Ötgen, Ötân, Geçmiş Günler
Ötgen Künler betiğini Türkiye Türkçesine aktaran Ahsen Batur, kapaktaki adın hemen altına “Geçmiş Günler” açıklamasını ekleyerek anlaşılırlığı artırmış. Aslında ne ötgen ne de künler yabancısı olduğumuz sözler. Sözgelimi ötgen sözü Kahramanmaraş’ta “ötân” sesiyle günümüzde de aynı anlamda; geçen, geçmiş yerine söyleniyor. Künler daha yakın; sert söyleyişle günler. Bir başkası; “Bahtsız Küyav” yazarın öbür yapıtının adı. İkinci söz Küyav; güvey sözünün Özbekelindeki söylenişi.
Uluğ Bey’in Hazinesi, Ötgen Künler gibi Özbek yazınının güçlü yapıtlarını Türkiye Türkçesine kazandıran Ahsen Batur, Abdullah Kadiri’yi, “Türkistan romancılığını öncüsü… Yazar, fikir ve mücadele adamı… Bağımsızlık ve hürriyet şehidi…” sözleriyle tanıtıyor. Betiğin arka kapak yazısında ise yapıt; “Kadiri’nin kendi ifadesiyle, “Rus orduları topları ile memleket kapılarına dayanmışken, kendi tabutlarını hazırlamakta meşgul olan Türkistan Türklerinin iç kavgalarının belgeseli, destansı bir aşkın romanı.” diye tanıtılıyor.
Bu kısa tanıtımlardan sonra yazarın, yapıtını hangi koşullar altında, hangi tinsel duygularla yazdığını ortaya koyan, aslında varken, SSCB dönemi baskılarında çıkarılan, çığlık gibi sözleri paylaşılıyor: “… Birliğin, beraberliğin ne demek olduğunu bilmeyen, sadece kendi çıkarlarıyla, ele geçirecekleri mevkileri veya dünyalığı düşünen birkaç soysuz Türkistan’da devamlı cirit atıyorsa, bizim İnsanlığımız nerede kaldı? Biz bu şekilde devam eder, birbirimizin eteğini kaldırmakla meşgul olursak, Ruslar sömürgeci ayaklarını Türkistan’a basarlar ve biz de gelecek nesillerimizi onların boyunduruğuna terk etmiş oluruz. Öz çocuklarını kendi elleriyle kafirin eline teslim eden, onları esarete sürükleyen biz atalarına elbette Allah lanet eder, oğlum! Babalarının mukaddes ruhlarının yattığı Türkistan’ı domuz ahırına çevirmek isteyen biz köpekler, elbette yaratanın kahrını hak etmiş oluruz! Timur gibi dahileri, Babür gibi fatihleri Farabi, Uluğbey, Sinaoğlu gibi bilginleri yetiştiren bir ülkeyi helak olmaya sürükleyenler, şüphesiz Tanrı’nın gazabına çarpılmayı hak etmişlerdir, balam!”
ABDULLAH KADİRİ
ikinci dünya savaşı bitiminde, İlki Kırım’da, Yalta’da kurulan Sovyet film kurumlarından Taşkent’te kurulu Özbekfilm, Ötgen Günler öyküsünü, 1969 yılında sinemaya uyarladı. Bağmsızlık sonrasında,1997 yılında yeniden sinemaya uyarlanan Ötgen Günler, geçerliliğini yitirmeyecek görünen bir öykü. Betiğin girişinde, Ahsen Batur, Türkiye’deki okurların ancak bağımsızlıktan sonra adını duyabildiği, Özbek yazınının temellerini kuran Abdullah Kadiri’nin yaşam özetini, ana hatlarıyla aktarıyor:
“Abdullah Kadiri, Türkistan Türk edebiyatına tarihi romancılık sanatını getirmiş bir edebiyatçıdır. En önemli eserleri, “Ötgen Künler” ve “Mihraptan Çayan”dır.
1958 yılında Taşkent’te basılan “Ötgen Künler”de, İzzet Sultanov tarafından yazılan takdim yazısında, doğum tarihi 1894 Taşkent olarak gösterilmekte, Dr. Baymirza Hayit’in yayınladığı “Türkistan’da Öldürülen Türk Şairleri” isimli eserde ise 1897 olarak işaret edilmektedir. Ölüm tarihi ise kesin olarak 1939’dur.
Abdullah Kadiri, 1913’te “Ahvalimiz” şiiri ile şairliğe başlamış ve bu şiiri ile zulüm altındaki Türkistan’ın durumunu anlatmıştır. Daha sonra “Milletim” isimli bir şiir yazmıştır. 1915’te “Şansız Damat” (Bahtsız Küyav) adlı tiyatro eserini meydana getirmiş ve eser Taşkent tiyatrosunda sahnelenmiştir. Ancak, yazarın şairlik yönü kayda değecek ölçüde değildir.
Özbek Edebiyatının ceditçilik akımının öncülerinden olan Abdullah Kadiri, 1932’ye kadar Sovyet gazete ve dergilerinde yazdığı yazılarla halkın güvenini kazanmış, fakat “sosyalist bir yazar” olmamıştır. Aynı yılki yazarlar toplantısında “Komünist Partisi yolunda yürümek konusunda kendisinden söz alındıysa da”, Kadiri bu sözünü yerine getirmedi. Gerçi 1932’den sonra Sovyet hayatına ters düşmeyen kolektifleştirilmiş hayattan alınmış “Abit Ketman” isimli bir roman yazmışsa da, sonra kalemi yavaş yavaş sönmüş ve inzivaya çekilmiştir.
Nihayet Sovyet rejimine ters düştüğü için 1937 yılında tutuklanıp halk düşmanı ilan edilmiş, 1939’da öldürülmüştür. Böylece Türkistan Türkleri en güçlü yazar ve heccavlarından birini kaybetmiş oldu. Bugünkü Türkistan romancılığının babası kabul edilen Abdullah Kadiri’nin saklanan eserleri 1959’dan itibaren yeniden basılmaya başlanmış ve Sovyet rejiminin kurbanı oluşu ise “Stalin devrinin kurbanıdır” şeklinde geçiştirilmiştir.
“Ötgen Künler” ilk defa 1922’de İnkılap’da tefrika edilmiş, 1926 yılında da kitap olarak piyasaya sürülmüştür.
Özbekistan’ın bağımsızlığını ilanına kadar yapılan baskıların hepsinde yer yer çıkartılan kelimeler, satırlar ve paragraflar vardır. Elinizdeki roman 1993 yılında Gafur Gulam Yayınevi tarafından orijinal el yazısı ve 1926 basımı esas alınarak neşredilmiş en son baskısından Türkiye Türkçesine aktarılmıştır.
ÖTGEN KÜNLER'den...
On altı, on yedi günlük hilal, beyaz bulutlar arasından göz kırpıp duruyordu. Herkes yatsı namazına gitmiş, sokaklar su basmış gibi sessizdi. Bu sessizlik anından faydalanmak istiyormuş gibi Alim ustanın kapısı yanına gelip duran kişinin kim olduğunu, bulutlar arasında gizlenen ayın sönük ışığı altında teşhis etmek güçtü. Kapı duldasında bir süre dikilen kişi, nihayet eşiği yavaşça açıp girişe daldı. Sonra kapıyı yine aynı ihtiyatla sessizce kapattı.
Ay ışığı üç açıdan girişi aydınlatıyordu. Bu arada meçhul kişi göz ucuyla eyvana baktı. Seyfi, mum ışığı altında, eyvanda, yatağını yapmakla meşguldü. Meçhul kişi kendini siper alarak Seyfi’yi gözetlemeye başladı. Seyfi, yatağını hazırladıktan sonra eyvandaki sofra ve siniyi toplayıp odasına çekildi. Köşedeki meçhul kişi sanki bunu bekliyormuş gibi, ayak uçlarına basarak ören avluya doğru yürüdü.
Yaprakları dökülüp çıplak dallarıyla ortada kalan ağaçların yanından örene ulaştığında, artık onun kim olduğunu tahmin etmek güç değildi: Yüreği yaralı, haksızlığa uğramış ve bu yüzden büyük bir mücadeleye hazırlanmış bir yiğitti…
Atabey, ören duvarı yanında durarak, büyük bir dikkatle içeriye kulak kabartmıştı. İçerden odun kırıp ocağa atan bir kişinin gürültüsü, arada bir de bir kadın sesi geliyordu. Örenin duvarları arasında sakin adımlarla bir iki defa o yana bu yana gidip geldi. İçeriye kolayca girebileceği bir yer aradı. Ören duvarlarından birinin ortasındaki yarıktan içeri girmek kolay olacağı için gelip orada durdu. Tam o anda bir yerlerden gelen ayak sesleri kulağına çalındı. Yerine oturup iyice sindi. Ayak sesleri kesilince, gelen kişinin yatsı namazından dönen Alim usta olduğunu anladı. Onun avluya gelebileceği düşüncesiyle büsbütün yere yapıştı.
Dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu. Atabey, bu sessizlik anında kalp atışlarını duyabiliyordu. Serin güz rüzgârı çehresini yakıyor, boğazlanmakta olan koyun gibi yüzünü göğe çevirip âdeta yardım istiyordu.
Aradan bir bir buçuk saat kadar vakit geçmiş, bu arada baykuşlar ötmeye başlamıştı. Ören avlusu tarafından ayak sesleri işitince, yerinde doğrulup kulak kabartmaya mecbur kaldı. Ne olduğunu anlayamadığı konuşmalar bir süre devam etti. Sonra kapının açılmasıyla sesler de uzaklaşmaya başladı. Duvara tırmanıp yukarıya çıktı. Yıkık evin penceresinden karşıdaki eyvan ve eyvan içinde yanan ateş gözüne çalındı. Kapı açık olduğu için içerden bir takım sesler geliyordu. Duvardan atlayarak harabe evin içine girdi. Üç dört adım ilerleyerek yandaki evin penceresine yaklaştı. Avlu tarafına göz attı. Karşıdaki evinin iki penceresi de kapalı olmasına rağmen, yanan ışık içeride birilerinin olduğunu gösteriyor ve birtakım konuşma sesleri kulağına geliyordu. Aradan on beş dakika geçtikten sonra sesler daha da yükselmeye başladı. Bu arada bir kadının elinde tepsiyle dışarı çıkıp kazandan bir şeyler doldurmaya başladığı görüldü. Hemen kendini siper alan Atabey, kadın içeri girdikten sonra kuşağının içindeki hançeri kadından sıyırıp, çekmeye hazır halde sırtına sokarak beklemeye başladı…
s. 247-249
Okur Görüşlerine Açık Sayfa