Eğri Yıldızları
Geçmişten Günümüze Türk-Macar Gönül Birlikteliğinin Sembolü: Eğri Yıldızları
Geçmişte birlikte yaşanmış iyi ve kötü, acı ve tatlı günler, yalnızca insanları değil, toplumları da birbirine bağlarmış. Bu gerçekliği yansıtan ve okuyucuya yaşatan Eğri Yıldızları adlı roman, geç de olsa Türk okuyucusuyla buluşmuş oldu.
Macarların Ömer Seyfettin’i [1884-1920] sayabileceğimiz Gardonyi Geza [1863-1922], Eğri Yıldızları adlı romanını 1901 yılında yayımlamıştı. Macaristan’da, ilk ve orta öğretimde okutulması mecburi kitaplar listesinin başında yer alan Eğri Yıldızları, 2005 yılında, Macaristan’da yapılan “en sevilen Macar romanı” adlı halk oylamasında, değerlendirmeğe tabi öbür romanlardan çok daha fazla oy alarak, “en sevilen Macar romanı” olduğunu göstermiştir.
Kendisi de Eğri’de yaşayan Gardonyi Geza, daha çocukluk ve gençlik yıllarında, 1552’deki Eğri Kalesi kuşatmasının hikâyesini yazmayı düşünmüştü. Gardonyi Geza’nın, Eğri Kalesi’nin duvar diplerinde oyunlar oynayarak büyüdüğü yıllar, Türk-Macar dostluğunun kader birliğine dönüştüğü yıllardı. Bu yıllar, Macar aydınlarının Avusturya karşısındaki Macarlar ile Ruslar karşısındaki Türkleri benzer kaderler olarak değerlendirdikleri yıllardı.
Eğri Kalesi kuşatmasını yazmak için, Eğri kuşatmasına ve ayrıca da bütün Macar tarihine ait kaynakları okuyup inceleyen Gardonyi Geza, yine bu amaçla, 1899’da, Türkleri daha iyi tanımak için, Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’u ziyaret etti.
Okudukları ve İstanbul’da öğrendikleri ile her iki halkın 1552 yıllarındaki alt ve üst kültür ögelerini, giyim-kuşamlarından inanç ve kültür hayatlarına kadar birçok bilgiyi edinmiş olan Gardonyi Geza, böylece, yazacağı tarihî romanın laboratuarına sahip olmuş oldu. 1890-1891 yılları, Eğri Yıldızları’nın yazılmasıyla geçti.
Eğri Yıldızları, 120 yıldan beri Macar kimliğinin yaşatılmasında en önemli kitap olmuş; 1945 yılına kadarki baskı sayısı 40.000’i aşmıştı.
Gardony Geza, romanını iki Macar ve bir Türk olmak üzere üç ana karakter üzerine kurmuştur. Macar karakterler Macar tarihinden alınmasına karşılık, Türk karakter tasavvurdaki bir kimliktir. Bu iki Macar kişilik, Teğmen Gergely Bornemissza ile Eğri Kalesi Komutanı Istvan Dobo’dur.
Macaristan’a gelmiş Türk askerleri karakterini temsil eden Türk karakter ise Yumurcak’tır.
Güneş yakıyordu yerine “Güneş kızırıyordu.” veya “rahip için adam gönderdi” yerine “Rahip için adam koşturdu.” gibi, her çeviride bulunabilecek birkaç ‘çeviri kokusu’ taşıyan ifade dışında, oldukça başarılı bir biçimde Türkçeye aktarılan bu roman, bize, Türk ve Macar halklarının ortak geçmişlerinden gelen bir serinlik gibidir.
Bu güzel eseri dilimize kazandıran sayın Erdal Şalikoğlu’yu candan tebrik ederiz.
Günay KARAAĞAÇ
Kaynak: Türk Dili Dergisi, s.90
EĞRİ YILDIZLARI'ndan...
“Derede iki çocuk yıkanıyor, bir oğlan bir de kız.
Belki de böyle birlikte yıkanmaları doğru değil, ama onlar bunu bilmiyor. Oğlan hemen hemen yedi yaşında, kız ondan iki yaş daha küçük. Ormanda gezerken bir dereye rast geldiler. Güneş yakıyordu, bu yüzden su hoşlarına gitmişti.Önce sadece ayaklarını daldırıp çıkarttılar, sonra dizlerine kadar battılar. Gergely’in donu ıslandı, o da çıkartıp attı. Ardından mintanını fırlattı. İşte sonunda ikisi de çırılçıplak, suda çıpıldaşıyorlar.
Onları orada hiç kimse göremez, bu yüzden yıkanmalarında bir sakınca yok. İpek (Pecs) yolu epeyce uzak, orman ise sonsuz. Ama biri görecek olsa kıyamet kopar. Oğlan hadi neyse, bir beyzade değil ama kız, saygın Peter Cecey Bey’in kızı… O bir küçükhanım… Üstelik konaktan sıvıştığını da kimse görmedi. Böyle üryanken bile küçükhanım olduğu belli. Güvercin gibi tombul ve süt gibi beyaz. Suda zıpladıkça iki küçük sarı beliği sırtında sağa sola uçuşuyor.
“Derdö –diyor oğlana– yüjelim!”
Gergö denen çelimsiz esmer oğlan sırtını döner. Kız boynuna asılır. Kız hâlâ suyun yüzünde sallanıp yaylanıyorken Gergö kıyıya doğru hareket eder. Ancak kıyıya ulaştıklarında, Gergö hasırotunun yeşil perçemlerine tutunur ve endişeyle etrafa bakar.
“Eyvah, boz at!”
Sudan çıkar ve sağa sola koşuşturup ağaçların arasını yoklar.
“Bekleyin Vicacığım” diye bağırır küçük kıza, “bekleyin, hemen geliyorum!”
Ve olduğu gibi çırılçıplak koşmaya başlar.
Birkaç dakika sonra kocamış bir boz atın üstünde geri gelir. Atın başında adi kınnap yular vardır. Ayağı da köstekliydi ama çözülmüş.
Çocuk suskundur, beti benzi atmıştır, kızılcık çubuğuyla atı durmadan kamçılıyor. Yıkandıkları yere vardığında atın boynuna tutunup kayarak yere iner.
“Gizlenelim!” der titreyerek. “Gizlenelim, bir Türk gördüm!”
Bir iki çekiştirip atı ağaca bağlar. Giysisini yerden kaparcasına alır. Ve iki çıplak çocuk bir alıç çalısına koşarlar. Çalının ardındaki gazel yığınına çıt çıkarmadan saklanırlar. O günlerde yollarda Türk görmek pek de nadir değildir. Ve sen sevgili okuyucum, o iki çocuğun şimdi, bu yaz o derede yıkandığını zanneden sen; emin ol yanılıyorsun. Nerede artık o iki çocuk, nerede? Ve bu kitapta önüne çıkan, devinen, yapan, eden, konuşan tüm o insanlar neredeler? Hepsi toz oldu!
İşte değerli okuyucum, kaldır bu yılın takvimini bir kenara ve hayalinde 1533’ün takvimini aç. Sen şimdi o yılın Mayıs ayında yaşıyorsun ve de ya Kral Janos’tur efendin, ya Türk ya da I. Ferdinand.
İki çocuğun geldiği küçük köy, Mecsek’in bir vadisinde gizlidir. Hepi topu otuz kerpiç ev ve bir büyük taş ev. Bütün evlerin pencerelerinde cam yerine yağlı patiska gerilidir, Bey’in evinde de. Yoksa günümüzün evleri gibidirler. Sık ağaçlar küçük köyü çepeçevre kuşatmıştır ve ahali Türklerin burayı asla bulamayacağını düşünüyor. Nasıl bulsunlar ki? Yol zorlu, araba izi yok. Kule de yok. İnsanlar bu saklı köyde tıpkı orman böcekleri gibi yaşıyor ve ölüyorlar.
Gergö isimli çocuğun babası bir zamanlar İpek’te demirciydi, ama ölmüştü, annesi ise György Dozsa İsyanı’nda da savaşmış olan ak saçlı ihtiyar babasıyla birlikte Keresztesfalva’ya dönmüş ve Cecey Bey’in yanına sığınmıştı. İhtiyar bazen orman yoluyla İpek’e dilenmeye giderdi. Kışın da ihtiyarın getirdikleriyle yaşarlardı. Kimi zaman sofralarına Bey’in evinden de bir şeyler damlardı. İşte o gün ihtiyar şehirden gelmişti.
“Boz atı besle!” diye seslendi torununa. “Zavallı sabah beridir hiçbir şey yemedi.”
İşte bu yüzden Gergö atla ormana doğru yola çıktı. Yolda, Bey’in evinin yanından geçerken, bahçe kapısının ardından küçük Eva göründü ve yalvarmaya başladı.
“Derdö, Derdö, ijin ver şenle geliyim!”
Gergö küçükhanıma evde kalmasını söyleyemedi. Attan indi ve Eva’nın gitmek istediği yönde ona eşlik etti. Eva kelebeklerin gittiği yöne gitmek istiyordu. Kelebekler ormanın içine doğru gitmiş, onlar da işte o tarafa koşmuşlardı. Sonunda da o dereye rast geldiler. Gergö atı çimene saldı.
Ormandaki dereye ve oradan da alıç çalısının ardına ulaşmalarının hikâyesi işte böyleydi.
Şimdi dehşet içinde saklanıyorlar. Ve korkuları boşuna da değil. Birkaç dakika sonra çalıların çıtırtısı duyulur ve hemen ardından devekuşu tüyü sorguçlu beyaz bir Türk külahı ve kahverengi bir at başı görünür ağaçların arasından. Türk, başını sağa sola döndürüyor. Kendi küçük dorusunu dizgininden çekerken, bir yandan da boz atı süzüyor.
Türk’ün kemikli esmer suratlı bir adam olduğu artık iyiden iyiye görülüyor. Omzunda ceviz rengi kepenek, başında sivri beyaz bir külah. Bir gözü beyaz mendille kapatılmış, diğer gözü şimdilik ağacın yanında bağlı olan boz atı yokluyor. Hoşlanmadığı yüzünü buruşturmasından belli. Ama yine de atı çözüyor. Çocuk attan daha çok hoşuna giderdi, çünkü daha iyi para eder. İstanbul esir pazarında atın üç katını verirler çocuğa. Ama çocuk çoktan sırra kadem bastı. Türk, birkaç ağacın arkasına bakar, yerdeki gazel yığınlarını da kontrol edip ardından Macarca bağırır: “Neredesin oğlan cık? Çık ortaya arkadaş! Bak sana incir vereceğim! Çık ortaya!”
Çocuk görünmez.
“Çık ortaya! Korkma, canını yakmam! Gelmiyor musun?
Bak gelmezsen atını alırım!”
Ve sahiden de her iki atın dizginlerini tek eliyle tutarak ağaçların arasından götürür.
İki çocuk şimdiye dek bet beniz atık ve ses çıkarmadan dinlemişlerdi Türk’ü. İncir ikramı onları dehşetin uyuşukluğundan çıkaramamıştı. Evdeyken pek çok kez duymuşlardı Türk götürsün seni! bedduasını ve de tüyler ürperten Türk hikâyelerini; bu yüzden hiçbir gönül alma girişimi akıllarını çelemezdi. Ama Türk boz atı götüreceğini söylediğinde Gergö çocuk kıpırdandı. Tavsiye beklercesine Evika’ya baktı. Yüzünün ifadesi topuğuna diken batmış gibiydi. Boz atı götürüyorlar!
Boz at olmadan dönerse evde ne derler?…”
Okur Görüşlerine Açık Sayfa