Title Image

Mürebbiye

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Mürebbiye

Matmazel Anjel, doğup büyüdüğü Paris’in kenar mahallelerindeki sefil hayatını geride bırakıp, zengin bir ailenin hanımı olmak konusunda kararlıdır. Anjel’in kaderi İstanbul’da Dehri Efendi ailesinden birkaç masumun eğitim ve terbiyesinden sorumlu öğretmen olarak atanmasıyla değişir.

 

Mürebbiyelik Anjel’a istediği kazancı sağlamayınca, evin en küçüğünden en büyüğüne bütün erkekleri fethetmek için hazırladığı dehşetli programı derhal uygulamaya girişir. Anjel’in odasının bulunduğu koridorda gölgeler dans etmeye başlarlar. Ev ahalisi giderek birbirine düşer, sınırlar zorlanır ve sonunda büyük bir sürpriz beklemektedir.

 

Kendi döneminin Avrupalı romancılarını, filozoflarını yakından takip eden Hüseyin Rahmi, Mürebbiye’de geniş bir kültürel coğrafyaya referanslarla kurgusunun katmanlarının derinleştiriyor. Arka Kapak Yazısı

 

İstanbul doğumlu Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 – 1944 yıllarıa arasında geçen ömründe, yazdığı tüm yapıtlarının konularını da İstanbul yaşamı içerisinden seçmiştir.

MÜREBBİYE'den...

Matmazel Anjel, has bahçenin baldıranı mezbelenin gül fidanı olur, kabîlinden olmak üzere sevk-i kaderi daha doğrusu kendisini o sıfatla kabul edenlerin eser-i gafleti olarak Dehri Efendi ailesi nezdinde birkaç masumun emr-i tedrîs ve terbiyesine muallime tayin olunmuştu.

 

Anjel, hîn-i-tevellüdlerinde nüfus defterine yalnız valide ismiyle kaydolunan evlâd-ı tabîiyyeden idi. Mahsûl-ı sefâhat olan bu gibi çocukları ekseriyetle babaları kabul etmediği gibi anaları da tehlikesinden havfen iskât-ı cenîne cüret edemedikleri veya ettikleri hâlde muvaffak olamadıkları için istemeye istemeye tevlit eylediklerinden vâlideynlerinin rızaları hilafına dünyaya gelen bu müsteskal çocuklar temyîz-i nîk ü bed edecek bir sinne vasıl olup da ortada namını taşıyacak bir “peder” bulamadıkları zaman cem’iyyet-i beşeriyye içindeki bu mevkisizliklerinden tevellüt eden bütün felaketlerini validelerinden bilirler. Her bahtsızlıklarına sebep yegâne meydanda yalnız onu görürler.

 

Validesine karşı bu nazar-ı husûmet Anjel’de de vardı. Fransa’da beraber bulundukları zaman bazı günler saç saça, baş başa dövüşürlerdi. Anjel, validesini “Babamın ismini söyle?” diye sıkıştırırdı. Validesinin, o zavallı kadının ise dünyada katiyen bilemediği, düşünüp düşünüp de bir türlü kestiremediği bir şey varsa o da kızının bâis-i vücûdu olan zat idi. Anjel’in ibrâmâtından pek ziyade bizar olduğu günler kadıncağız: “Kimin kızı olduğu[nu] ben ne bileyim?” diye haykırırdı.

 

Anjel, Paris’in mezbele-i fuhşu içinde fışkıda yetişen mantar gibi neşv ü nemâ bulmaya başlayınca daha kadınlık çağına girmezden birçok zaman evvel o da anasının sanatına süluk etti. Henüz küçüktü. Fakat fuhuşta ırsen hai4 olduğu istidat hasebiyle o sanatta validesinden daha üste çıktı.

 

Paris’in dâd ü sited-i rezâilinde bir hayli müddet pûyân olduktan sonra nihayet bir gün o da validesinin uğramış olduğu kazaya uğradı. Yani hamile kaldı… Birkaç ay evvel “aman” ittihaz etmiş olduğu Mösyö Andre isminde bir herife müracaatla karnındaki çocuğun babası kendisi olduğunu iddia eyledi. Fakat Andre bu isnadı şiddetle reddetti.

 

Bu redde mukabil Anjel kameti azıştırdı. Kızın yaygarayı ayyuka çıkardığını görünce Andre kemâl-i hiddetle “Ben seninle serbest bir rabıtada bulundum… Bu münasebetten tevellüt edecek nîk ü bed sana aittir matmazel! Bahseylediğin çocuk üzerinde hakk-ı übüvvet iddia etmek arzusunda bulunsam bile diğer amanlarınızdan birinin hakkını gasbetmiş olmayacağımdan emin değilim…” cevâb-ı şâfîsini verdi. Mukâbeleten gösterdiği şerirliğe asla ehemmiyet vermeyerek “matmazel” cenaplarını kapı dışarıya tardetti. Anjel, çocuğun babası Andre olduğunu biliyordu. Lakin herif babalığı kabul etmedikten sonra çocuk anasının bu bilgisi ne kadar katiyet derecesinde olursa olsun para eder mi?

 

Kapı dışarıya olan o matrûdiyyet-i nevmîdânesinden sonra matmazel düşünür…

 

Çocuğu Andre’ye kabul ettirebilmek emrindeki müşkülatı yegân yegân nazar-ı dakîk ve muhakemesinden geçirir. Artık Andre’den kendine bir fayda olamayacağına, işi aher bir kalıba dökmek lazım geldiğine hükmeyler. Anjel bu emirde kendi kanâat-i vicdâniyyesine tevfîkan doğru bir harekette bulunmuştu. Fakat bu gibi husûsâtta doğrulukla iş yürür mü? Bu gûne umûr-ı müşkilede en doğru hareket te’mîn-i maksada kifayeti en ziyade meczûm olan harekettir. İşin içinde ne kadar yalan dolan, eğrilik büğrülük olursa olsun… Siz neticedeki husûl-ı maksada bakınız… Hakikat işte odur…

 

Anjel karnındaki çocuğuna bir baba aramıyor mu? Maksat işte o babayı bulmak… Ve netîce-i maksad da çocuğu o babaya kabul ettirmektir… Keyfiyet pek sade. Bir maksat, bir de neticeden ibaret… Bir muâdele-i riyâziyye gibi bir kere mesele şu iki basit esas üzerine kuruldu mu bunun fasıl-pezîr olması için ihtiyar olunacak hileler, yalanlar teferruat kabîlinden kalır. Anjel,Andre’ye müracaat etmezden evvel bu dakikayı düşünememiş olduğuna çok hayıflanır.

 

O matrûdiyyeti neticesi olarak hasıl eylediği tecrübe üzerine kendi kendine: “Çocuk Andre’nindir. Buna hakikat derecesinde kaniyim… Lakin işe yaramayan hakikati ne yapmalı? İşe yarayacak surette tahrif etmeli. Hiç André gibi haşin, mâddiyyûndan bir herif benim gibi bir kadının batnındaki çocuğun babalığını kabul eder mi? Erkek olur ki benim gibi bir kadın tarafından merhamet-i übüvvetine takdim kılınan bir çocuğun kendi sulbî evladı olduğuna karine hasıl eylese de Andre gibi bu asr-ı medeniyyetin mâddiyet-perestâne ahlakı îcâbâtından kendini kurtaramayıp öyle bir çocuğa âgûş-ı pederânesini açmayı nefsince bir belahet belki de büyük bir zül addeder.

 

Fransa’da yine erkek olur ki sulb-ı âherden gelme bir çocuğun fuzuli pederliğiyle şeref-yâb olur da übüvvet istihkâk-ı mâddîsinin kime ait olduğunu düşünmekten kendini azade addeyler, o tatlı gafletle yaşar gider… İşte bana böyle bir baba lazım.” yolunda düşünür… Her nefes aldıkça karnında büyüyen o sıklet-i müz’iceyi yüklenmek için parası çok aklı az, merhameti hassasiyetine galip, hassas, serîü’t-teessür, evlat canlısı bir peder araştırır. Bu taharrî-i zihnîsinde uzun müddet beyin patlatmaya hacet kalmaksızın Anjel aradığı babayı bulur…

Dehri Efendi Ailesi

 

Anjel’in şu üç aşığını birbirinden habersizce memnun etmesi yolunda kurduğu hile dolabının dönüşünü sekteye uğratacak bazı hallerin ortaya çıkması pek şeker-renk giden bu komedyayı adeta gül pembesi haline koydu.

 

Şemi’nin okul tatili zamanı geldi. Artık delikanlı gece gündüz yalıdan bir tarafa ayrılmıyor, Mürebbiye’nin sıkı tembihlerine rağmen hemen her gece sevgilisinin gerdek odasına girmeye fırsat bulabilmek için sabahlara kadar sofralarda dolaşmaktan kendini alamıyordu.

 

Talihsiz bir tesadüfle o aralık Melahat’ın İstanbul’daki teyzesi de hastalanıverdi. Melahat anne yarısı saydığı teyzesini şunun bunun eline bırakamayarak kadıncağıza kendisi ihtimamla bakmak için sıkça sıkça İstanbul’da kaldığından Sadri’nin de aşk meydanı genişlemişti.

 

Mürebbiye tehlikeyi farkedip üçünün de gece ziyaretlerine son vermeye mecbur oldu. Haftalarla devam eden bu mahrumiyet bu üç kederli âşığı dayanılmaz bir arzu ateşine düşürdü. Hele Amca Bey sevda ateşinin etkisiyle geceleri topaç gibi odasının ortasında dönüyor, bazen sevgilinin gerdek odasına gitmek için her tehlikeyi göze aldırıp kaderci bir cesaretle “herçibâdâbâd” deyip odasından başını çıkarıyor, sofada bir korkunç bir hayalet gibi dolaşan ya Sadri veya Şemi’den birinin gölgesi önüne çıkarak gitmesine mani oluyordu.

 

Bu iki amansız rakibin gece devriyelerinden sofayı boş bulmak fırsatını ele geçirdiği gecelerde yavaş yavaş kâh duvar diplerinden yürümek, kâh dört ayak yerlerde sürünmek önlemleriyle türlü heyecan içinde sevdiğinin kapısına kadar gidiyor, geldiğini haber vermek için parmaklarıyla tık tık hafif hafif vuruyor, içeriden cevap olarak hiçbir ses işitmeyince menteşeyi karıştırıyor, kapıyı sımsıkı kilitli bularak tarifi imkânsız bir mahrumiyet ateşiyle kederli kederli odasına dönüyordu.

 

Yine bir gece Amca Bey ne olursa olsun Mürebbiye’nin odasına gitmeye karar verdi. Odasından başını çıkardı. Koyu bir karanlığa boğulmuş o koca sofanın köşesini kucağını dinledi. Oh ne âlâ!… Karşıki duvara dayalı bulunan büyük saatin sarkacığının sesinden başka hiç ses yok. O karanlık, hele gecenin el ayak çekildikten sonraki o sessizliği içinde sarkaçın çıkardığı o ritmik “tak tuk”lar gündüzkinden birkaç derece daha büyümüş gibi işitiliyordu. Amca Bey sofaya ilk adımını attı. İlkin ürkmüş gibi yine geri çekildi. Bir süre düşündü. Kendi kendine: “bizim sofanın ortasındaki asma lamba önceleri her gece sabaha kadar yanardı. Acaba şimdi niçin yanmıyor! Bu geceye kadar ben buna neden dikkat etmedim? İki üç hafta var ki lamba herkes yatıncaya kadar yanıyor sonra sönüyor. Hatta bu gece ben odama girerken yine yanıyordu. İşte şimdi sönmüş… Gazını az koyuyorlar da mı sönüyor? Yoksa biri mi söndürüyor? Bu ne hikmet?” dedi.

 

Geceleri lambanın böyle alışılmışın dışında sönmesi hakikaten Amca Bey için dikkate değer bir durumdu. Fakat zavallının sevgili hasretiyle zihninde oluşan bulanıklık kendinde hiçbir şeyi yoluyla düşünmeye meydan bırakmadığından, bu noktaya gerektiği kadar önem vermeyerek beş on dakika düşündükten sonra yine kendi kendine:

 

– Sadri ile Şemi Mürebbiye’nin bana ettiği iltifatları çekemiyorlar… Geceleri benim kızın odasına gidip gitmediğimi gözetlemek için bu lambayı söndüren o iki çapkın’dan biri olmalı… dedi.

 

Yine ilk kararını uygulamak azmiyle başını oda kapısından çıkardı. İkinci defa olarak her tarafı büyük bir dikkatle dinledi. Hep o saat sarkacının “tak tuk”ları… Başka ses yok… Hiçbir yerde “çıt” olmuyor… İçinden “hele şükür baş belası çapkınlar uyumuş” dedikten sonra nefes almaya bile korkarak hırsız gibi yavaş yavaş sofanın ortasına doğru yürümeye başladı.

 

Mürebbiye, Sadri, Amca Bey, Şemi’nin hepsinin odaları gayet geniş bir sofa üzerindeydi. Yalnız Dehri Efendi’nin bir kütüphane, bir salon, bir de yatak odasından oluşan özel dairesi ayrıydı. Fakat o daireye giden koridorun kapısı da yine o sofaya açılıyordu.

 

Amca Bey sofa ortasında bulunan büyük masanın yanına geldi. Uzaktan bir kapı açılır gibi hafif bir gıcırtı işitti. Bu gıcırtıyı gayet çekingen ayak sesleri takip ettiğini duyunca o tarafa gelen birileri olduğuna artık hiç şüphesi kalmadı. Hemen geri dönüp odasına çekilmek istedi. Lakin ayak pıtırtıları gittikçe kendine doğru yaklaştığından gelene kendini sezdirmeksizin oradan savuşmanın mümkün olamayacağını anladı. Saklanmak üzere yavaşça masanın örtüsünü kımıldatıp altına giriverdi… Masa bir buçuk metre çapında, beş ayaklı büyük bir masa olduğundan Amca Bey iyice gizlenmek için ortaya doğru süründükçe yine o masa altında diğer bir şeyin kenara doğru sürünüp çekildiğini hissetmesin mi? O ne?… Amca Bey dışarıdaki ayak seslerinden başka masanın altında hemen kulağının dibindeki bu ikinci pıtırtıyı işitince diri diri kapana yakalanıp da kapan sahibinin geldiğini hisseden sansar gibi ne masanın altında durabiliyor, ne de dışarı kaçabiliyordu. Adamcağızı o kadar büyük bir heyecan yakaladı ki kalbindeki şiddetli çarpıntıın gümbürtülerini saat sarkacının tıkırtılarından daha kuvvetli işitiyordu.

 

Amca Bey masanın ayaklarından birinin yanına o da o ayaklardan biriymiş gibi cansız bir cisim halinde öyle mıhlanıp kaldı. Hiç kımıldamak, kıpırdamak, bir karınca kadar ses çıkarmak istemiyordu. Fakat kalbinin gümbürtülerini durdurmak, şiddetli heyecan ve korkudan dolayı hızlanan solumasını sakinleştirmek mümkün mü? Tuhafı nerede?… Masanın öbür kenarında gizlenen kişinin de aynı derecede heyecanlı olduğunu, nefesi nefesine yetişmez derecede soluduğunu işitiyor, onun da kalp çarpıntısını kendininki kadar açıkça duyuyordu.

 

Masa altındaki bu iki kişi diğerinin heyecanını dikkatle dinleyip ikisi de kendini ötekine tanıtmamak için masanın kenarından kaçmanın çaresini aramaktalarken, sofanın öbür ucundan gelen ayak sesleri pıtır pıtır gelip kendi yakınlarından geçtikten sonra, gitti gitti Anjel’in oda kapısı önünde durdu.

 

Masa altındakilerin bu defa heyecanlarının şekli tamamen değişti. İkisi de birbirini gözetlemekten ve hatta önceki sakıncaları düşünmekten vazgeçip Mürebbiye’nin kapısı önünde yaşanacaklara olanca dikkatleriyle kulak vermeye başladılar… Amca Bey olacakları yalnız işitmekle de yetinmeyip artık karanlığa iyice alışmış olan gözleriyle belki bir şey seçebilirim ümidiyle yavaşça örtünün ucunu kaldırarak dışarıyı seyretmeye kadar cesaret gösterdi. Aynı cesaret ötekinde de görüldü. O da usul usul sürünüp masanın bu gösteriyi izlemeye en elverişli olan yerine gelerek örtüyü hafifçe aralık etti.

 

O esnada Anjel’in kapısı tık tık ama pek hafif olarak iki üç defa vuruldu. Masa altında gizlenenler işin nereye varacağını bekliyor ve işte asıl şimdi nefes bile almak istemiyorlardı…

 

Tık tıklar öncekilerden biraz daha hızlıca tekrarlandı. İçerden ses çıkmadı… Bir iki tık tık daha oldu. Yine cevap yok. Bu tık tıkların bir işe yaramadığını gören gece ziyaretçisi, ağzını kapının anahtar deliğine uydurup mümkün olduğu kadar pes perdeden bir sesle: “Sevgili Anjelciğim, ben geldim. Kim olduğumu sesimden anlamıyor musun? Öteki sırnaşık budalaların ikisi de uyudu. Burada benden başka kimse yok.” ricalarında bulunduktan sonra bu yalvarışlarına cevap beklerken hemen o dakika içinde merdiven tarafından elinde koca bir lamba ile birinin sofraya doğru geldiğini gördü. Neye uğradığını anlamaya vakit olmadan beş altı saniye içinde o koyu karanlık içindeki sofa birdenbire gündüz gibi aydınlanıverince kapı önündeki merhamet dilencisi, o zavallı dertli, kedi görmüş fare gibi kaçacak bir delik bulmak üzere çarçabuk etrafına bakındıktan sonra masanın altını bir sığınak olarak görüp hemen oraya kapağı dar attı. Zırh delen bir mermi şiddetiyle masanın örtüsünü itip altına girer girmez tos vuruşur gibi kendi kafasıyla diğer bir kafa arasında gerçekleşen şiddetli bir çarpışma, âşık mermiyi adeta sersem etti. Diğer kafa sahibinin hissettiği acının da şöyle böyle acılarlardan olmadığını “Vay kafam!” diye yavaş fakat keskince işitilen bir inlemeden anladı. Çarpışanların ikisinin de beyni sızlıyordu. Fakat “gık” demeye imkân var mı? Birkaç saniye içinde sofa apaydınlık kesildi. Örtünün aralıklarından masanın altına giren ışık orasını, üç kişinin yüzünü birbirine seçtirebilecek kadar aydınlık bir hale getirdi. Aman şu üç kişinin o sırada büyük bir mahcubiyetle birbirlerine bakışmalarlarını görmeliydi. Birbirinin ayıplayan bakışlarına hedef olmadansa yer yarılıp yere geçmenin daha iyi olduğunu birbirlerine bu bakışlarıyla anlatıyorlardı. Fakat kim kimi ayıplayacak? İçlerinden daha az gülünecek halde olan hangisidir? Hangisi diğerleriyle alay etmeye kendinde hak görebilecek?

 

Üçüncü olarak o sığınağa atılan ile içerdekilerden birinin kafası arasında gerçekleşen çarpışmadan devamlı bir parıltı ortaya çıkmış gibi sofa aydınlık içinde kalıp o ışıktan masa altı da pay alınca Amca Bey, Sadri, Şemi, Mürebbiye’nin hazırladığı komedinin bu üç önemli aktörü, göz göze gelmişlerdi. Amca Bey’le Sadri’nin yüzlerinde can acısından kaynaklanan kasılmalar görülmesi, çarpışmanın bu ikisi arasında gerçekleştiğini anlatıyordu. Bundan, Amca Bey’den önce masa altına gizlenmiş olanın Şemi ve son sığınanın da Sadri olduğu anlaşılıyordu.

 

Bunlar birbirlerini görünce o kadar bozuldular ki yüzleri ağlamak ile gülmek arasında tarifi imkansız acayip bir hal aldı. Fakat vaziyet ne ağlamaya, ne gülmeye izin veriyordu.

 

O lambayı getiren her kimse merdiveni çıktı. Sofanın her tarafına dikkatli bir göz gezdirdikten sonra kendi kendine:

 

– Bu kokona karısı geleli bizim yalıyı periler bastı. El ayak çekilir çekilmez ne hikmet bilmem, şu sofadaki lamba kendi kendine sönüyor. Ortalık zifiri karanlık kesiliyor… Ondan sonra evin içinde bir pıtırtı bir çıtırtıdır gidiyor… Şu yalıda doğmadımsa büyüdüm. Şimdiye kadar buralarda ne cin vardı ne şeytan! Ben biliyorum ya! Bu pıtırdayan şeytanlar, murabiye midir, kurabiye midir, matmazel midir, müptezel midir, ne karın ağrısıysa işte o karının fistanından dökülüyor. Aslını sorarsanız şeytanın büyüğü işte o karının kendisi… Edasından, gururundan yanına varılmıyor şöyle… Aman Allah’ım ne çokbilmiş şey!… Büyük Efendi’nin karşısına gider fan fan fan… Şemi’nin yanına gelir fin fin fin… Kamburun önüne çıkar fon fon fon… Ben sizi bir gece şöyle elceğizimle yakalayım da size fin fonu göstereyim…

 

Bu sözleri söyleyenin Kâhya Kadın Eda Hanım olduğunu masanın altındakiler sesinden anladılar… Üçünde de bet beniz kalmadı… Söz söylemeye ne mecal var ne imkân… Şu beladan nasıl kurtulabileceklerini birbirinden soran bakışlarla anlamaya uğraşıyorlardı. Karı kendilerini sezip görmesin korkusuyla üçü de çekingen hareketlerle sürüne sürüne masanın ortasında toplandılar birbirine sokulup büzüldüler.

 

Eda yine sözüne devamla diyordu ki:

 

– Üçünün de bu akşam şu sofada gezindiklerine gözümle görmüş gibi yemin ederim. Daha bir iki dakika evvel biri buradan gümbür gümbür koştu… Acaba nereye savuştular? Aydınlık geldiğini görünce odalarına kaçmış olmalılar. Şimdi gider odalarını birer birer dinlerim.

 

Kâhya Kadın elinde lambasıyla yürüdü evvela Şemi’nin odasını dinledi. İçeriden bir nefes sesi bile işitmeyince merakını daha ileri götürüp kapının topunu çevirdi. Kapı kolayca açılıverdi. İçeri girdi. Baktı ki odada kimse yok. Döşeği kontrol etti. Onu da bomboş bulunca öfkeden gözleri büyümüş olduğu halde yine sofaya çıktı. Çarpıntıdan sesi titreyerek:

 

– Şemi’nin yerinde yeller esiyor… Bu gece döşeğinde hiç yatmamış. Karyola öyle düzeldiği gibi düzgün duruyor. Dur bakayım. Bir de Amca Beyefendi’nin odasını yoklayayım…

 

Karı Amca Bey’in odasına yaklaştı. Kapıyı aralık buldu, orayı da kontrol ettikten sonra:

– Oh canım… Bizim felek de bu akşam kırklara karışmış… Odasında ecinniler top oynuyor. Bu gece bizim küçük hanımefendi İstanbul’da teyzesinde. Bakayım damat beyefendinin kendi kendine içimi sıkılıyor? Yoksa sevgili eşinden bir gecelik ayrılığa dayanamayıp gözyaşı mı döküyor? dedikten sonra Sadri’nin odasına da girip çıkarak:

– Bu akşam damat beyefendi de sırra kadem basmış… Diyerek koşa koşa geldi, elindeki lambayı üç âşığa sığınak olan masanın üzerine koyduktan sonra:

– Ah a dostlar bana bir akıl öğreten olsa… Ben şimdi ne yapayım?… Bu hali bir duyan olsa bizi defe kor da çalardı diye iki elini şakırdatarak sofanın ortasında oynamaya başladı.

 

Mürebbiye’nin o yalıya gelir gelmez bütün erkeklerin ilgi ve arzusunu uyandırmış olması Eda Hanım’ın o kız aleyhinde düşmanca tavır takınmasına en büyük bir sebep olmuştu. Anjel’in hanece kazandığı itibarı bir türlü çekemeyerek, kızı birden bire oradan def edemese de, hiç olmazsa aklını çelebileceği erkekten kadından bazı kimselerin gözünden düşürebilmek için dedilere kodulara girişti. Bazı iftiralardan, iler tutar yanı olmayan uydurmalardan bile çekinmedi. Bu hileleriyle istediği gibi herkesi kızdan nefret ettirmeyi başaramayınca kin ve garezi büsbütün büyüdü. Hanımefendiye gitti, Dehri Efendi’nin Mürebbiye’ye başka gözle baktığını, Mürebbiye ünvanı altında yalıya bir odalık getirmiş bulunduğunu birtakım dokunaklı imalarla anlattı. Oradan arzusu ölçüsünde bir çıban başı koparamayınca “Kokonalar aynıyla erkek demektir, Anjel’e açık görünmek adeta namahrem bir erkeğe çıplak çıkmak gibidir, o karının yanına başörtüsüz çıkmayınınız” gibi sözlerle halayıkları kandırmaya uğraştı. Aşçıbaşıya gitti, Mürebbiye’nin yemek yediği tabakları ayrı bir yerde yıkamasını, onlardan diğer tabaklara bir şey bulaştırırsa bütün yemeklerin mekruh olacağını tembih etti. Tosun Ağa’dan:

– Haydi oradan pis karı… “Murabiye” senden temiz… Onun arttığını bulsam ben yiyecegim… cevabını alınca herifi dövmeye kadar cüret gösterdi. Mürebbiye aleyhindeki hiddet ve şiddetinden karı adeta kendi kendini yiyip bitirerek ne yapacağını şaşırıp nihayet bir gün bu cüretini Efendi’nin karşısına çıkmaya kadar vardırdı. Gözleri yaşarmış bir halde Dehri Efendi’nin huzurunda durarak:

“Efendi Hazretleri içimizde bazı namaz kıllar var… O kokona karısı bahçede sokakta sürttüğü etekleriyle yalının her tarafını dolaşıp kirletiyor. Kendisine emir buyurursanız da bari böyle her yeri dolaşmasa.” diye başlayıp Mürebbiye’yi kötülemeye girişince Efendi, Kâhya Kadının sözlerini her zaman sakince dinlerken bu defa pür-hiddet kesilerek:

– Çalçene karı!… Koca yalının içinde namaz kılacak temiz bir oda bulamıyor musun? Diye azarlayarak Eda’yı huzurundan def edivermişti. Bunun üzerine Eda’nın Mürebbiye aleyhindeki kin ve düşmanlığı fırsat bulsa kızı bir kaşık suda boğmak derecesine vardı.

 

Anjel’in tamir kabul etmez bir hatasını, inkar edemeyeceği bir rezaletini yakalamaya azmetti. Gündüz rahatını, gece uykusunu terk etti. Amca Bey, Sadri ve Şemi’nin Mürebbiye ile olan konuşmalarını ve yapıp ettiklerini kapı arkalarından dinlemeye başladı. İşlerin pek bozuk düzen gittiğini, umduğunun ötesinde bir hız almış olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Hele o akşam lambayla gelmezden evvel karanlıkta merdivenin yarısına kadar çıkıp sofrada gezindiklerini, tık tık Mürebbiye’nin kapısına vurulduğunu hep dinleyip işitmişti. Kendi kendine “Bu gece galiba bizim beylerin üçü de ayakta, bu nasıl iş bilmem ki? Aralarında piyango mu çekiyorlar ne yapıyorlar? Galiba biri odaya giriyor, diğerleri dışarıda bekçilik ediyor. Pişmiş aşa su katmak iyi değildir ama lambayla yukarı çıkıverireyim de hiç olmazsa şunları ürkütüp düzenlerini bozayım… Eğer işime yarayacak bir hale rastlarsam o da bahtıma…” dedi.

 

s. 62-70

 

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız