Burmalı Apolet
Kenan Hulusi Koray, Yedi Meşaleciler diye bilinen Cumhuriyet dönemi yazın topluluğunun, tek öykü yazarıdır. Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret koşuklarıyla bu topluluğa katkı verirken, Kenan Hulusi Koray, biri TRT Kurumunca televizyon için uyarlanan çok sayıda öyküyle topluluk içinde var oldu.
Özgün yapıtlarıyla Türk sinemasına, otör yönetmenlik anlayışını kazandıran Metin Erksan, 1975 yılında, Koray’ın “Sazlık” adlı öyküsünden bir televizyon filmi yarattı. Metin Erksan’ın, o dönemde, TRT için çektiği beş televizyon filminden biri olan Sazlık, yedi sayfaya sığan, kısa bir öyküden uyarlanmasına karşın, çok etkili anlatımıyla TRT klasikleri arasında yer aldı.
Kültür ve Turizm Baknlığı Yayınları arasında ikinci baskı olarak 1983 yılında yayımlanan Kenan Hulusi Koray’dan Hikayeler adlı betikte, otuz yedi ayrı öykü yer alıyor. Prof. Dr. İnci Enginün’ün hazırladığı betiğin, Enginün’ce yazılan önsözünde, yazar, yapıtları ve dönemi hakkında geniş bilgilere yer verilirken, seçkinin oluşturulmasındaki dayanaklar da açıklanıyor: “Bu derlemede yer alan hikayeler, kitap haline gelmiş olanlarla gazete ve dergilerde kalanların gözden geçirilmesi ile seçilmiştir. Konularını, köylü, şehirli ve yabancıların günlük yaşayışlarından alan ve işleyişiyle onların sevimli veya korkunç yönlerini beşeri bir şekilde, hiçbir ön yargıya bağlanmaksızın ortaya koyan çeşitli tipteki hikayelerinden örnekler seçilerek, Kenan Hulusi’nin hikayeciliğinin sadece bir cephesinin değil, çeşitli cephelerin ortaya konulmasına çalışılmıştır.”
KENAN HULUSİ KORAY'DAN HİKAYELER'den...
BURMALI APOLET
Flender’deki harbi konuşuyorduk. içimizden biri eski silah arkadaşlarımızı övdü. bir diğeri dört senelik büyük bir bir harpte bizi tanımadıklarını söyledi. Bütün mesele teknik ve insan kudretinde toplanıyordu. Bu kudreti daha vuzuhla ifadeye kalkan biri de oldu. Bizim mücadelemizi “ruhtan yapılmış bir memleketin mücadelesi” diye tasvir etti. Ben de şu hikayeyi anlattım:
Gelibolu’da İngiliz ve Yeni Zelanda kuvvetlerine karşı dövüştüğümüz günlerdi. Bir defa cephanesizdik ve iki üç tepede bir, iki ağır top, yerleri değiştirilerek, bir ağaç altı yahut bir su menzilinden ara sıra yalancı bir ateşe geçiyordu. Sonra bütün bir gün, harp mıtıkalarından başka hiçbir tarafta tesadüf edilemeyen ve kulaklarımızın alışık olduğu işitme hassasından daha fazla, içimizdeki ses alma uzuvlarını sağır eden müthiş bir sükût!… Âdeta tabyalar düşmüş ve bütün topraklar iskat edilmiş gibi ne tek bir müfreze; ne tek bir asker!
Hadise bu sıralarda oldu. Alman erkânı harbiye şefi Von Ep’in Türk istihkâmlarında ümitsiz ve bitkin dolaştığı dakikalardı. Çimenlik’teki ağır toplardan birinin İntepe’ye nakli icap etti. İhraç kuvvetlerine karşı, tepenin gizli bir tarafından açılacak ateş barajlarının, askeri bir sürpriz olacağı düşünülüyordu.
1914’te Almanlara hakikaten güveniyorduk. Bu yüzden olacak ki Gazze’den itibaren ordunun teknisyenleri Almanlardı. Osmanlı İmparatorluğu bu teknisyenlerin elinde yeni keşfedilen bir robot gibi hareket ediyordu. Düğme onlardaydı!
Harbin ilk yoklama hareketlerine iştirak edenler, Çimenlik’ten İntepe’ye nakledilecek ağır topun keşfi için, Von Ep’in yolladığı dört mühendisten binbaşı Şınayder’i pekala tanıyacaklardır. Daha ilk günden beri, hiçbir teknik harekât yoktu ki, binbaşının kontrol ve itirazından geçmiş olmasın! Bir monoklunun altında, bu keskin camı yerleştirdiği sağ gözü, ikinci ve daha keskin bir cam gibi; fakat bir nokta ve yeşil bir nokta gibi gözükür; mühendis Şınayder’in bütün itirazlarını, bu yeşil noktanın idare ettiği görülürdü. Bir kelime ile mühendis Şınayder, imparatorluk ordusuna verilmiş muti bir zabit değil; henüz bilmediğimiz bir makine fennini temsil eden bir adam: kendi tâbirince mütehassıs bir teknisyendi.
Binbaşı, Çimenlik’ten İntepe’ye götürülecek namlıyı kısa bir muayeneden sonra, vinç ve bocurgat istedi.
Küçük bir Zabit:
– Maalesef! diye konuştu; vinç bulamayız binbaşı!
Şnayder:
– Nasıl, diye bir adım attı ve tek gözlüğünü ilk defa indirerek, baş parmağının kalın mafsal kemiklerine bir iki defa vurdu:
– Şu halde, bir vincin yardımı olmadan kaldırmak istediğiniz anlaşılıyor, dedi.
Elindeki sert camı, boşalmış bir deri çerçeve hissini veren, sağ gözündeki garip oyuğa doğru götürdü;
– Katiyen, diye konuştu, imkansız!…
Not defterini çıkardı:
– Berlin’e yazmak icap ediyor, dedi; ümit ederim ki bu ağır namlıyı kaldıracak makineler, on güne kadar yola çıkmış olur.
Halbuki erkânı harbiyenin en çok ırk sekiz saat vakti vardı ve İntepe’den açılacak vakitsiz bir ateş barajında başka, ihraç kuvvetlerine karşı, hiçbir başka ateş daha fazla müessir olmayacaktı.
Türk subaylarının bu müşkül dakikalarda müstahkem mevki kumandanın Cevat Paşa’ya bir isim verdiler.
– Bir defa da kolağası Ramazan Ağa’ya müracaat etseniz paşam, dediler. İhtiyar kolağası belki bir çaresini bulabilir!
Müstahkem mevki kumandanı her çareye başvurmak taraflısıydı. Onun için olacak ki, Von Ep’le mühendis Şnayder’in itirazlarına rağmen, kendisine tavsiye olunan herhangi birini dinlemekten hiçbir mahsur görmemişti.
Ramazan Ağa seksenlik bir ihtiyardı. Göğsüne kadar inen beyaz sakalı ve uzun boyu ile nizam-ı cedid ordusunun son zabitlerinden biriydi. Daha doğrusu, eski topçularımız arasında kamacılar diye bir zümre vardı ki, bunlar, topların tamiri ve tapyası ile meşgul olurlardı. Nitekim, piyade alaylarında da tüfekçiler aynı vazifeyi görüyordu. Tüfeklerin tamiri ve balyemezlerin taşınmasından ileri gelen bu sınıflar, ordunun en güvendiği adamlardı. Bilhassa kamacılar, bir kelime ile, Osmanlı ordusunun birer İstihkâm teknisyeni idiler. Ramazan Ağa belki de onların son bir örneğiydi ve bir hamam böceği kadar garip yürüyor; ter tel tel taranmış sakalı bir nebatat koleksiyonunda rastgelinen müstehase bir nebat tesirini bırakıyordu. Kolağası Ramazan Ağa, sanki yarım asır evvel, kuytu bir tepede bulunduktan sonra, beyaz kağıt yaprağı arasına bırakılmış ve yalnız elyafı muhafaza edilen ince ve kuru bir nebattı.
Müstahkem mevki kumandanı, vaziyeti kısaca anlattı. Kolağası, aynı koleksiyon yaprakları arasından usta bir el, yahut hafif bir rüzgârla kaldırılan aynı nebat vaziyeti içinde duruyordu ve bir saniye, sanki, bu kurumuş nebatın uçlarında taze bir usare kımıldar gibi harekete geldi; yahut, bu usare, sadece gözlerindeydi:
-Pekala paşam, dedi; Madem ki emrediyorsunuz yaparız!
“ Yaparız!” yalnız bu kelime, basit ve gündelik bir iş gibi dudaklarından çıkmıştı. Âdeta, müstahkem mevki kumandanının masası üzerinde duran silah, şuradan alınıp şuraya konacaktı. Yahut bir nöbet değiştirilecek; en çoğu bir mekâre kıtasına kumanda edilecekti.
Subaylardan biri:
– Ramazan Ağa, diye ilerledi. Yahu, bu toplar, Çimenlik’ten İntepe’ye gidecekler!
– Pekala yaparız!..
Bir başka subay daha ilerledi:
– Ramazan Ağa, iyi düşün bir, dedi. Çimenlik’ten İntepe’ye diyoruz.
– Pekala paşam, evvel Allah yaparız işte…
Müstahkem mevki kumandanı ve birkaç subay daha fazla ısrar etmediler.
– Sen bilirsin Ramazan Ağa, dediler. Götürmek için neler istiyorsun bakalım?
– Hiç! Bir tabur asker yeter paşam!… Biraz halatla biraz da kütük verirseniz…
Ertesi sabah Ramazan Ağa’yı iş başında buldular. Von Ep’le mühendis Şınayder de oradaydı. Bir tarafta, diğer iki teknisyenle beraber duruyorlardı. Ramazan Ağa, binbaşı Şınayder’de, uzun ve ince bacaklı bir böcek tesiri bırakıyor; az sonra bu böceğin birdenbire çatlayarak, bir çam çıtırtısı ile kaybolacağını düşünüyordu.
Kolağası, ilk iş olarak getirdikleri iki kalası muayene etti. Bunlar, nakledilecek ağır topun boyundan yarım misli uzundu, bir insan göğsü kadar da genişti. Kalasları bir bıçak sırtı kadar rendeledi ve yağladı. Uçlarına iki demir halka raptetti, halkaları da kalın iki halata geçirdi. Neferler, yarı bellerine kadar soyunmuşlardı! Göğüslerini siyah bir yosun kaplamış gibiydi. Ramazan Ağa, hepsini de birer birer halatın yanlarına dizdi; tıpkı bir top arabasını götüren hayvanlar gibi diziyordu. Ağır topun hemen ön tarafına gelenler, aralarında en kuvvetli olanlardı!
İlk kumanda:
– Hey! Arkadaşlar! Hazır mısınız?
– Hazırız!…
– Hazırız!…
– Hazırız!…
– Bir!..
– İssa!…
Koca Namlı, iki sıraya dizilmiş yüzer neferin ellerinde, boynuzlarından yakalanmış bir öküz gibi silkindi; bir saniye durdu ve inadını birden bile bırakarak esnedi; hafif kımıldandı.
İlk yürüyüş.
Ramazan Ağa’nın gözlerinde ilk kırpışma… Fakat birdenbire, neferlerin, bu ilk dakikalarda adeta yorulduklarını hissetti. Sanki az sonra, belki bir, yahut iki saniye geçince, bütün bir tabur yanlış bir toprak üstüne düşmüş, havasız bir sürü mahluk gibi tıkanacaklar ve belki de orada yamyassı olacaklardı.
Aynı saniyelerde ihtiyar kol ağasının sesi ikinci defa duyuldu:
Hey erler! diye kükredi; içinizde karı kız varsa dışarı ula!…
Yarı soyunmuş neferler arasında tuhaf bir kımıldanış… Namluda ikinci bir esneme; ikinci bir adım daha… Sonra birden bire, Ramazan Ağa’nın başka bir kumandası:
-Hey erler! Çeken çekmeyenin anasını!..
Ahmet, Mehmet’e sordu:
-Kolağasının ne dedüğünü duyuyon mu ula?…
Mehmet:
-Duyuyon, dedi. Sen de duyuyon mu Ahmet?
-Duyuyon ya?
-Ne diyo ula!…
-Çeken çekmeyenin anasını, diyo!…
-Yapsın mı ula!
-Yapsın ula!
-Yapsın ula!
Ve sonra, üzerinde, yağlanmış kalasların kaydığı kuru bir toprakta, bir böcek sürüsünün ezilmesini andıran, sayısız uzun ve ağır çıtırdılar.
Gece yarısı, müstahkem mevki kumandanı, vaziyeti telefonla sordu. Nöbetçi Zabit:
– Yarı yolu geçtiler paşam, dedi.
– Nasıl gidiyorlar?
– Hiç paşam!… Kolağası aynı şeyi söylüyor… “Çeken çekmeyenin anasını” diyor. Bu gidişle yarın sabah intepe’de olacaklar!
Ertesi günü şafak vaktiydi. Çimenlik’in meşhur namlılarından biri İntepe’ye monte ediliyordu, yirmi dört saat sonra ateşe geçmişti!
İşte Seddülbahir’deki düşman cephaneliğini havaya uçuran meşhur topun hikayesi!…
İki gün sonra, müstahkem mevki kumandanı, Ramazan Ağa’yı çağırdı. Erkânı harbiyenin kendisini taltif etmek istediğini söyleyerek, bir dileği olup olmadığını sordu. Ramazan Ağa, para mükafatını reddetti ve sadece, aynı nebat koleksiyonunda kurumuş ince parmaklarından birini omuzlarındaki apolete doğru götürdü:
– Bu değişecek, dedi. Burmalı olacak!
Hay koca Ramazan Ağa hay!…
Okur Görüşlerine Açık Sayfa