertli ananın, Güneş’le, Tanrı ile ve kendisiyle ilgili olarak söylediği yakınmalardı. Geleneklere bağlı olanlar onu ezbere bilir ve bugün bile söylerler. Bu ağıtın başlangıç sözleri şöyleydi:

 

Men, batası ölgen boz maya

Tulıbın kelip İskegen…

 

Uçsuz bucaksız Sarı-Özek bozkırının ortasında, dertli ana, gönül avutmaz, dert söndürmez ağıtlarını hıçkırıklar arasında söylemeye devam etti.

 

Heyhat, mankurtun kılı bile kıpırdamıyordu.

 

Nayman Ana oğluna kim olduğunu hatırlatarak değil, söyleyerek, tekrar ederek bildirmeye karar verdi:

 

– Senin adın Colaman’dır. İşitiyor musun? Sen Colaman’sın. Babanın adı Dönenbay idi. Babanı da hatırlamıyor musun? Küçüklüğünde ok atmayı sana o öğretti. Ben ise senin ananım, sen de benim oğlumsun. Naymanlar kabilesindensin. Anlıyor musun? Sen bir Nayman’sın…

 

Mankurt, kadının söylediklerini en küçük bir tepki göstermeden ve umursamadan dinliyordu. Sanki o sözlerinin hiçbir anlamı yoktu. Otlar arasında cırlayıp duran çekirgelerin sesini de böyle dinliyordu.

 

Nayman Ana mankurt oğluna sordu:

 

– Sen buraya gelmeden önce neler oldu?

– Hiçbir şey olmadı.

– Gece miydi, gündüz müydü?

– Hiçbir şey değildi.

– Kiminle konuşmak isterdin?

– Ay ile konuşmak isterim. Ama birbirimizi işitmiyoruz. Orada oturan biri var.

– Başka ne isterdin?

– Efendiminki gibi örgülü saçımın olmasını.

 

Nayman ana elini mankurtun başına uzatarak:

 

– Uzat başını da sana ne yaptıklarını göreyim, dedi.

 

Mankurt birden geri çekildi. Şapkasını iyice bastırdı. Başını öbür tarafa çevirmiş, annesinin yüzüne bile bakmıyordu. Nayman Ana o zaman, ona asla başından söz etmemek gerektiğini anladı.

 

Bu sırada uzaktan, deveye binmiş bir adamın onlara doğru geldiği görüldü.

 

– Kim bu gelen? dedi Nayman Ana.

– Bana yiyecek getiriyor.

 

Nayman Ana telaşlandı. Böyle bir anda birdenbire ortaya çıkan Juan-Juan’a görünmemek için devesini ıhtırdı ve üzerine bindi. Oradan ayrılırken:

 

– Ona bir şey söyleme, dedi, ben az sonra sonra yine gelirim.

 

Oğlu bir cevap vermedi. Hiçbir şeyi umurunda değildi zaten.

 

Nayman Ana, yayılan sürünün arasından devesine binerek gitmekle büyük hata ettiğini anladı. Yaklaşan Juan-Juan, onu Akmaya’nın üzerinde kolayca görebilirdi. Akmaya’yı yedeğine alıp develerin arasından yürüyerek gitseydi görünmeden uzaklaşabilirdi. Ama artık geç kalmıştı bunu yapmak için.

 

Otlakdan epeyce uzaklaştıktan sonra, yamaçlarında öbek öbek pelinlerin bulunduğu derin bir vadiye girdi. Orada devesinden indi ve hayvanı görünmesin diye ıhtırılmış olarak bıraktı. Sonra da sinip gözetlemeye başladı. Yanılmıştı. Juan-Juan görmüştü onu. Devesini mahmuzlaya mahmuzlaya koşturuyordu. Telaşlıydı. Elinde uzun bir kargı, omuzunda yay ve oklar vardı. Nayman Ana’yı otlakta gördüğü yerde dolanmaya başladı. Belli ki Nayman Ana’nın yanına gittiğini anlayamamıştı. Bir o yana bir bu yana dolandıktan sonra Nayman Ana’nın saklandığı derenin yakınından geçti. İyi ki Nayman Ana yazmasıyla Akmaya’nın çenesini bağlamayı da akıl etmişti. Yoksa hayvan ses çıkarır, yerini belli edebilirdi. Gizlendiği pelinlerin arasından Juan-Juan’ı iyice yakından gördü. Uzun tüylü bir deveye binmişti. Şişik, gergin yüzlüydü. Kenarları yukarı doğru kıvrılmış, kayığa benzeyen kara bir şapkası vardı. Ensesinden çift örgülü saçları sarkıyordu. Üzengide doğrulup, şimşek gibi çakan gözleriyle sağa sola bakıyor, kargısını da hazır tutuyordu. Nayman Ana, Sarı-Özek’i istila eden, bir çok Nayman’ı tutsak alan ve ailesine bunca felaketler getiren Juan-Juanların bir savaşçısıyla karşı karşıyaydı şimdi. Ama, silahsız bir kadın vahşi bir Juan-Juan savaşçısına karşı ne yapabilirdi ki? Kendi kendine de soruyordu: Bu insanlar hangi şartlar altında, nasıl bir hayat yaşıyorlardı ki böylesine vahşi, barbar olabiliyorlar? Esir ettiklerinin hafızasını da bu kadar acımasız yok edebiliyorlar?

 

Juan-Juan devesini o yana bu yana koşturarak çevreye göz attıktan sonra sürüsünün yanına gitti.

 

Artık akşam olmuştu. Batmakta olan güneşin son ışınları bozkır ufkunu yangın kızıllığına çevirmişti. Ama az sonra, hava birden karardı, gecenin suskun karanlığı çöktü.

 

Nayman Ana, o geceyi, bozkırın ortasında tek başına geçirdi. Zavallı oğlunun yakınındaydı ama, Juan-Juan’ın sürünün başından ayrılmamış olacağını düşünmüş ve oğlunun yanına gitmekten korkmuştu.

 

O gece düşünüp taşınan Nayman Ana, oğlunu buralarda köle olarak bırakmamaya karar verdi. Varsın bir mankurt olsun, varsın hiçbir şey anlamazsın, yine de kendi ülkesinde, kendi soydaşlarının arasında bulunması, Sarı-Özek bozkırında Juan-Juanlara çobanlık etmekten daha iyi olurdu. Ana yüreği onu böyle düşündürüyordu. Başkaları gibi oğlunun başına gelenlere, bir şey yapmadan katlanamaz, kendi canından, kendi kanından olan oğlunu kölelikte bırakıp gidemezdi. Belki oğlu doğduğu yere dönünce aklı başına gelir, çocukluk günlerini hatırlayabilirdi…

 

Sabah olunca Nayman Ana, Akmaya’ya bindi. Uzaktan, kenardan dolanarak, geceleyin bir hayli dağılmış sürünün yanına sokuldu. İyice sokulmadan önce Juan-Juan’ın hala orada olup olmadığını anlamak için dikkatle baktı etrafına. Onun orada olmadığına, gittiğine karar verince de oğluna asıl adıyla seslendi:

 

– Colaman! Selam Colaman!

 

Oğlu dönüp baktı ve kadın bir sevinç çığlığı attı. Fakat, çocuğun onu tanıdığı, adını hatırladığı için değil sadece bir ses duyduğu için dönüp baktığını hemen anladı. Yine de, onun silinmiş hafızasını canlandırmak, uyandırmak için devam etti konuşmaya:

 

– Adını hatırlıyor musun? Hatırlamaya çalış oğlum… diye yalvardı.

– Hatırla yavrum, babanın adı Dönenbay idi. Unuttun mu? Senin adın da mankurt değil. Colaman senin adın. Colaman! Sana bu adı verdik, çünkü sen yolda, Naymanlar büyük bir göçü sırasında doğdun. Doğduğun yerde üç gün konakladık, üç gün şenlik yaptık.

 

Bütün bu sözler mankurta hiçbir şey hatırlatmıyor, ona hiçbir etki yapmıyordu. Ama Nayman Ana anlatmaya, oğlunun karanlık bilincinde bir şeyler uyandırabilme umuduyla konuşmaya devam ediyordu. Tekrar tekrar konuşuyor, sımsıkı kapalı bir kapıyı döver gibi, ısrarla aynı soruları soruyordu:

 

– Hatırlıyor musun? Babanın adı Dönenbay idi.

 

Bundan sonra, getirdiği yiyeceklerle oğlunun karnını doyurdu, içeceklerden içildi ve ona ninniler söyledi.

 

Mankurt ninniden çok hoşlanmıştı. Rüzgârın sertleştirdiği, güneşin kavurup kararttığı yüzünde tatlı bir yumuşama, bir hoşlanma dalgası görüldü. Onun yüzündeki bu değişmeyi gören ana sevindi, umutlandı ve buraları, Juan-Juanları terk edip kendisiyle köylerine, doğup büyüdüğü yere gelmesini istedi ondan. Ama mankurtun aklı almıyordu bunu. Buralardan çekip giderse sürü ne olacaktı? Efendisi ona hayvanların yanından ayrılmamasını emretmişti. Efendisi ne söylerse o olurdu, sürüden asla uzaklaşamazdı…

 

Nayman ana yitik hafızanın kapısını, bir daha, bir daha zorladı:

 

Kim olduğunu hatırlıyor musun? Adın neydi? Babanın adı Dönenbay!!…

 

Kadının çabası boşunaydı. O sımsıkı kapanmış kapıyı aralamak için uğraşırken vaktin geçtiğini fark etmedi. Tam da o sırada, sürünün öbür başında bir Juan Juan’ın yaklaştığını gördü. Bu defa çok daha yakında ve bindiği deveyi daha hızlı sürüyordu. Nayman Ana hemen kalktı, kendi devesine bindi ve aksi yönden giderek uzaklaşmak istedi oradan. Ama ikinci bir Juan-Juan yolunu kesti. Bunun üzerine Nayman Ana, Akmaya’yı ikisinin arasından sürdü, olanca hızıyla koşturmaya başladı. İki Juan-Juan kargılarını sallayarak düştüler peşine. Bereket versin dişi deve Akmaya çok hızlı koşan bir deveydi ve kısa zamanda arayı açıp uzaklaştırdı Nayman Ana’yı. Juan-Juan ile Juanların uzun kıllı develeri Akmaya’ya yetişebilir miydi hiç! Sarı-Özek bozkırında inanılmaz bir hızla koşup uzaklaşıyordu Akmaya.

 

Juan ile Juan’lar kadına yetişemeyeceklerini anlayınca kovalamaktan vazgeçtiler. Onların, sürünün başına döndüklerinde mankurtu ölesiye döndüklerini zavallı ana bilemezdi. Adamlar onu döve döve o yabancının kim olduğunu, niçin geldiğini soruyor, ama hep aynı cevabı alıyorlardı mankurttan.

 

– Bilmiyorum, annem olduğunu söylüyor.

– Hayır, annen değil, senin annen yok! Onun buraya niçin geldiğini biliyor musun? O kadın senin şapkanı çıkarıp başını buğulamak istiyor! Onun için geldi buraya!

 

Bu sözleri duyan zavallı mankurtun yüzü korkudan sapsarı oldu. Boynunu omuzlarına çekti, şapkasını iki eliyle tutup başına bastırdı. Ürkmüş yabani bir hayvan gibi etrafına bakındı.

 

Juan-Juanlardan yaşlı olanı:

 

– Hadi artık korkma! Al bakalım şunları! dedi.

 

Böyle derken nankurtun eline bir yay ve birkaç ok tutuşturdu. Daha genç olan Juan-Juan da şapkasını havaya fırlatarak:

 

– Haydi, iyi nişan al! Vur bakalım!

 

Ve ok, havaya fırlatılan şapkayı delip geçti.

 

– Gördün mü? dedi şapkanın sahibi. Başındaki hafızasını yitirmiş ama elinin hafızasını yitirirmiş.

 

Nayman Ana, yuvasından ürkütülmüş bir kuş gibi, Sarı-Özek bozkırında oradan oraya koşturuyor, ne yapacağını bilemiyordu. Juan-Juan’lar sürüyü alıp başka bir yere götürmüşlerse? Çocuğunu da alıp gitmişlerse? Gittikleri yer kendi obalarına çok yakınsa? Ya sürüyü bırakıp onu bulmak için iz sürmeye başlamışlarsa?…

 

Bu düşüncelerle kaygılanıyor, kimseye görünmemeye çalışarak ve dört tarafına bakınarak dolanıp duruyordu çölün ortasında. Sonra birden, iki Juan-Juan’ın sürüyü bırakıp gitmekte olduklarını gördü. Yan yana gidiyor, geriye dönüp bakmıyorlardı bile. Buna çok sevindi. Juan-Juanlar iyice uzaklaşınca tekrar oğlunun yanına dönmeye karar verdi. Bu defa ne olursa olsun çocuğunu kaçırıp götürmek istiyordu. Çocuğun başına ne geldiyse gelmişti ama bu onun suçu değildi. Düşmanlar yok etmişti onun bilincini, hafızasını. Kaderi böyleymiş. Ne olursa olsun, anası onu köle olarak bırakamazdı. Onu Naymanların arasına götürecek ve barbar Juan Juanların tutsak ettikleri Nayman yiğitlerine neler yaptıklarını herkese gösterecekti. Bunu görüp silaha sarılırlardı. Mesele toprak değildi. Herkese yetecek kadar toprak vardı buralarda. Mesele, Juan-Juanların dayanılmaz kötülüğünde idi. Uzak bir komşu olarak da tahammül edilmezdi onlara!

 

Nayman Ana bu düşüncelerle oğlunun bulunduğu yere doğru ilerledi. Bir yandan, onu hemen bu gece kendisiyle gelmeye nasıl razı edeceğini düşünüyordu.

 

Engin Sarı-Özek bozkırında akşam oluyor, derelerin, tepelerin arasında hava kararıyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışınlarıyla, geçmiş ve gelecek sayısız gecelerden biri daha yavaş yavaş iniyordu bozkırın üzerine. Beyaz deve Akmaya binicisini, hafif, serbest bir yürüyüşle deve sürüsünün bulunduğu yere götürüyor, batan güneşin kızıl ışınları Nayman Ana’nın yüzüne vuruyor, net bir görüntü veriyordu. Nayman Ana dikkatli, kaygılı, yüzü sararmış, hatları iyice gerilmişti. Ağarmış saçları, kırışıklıkları alnına ve gözlerine nakşedilen düşünceleri, Sarı-Özek’in alacakaranlığı gibi, dinmeyen yürek acılarının yüzüne yansımasından başka bir şey değildi.

 

Nihayet deve sürüsünün yanına geldi ama develerin arasında boş yere dolandı bakışları. Onun öteberisini taşıyan devesi, yularını yerde sürüyerek dolaşıp duruyordu kendi başına. Çobanı yoktu! Neler olmuştu? Nerelere gitmişti?

 

– Colaman! Colaman! Neredesin oğlum? diye bağırdı Nayman Ana.

 

Cevap veren olmadı, görünen yoktu.

 

– Colaman! Neredesin? Ben geldim, ben, annen! Neredesin?

 

Nayman Ana merakla her tarafa göz gezdirirken, mankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. Mankurtun gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam nişan alabilmek için uygun anı bekliyordu.

 

Oğlunun başına bir şey gelmiş olmasından korkan Nayman Ana ise seslenmeye devam etti:

 

– Colaman! Oğlum!

 

Nayman Ana birden eyerin üzerinde döndü ve oğlunun kendisine nişan aldığını gördü.

 

– Dur! Atma!

 

Ancak bunu diyecek kadar zaman olmuştu. Deveyi mahmuzlayıp hızlandırmak istemişti ama fırlatılan ok vınlayarak sol böğrüne saplanmıştı bile!

 

Darbe öldürücüydü. Nayman Ana’nın başı sarktı, devenin boynuna sarılmak istediyse de tutunamadı, yere yuvarlandı. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düştü başından. Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalandı. Ananın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçtu gitti: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”

 

İşte o gün bugün, Dönenbay kuşu, Sarı-Özek bozkırında geceleri uçar dururmuş. Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, “Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye ötermiş.

 

Sarı-Özek’te Nayman Ana’nın gömüldüğü yere Ana-Beyit (ananın yattığı yer) diyorlar. Mezarlığın adı bundan geliyor…

 

Ak deve Akmaya’nın soyundan gelen develer üreyip çoğalmış. Onun soyundan gelen bütün dişi develer tıpkı onun gibi ak başlıymışlar. Yine onun soyundan gelen erkek develer ise, tıpkı Karanar gibi kara renkli, iri ve çok güçlülermiş…

 

Şimdi Ana-Beyt’e gömmek üzere götürdükleri merhum Kazangap, Boranlı Karanar’ın, Nayman Ana’nın ölümünden sonra Sarı-Özek bozkırında kalan ünlü ak deve Akmaya’nın soyundan geldiğini anlatırdı.

 

Yedigey, Kazangap’ın devesi için anlattıklarına inanırdı. Niçin inanmayacaktı? Boranlı Karanar buna lâyıktı… İyi günlerde, kötü günlerde bir çok sınavdan geçmiş, sahibini hiçbir zaman darda, çaresiz bırakmamıştı. Yalnız, kızışma zamanında çok azgınlaşırdı. Kızışması da hep kara kışa rastlardı. O zaman iyice azgınlaşır, kara kış gibi dayanılmaz, zapt edilmez olurdu. Yedigey, hem kara kış, hem devesi ile uğraşmak zorunda kaldığı için, aynı anda iki kışı birden yaşardı. Bir keresinde Karanar ona öyle bir iş yapmış, öyle eziyet çektirmişti ki, anasından emdiği süt burnundan geldi. Eğer o bir hayvan değil de bilinci, mantığı olan ama insan olmayan bir yaratık olsaydı, Yedigey onu asla bağışlamazdı. Ama çiftleşme zamanında azmasın da ne yapsın! Aslında mesela o da değil. Bazıları hayvanı suçlu, sorumlu sayar. Oysa hayvanın yaratılışı, kaderi öyledir. Kazangap bunu çok iyi biliyordu ve Yedigen’in yanlış bir şey yapmasını engellemişti. Yoksa Karanar’ın sonu kim bilir ne olurdu…

 

s. 157-170

 

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız