Preloader image
Title Image

Ahmet’in Kuzuları

Samim Kocagöz
samim kocagöz

Ahmet’in Kuzuları

Türk Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyet’in yükseliş dönemlerini yapıtlarına temel alan Samim Kocagöz, halkın günlük yaşamını, cumhuriyet ülküsünün işleyişini, sıradanmış gibi yaşananları yalın bir dille öykülüyor betiklerinde. Kalpaklılar, Doludizgin, Bir Çift Öküz, Bir Karış Toprak, İzmir’in İçinde, Eski Toprak, yazarın uzun öyküleri. Telli KavakSam Amca, Ahmet’in KuzularıYağmurdaki Kız ise kısa öyküler içeren betikleri.

 

Samim Kocagöz, çocukluğundan beri içinde olduğu dönemin tanıklığını yapan, edildiği izlenimlerle yapıtlarını yazan bir yazar. Bu nedenle öyküleri kurmaca olmakla birlikte, anlatılanlar belgesel gerçekliğinde. Gerek kır yaşamını konu edinen yapıtlarıyla, gerekse Türk Kurtuluş Savaşı öyküleriyle yeni bir çığır açtı. İki ayrı betik olarak yayınlanan (Kalpaklılar – Doludizgin) Türk Kurtuluş Savaşı öyküleriyle, bu türün öncü yazarı oldu. Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa öyküleri bu çizginin hemen sonraki verimleri olarak Türk yazınında yer aldı.

 

Ahmet’in Kuzuları, Umut Dünyası, İnce İş, Sokulacak Yer, Çalılı Köy adlı öykülerin yer aldığı yetmiş bir betinlik yapıt, ilk kez 1958 yılında,  Yeditepe yayınlarından çıktı. Betiğin üçüncü öyküsü İnce İş, üç bölümden oluşuyor: Makinist, Kahya Efeni, …Sonra Mıstık’ın Encamı.

AHMET'İN KUZULARI'ndan...

I – MAKİNİST

 

Depoların ardındaki bir traktör iskeletinin altına yüzükoyun yatmıştı. esini, kavuşturdu kollarının üstüne dayamış; yağlı, toprağı bulanmış yüzünün ortasında tertemiz kalan parlak, cin gibi gözlerini, sürülen uçsuz bucaksız tarlalara dikmişti. Sağ yakasında, depoların köşesinden görünen aşdamının kapısının önünde, bir alay köpek kuyruk sallıyordu. Aşdamının yanında boydan boya kocaman garaj, tamir atelyesi, motorcuların yatakhanesi, bir çatı altında uzanmaktaydı. Başını biraz çevirdi, koca garajın başucuna bir nöbetçi kulübesi gibi dikilen kâhya efendinin oturduğu eve bir göz attı. Küçük evin kapısı, kanatları, sımsıkı kapalıydı. Gözlerini evden tekrar tarlalara çevirirken içi cız etti. Dudakları büzüldü, “Avrat kestim!” diye mırıldandı. Rengi alam alam olmuş tulumunun cebine elini attı. Beceriksiz parmakları arasında bir cıgarayı, evire çevire dudaklarının arasına koydu. Kibriti ateşledi. Dumanı, efkârlı efkârlı üfürdü. Ovanın boşluğunda; tavlı, sürülen toprakların üzerinde, mayıs güneşi, yeşerecek tohumları bekliyordu. Ilık bir rüzgâr, kuzeyden gelip, güneye, bereketli topraklara yüzünü gözünü sürdükten sonra, geçip gidiyordu. Traktör iskeletinin gölgesi, yavaş yavaş doğuya doğru döner olmuştu. Altında yatan delikanlının belinden aşağısı, gevşeten güneşin sıcağını duyuyordu.

 

Kuşluktan beri, “Çek git ulan köye!” diye, kendi kendine düşünüyordu. Daha tarladan onu, kahya efendi kovduğu zaman bırakıp gitmeliydi. Gidiyordu da… ama, hesap görmek aklına gelmişti. Alacağını, işinin karşılığını, bekleyip, almalıydı. Ta uzaklarda, ovanın denize doğru uzayıp giden derinliğinde, sisler uçuşuyordu. Sislerin, güneşin topraktan çekip aldığı yaşlığın uçuşması, göz aldatıyor, Beşparmak dağlarının eteklerinde kocaman bir göl varmış hissini veriyordu. Bu göl, günün her saatinde, güneşin gidişatına göre yer değiştirirdi. Bir zamanlar, bu çiftliğe sığırtmaç olarak girdiğinde, çocukken, bu gölü merak etmiş, kaçıp kenarına kadar gitmek istemişti. Gel gelelim, bir türlü bu parlak, ışıklar, renkler ülkesini bulamamıştı. Sonra ona bu işin bir serap olduğunu okumuş yazmış biri söylemişti. Ama serapın da ne demek olduğunu şimdiye dek öğrenememişti.

 

Birden garajın ardında bir gürültü koptu. Aşdamının önündeki köpekler, duvar diplerine kaçtılar. Ardarda sekiz traktör, gümbür gümbür gelip garajın önüne dizildi. Motor sesleri biraz sonra kesildi. Tamir atelyesinden iri kıyım makinist göründü. Mavi tulumunun yağlı elleriyle yakasını açarak traktörlere doğru yürüdü. Kasketini sağ elinin işaret parmağıyla geriye doğru itti. Motorcular, bir adım geri çekilip ona yol verdiler. Bu makinistin yüzüne, kırlaşan, kasketinden taşmış saçlarına baktıkça, traktör iskeletinin altında yatan delikanlının içi titrerdi. Babasından bu kadar korkmazdı. Makinisti, yattığı yerden gözleriyle takip ediyordu. Usta, şöyle, bir baştan bir başa, traktörlerin önünde yürüdü. Sonra elpençe divan duran adamlara döndü:

 

“İyi bakın şu camızların, öküzlerin yağına tuzuna!. Su verin. Açın gözünüzü!.” diye, tok sesiyle gürledi; “gördünüz bu sabah Mustafa’nın yediği boku…” Motorcular koşuştular. Delikanlı, yattığı yerde dişlerini sıktı, “avrat kestim…” diye mırıldandı.

 

Şimdi motorların yağına, suyuna bakılıyor, akaryakıtları tazeleniyordu. Mustafa’nın şoför arkadaşları, sağa sola koşuyorlar, traktörlerin dört bir yakasında fır dönüyorlardı. Makinist, atelyenin kapısına dayanmış, yapılan işe bakıyordu. Aşdamının önünde tekrar toplanan köpekleri kovarak ihtiyar ahçı kadın göründü. Avlunun ortasına doğru birkaç adım yürüdü. Seslendi:

 

“Huuu!. Kemal Efendi, ekmek hazır. Kızanlara izin ver.” Makinist, ahçıya bir göz attı,

 

“Olur, gelsinler nine…” diye seslendi. Motorcular aşdamının önünde dizili çeşmeli su varillerine doğru yürüdüler. Ellerini, yüzlerini yıkamaya giriştiler. Makinist Kemal Efendi de bir çeşmeye yanaştı. Ahçı kadın durmuş onları seyrediyordu. Birden traktör iskeletinin altında yatan Mustafa’yı gördü kadın,

 

“Ülen, duymadın mı, haydi ekmek yemiye!..” diye, bağırdı. Makinist Kemal Efendi, havluyla ellerini kuruluyordu. Döndü şöyle bir traktör iskeletinin altında yatan delikanlıya doğru baktı. Sonra aşçıya söylüyormuş gibi,

 

“Mıstık taş yesin!..” dedi. Sesinde öfke mi, alay mı, ne vardı, Mustafa pek anlayamadı. Gözlerini yumdu, “avrat kestim…” diye, mırıldandı. Ellerini yüzlerini yıkayan arkadaşları kıs kıs güldüler. Birer ikişer, aşdamına ekmek yemeye girdiler. Ortalıkta bir makinist Kemal Efendi kalmıştı. Bir zaman avlunun ortasında dikildi. Sonra yavaş yavaş Mıstık’ın yanına doğru yürüdü. Geldi, durdu. Mıstık, yattığı yerden gözünün ucuyla ustanın pabuçlarının burnuna bakıyordu:

 

“Kalk ulan Mıstık, yürü ekmek yemeye…” diye makinist emir verdi. Mustafa, hiçbir şey düşünmeden doğruldu. Ustanın önünde durdu. Kemal Efendi, bir şey söylemeden döndü, yürüdü. Mustafa, biraz durakladıktan sonra ustasını takip etti. Biraz ince uzun boyu, hafif belinden bükülmüştü. Bol tulumunun içinde bile,  on yedi yaşından daha güçlü, kuvvetli gösteriyordu.

 

Makinistin ardından aşdamına girdi. Arkadaşları, bir sininin etrafına çökmüşler, kara ekmeği parçalamışlar, ortadaki etli kuru fasulye karavanasına kaşık sallıyorlardı. O da aralarına sokuldu. Bir tahta kaşığın sapına yapıştı. Kemal Efendi, ocağın karşı yakasına konmuş küçük bir masanın başına oturdu. Ekmeğini böldü. Kuru fasulye tabağının yanı başında duran iri bir kuru soğanı bir yumrukla ezdi. Ahçıya,

 

“Nine, bu soğanların tazesini yiyelim gayrı…” diye, laf etti. Kadının kırışık yüzünde bir sevinçli rüzgâr esti:

 

“Üç gün sonra koparılmasına Kahya Efendi izin verdi.” karşılığını verdi. Lokmasını yuttuktan sonra makinist:

 

“Bak bu, iyi haber…” diye, mırıldandı. Ortalığın havası hafiflemişti. Aldılar mı arkadaşları Mustafa’yı maytapa:

 

“Enciktor -enjektör- ne ola Mıstık?” diye, iri kemikli suratını bir delikanlı buruşturdu. Mustafa, aldırmadı. Hızla lokmasını yuttu. Kara, kuru, şaşı bir traktör sürücüsü, gevrek gevrek güldü:

 

“Tıkanıvermiş işte…” Mustafa, içinden bir “avrat kestim…” geçirdi. Lokmalar boğazında dizilmeye başlamıştı.

 

“Tıkandığını motorun sesinden mi anlayamadın ulan?” diye, kara, kuru, uzun kulaklı bir uşak sordu. Mıstık, kendi kendine hayret etti: enciktoru tıkanan motor, necep ses çıkara? diye, düşündü. Seyrek sarı bıyıklı, sarı suratlı yaşlıca bir sürücü,

 

“Canına okudun be Mıstık güzelim Hanomag’ın…” dedi. Lokmalar büsbütün Mustafa’nın boğazında dizildi. Sofradan kalkıp yürüyecekti ki, Makinist Kemal,

 

“Kesin be zırıltıyı… Rahat bir ekmek yiyelim!..” diye, bağırdı. Hepsi suspus oldular. Ahçı kadın, tepsi içinde kahya efendinin yemeğini götürmüş geliyordu. Üzüntülü, acıyarak bir zaman kapının ardında durup Mustafa’ya baktı. Sonra,

 

“Kahya Efendi, seni istiyor Mıstık.” dedi. Mustafa, hemen doğruldu. Ama makinist,

 

“Otur, ekmeğini bitir…” diye, seslendi.

 

II – KAHYA EFENDİ

 

Tozlu masanın başında, sakalları uzamış tozlu kahya efendi, taş gibi hareketsiz oturuyordu. Mustafa, elpençe divan durmuş, dizleri tir tir titreyerek bekliyordu. Bir zaman ona kâhya, yiyecekmiş gibi baktı, baktı. Sonra bir lâhavle çekti. Uzandı, arkasındaki raftan büyükçe bir defter aldı. Yazdı, çizdi. Çekmecesinden yirmi bir lira çıkarıp önüne koydu:

 

“Al şu paranı, bas hemen köyüne tüy… Bir daha da gözüme görünme…” Mustafa’ya bir cesaret geldi. Uzandı parasını aldı. Kâhya tekrar konuştu:

 

“Aylığının geri kalanını geçen gün baban geldi aldı. Lâzım olmuş. Haberin vardır?”

 

“Var.” dedi Mustafa. Kâhya birden bire gürledi:

 

“Ah ülen it!… Babanın hatırı olmasaydı, seni eşek sudan gelinceye kadar döverdim. Çobandan motorcu, senin gibi olur işte… Ben de kabahat, seni kız gibi motorların üstüne çıkardım. Haydi enjektör tıkandı. Dur ulan deyyus olduğun yerde. Yataklarını yakıncaya kadar ne zorlarsın motoru?” Mustafa, bütün cesaretini topladı,

 

“Oldu bir kere…” diyecek oldu. Ama diyeceğini yuttu. İçinden, bir “avrat kestim…” Geçirdi. Döndü, kapıya doğru yürüdü. Kâhya efendi arkasından gürledi:

 

“Sana çobanlık yakışır, çobanlık!”

 

Mustafa, vardı yatakhaneye. Arkadaşları, yataklarının üstüne uzanmış, bir saatlik öğle paydosunu geçiriyorlardı. Gececi motorcular da sabahtan beri uykularını almışlar, tembel tembel yattıkları yerde cıgara içiyorlardı. Bu sefer alay etmediler. Mustafa, tulumunu çıkarıp, yatağını toplarken seyrettiler. O, bir şeycik demeden işini bitirdi. Yatağını sırtına vurdu. Kapıya yöneldi. Kapının yanında durup döndü. Yanan gözlerle bir an arkadaşlarına baktı:

 

“Haydi eyvallah…” deyip kapıdan çıktı. Arkasından,

 

“Güle güle…” diye, seslendiler. Mustafa, hızla yürüdü. Atelyenin önünde sıra sıra traktörlerin önünden geçerken, elinde olmayarak yavaşladı, durakladı. Motorları, dolu dolu olan gözleriyle okşadı. Makineler, tozlu topraklıydı ama, kimi al al, kimi kanarya sarısı, kimisi de mavi mavi Mıstık’a bakıyordu. Birisinin kırmızı burnunu okşayıp tam yürüyeceği sırada atelyenin içinden ustanın sesini duydu:

 

“Gel buraya Mıstık!…” diyordu makinist. Şaşırdı, sendeledi. Sırtındaki yorganını omuzlarına doğru çekiştirdi. Kemal Efendi’ye yaklaştı. Makinist, bir sandalyeye oturmuş, ayaklarını bir başka sandalyenin üzerine uzatmış, şekerleme yapmak için kasketini gözlerine çekmişti. Yarı kapalı gözleriyle bir Mustafa’ya, bir de sabahleyin bozulup da çekilip getirilen motora baktı. Sonra, babacan bir sesle,

 

“Var Mıstık, köyde birkaç gün dolan. Ben, öfkesi geçsin, kâhya efendi ile bir laf edeyim… Anlıyorsun ya?” dedi. Sonra kasketini parmağıyla geriye itip, Mustafa’ya bir göz attı. Delikanlının içi cız!. etti. Bir şey söyleyemeden hemen döndü, yürüdü. Kendi kendine, yüksek sesle, “avrat kestim… Bizim usta adam be adam!..” diye, söylene söylene uzaklaştı.

 

III – …SONRA MUSTAFA’NIN ENCAMI

 

Mustafa, çiftlikten bir hayli uzaklaşmıştı. Sırtında yatağı, yorganı, hiçbir şey düşünmeden, hızla yürüyordu. Ayağının altından kalkan toz, arkasından esen hafif rüzgârla ona yetişiyor, gelip kan ter içindeki yüzüne konuyordu. Dört bir tarafı, sürülen tarlalarla, homurdanan traktör sesleriyle çevriliydi. Yol, tuttuğu yol da, köyünün yolu değildi. Bir an durakladı. Başını kaldırıp etrafına bakındı. Sol yakasında boydan boya nehire doğru uzanan kocaman bir kesik başlamıştı. İleride, kesik çukurundan başlarını uzatan irili ufaklı söğüt ağaçları sıralanıyordu. Kesiğin üstüne çıktı. Bir söğütün gölgesine sırtındaki yükü attı; oturdu. Terini elinin tersiyle sildi. Gözlerini büzerek etrafına bakındı: tam karşıdaki tarlada üç traktör art arda dizilmişler, burunları yerde, domuzlar gibi ağır ağır yürüyor, kesilen elli dönüm kadar bir evleği sürüyorlardı. Mustafa, en önde yürüyen motora baktı baktı da, “vay avrat kestim, koca Oliver’e bak sen…” diye mırıldandı, “vallahi toprağı pamuk gibi atıyor!…” Unutuverdi kendisini Mıstık, uzun uzun çift süren traktörleri seyretti. Akşam karanlığı basarken, aklına köye gitmesi gerektiği geldi. Ama hiç de köye gidesi yoktu. Batan güneşten sonra dört bir yakada, sürülen toprak kokusu, iyice ovayı sardı. Yatmaya bu açıkta yatardı Mustafa… Gel gelelim ekmek meselesi ne olacaktı? Haydi sabaha kadar aç otursa olurdu. Ama sabah sabah da çiftliğe dönemezdi. Bir iki gün daha eğlendi şurada burada… Ta ki, kâhya efendinin öfkesi geçsin. Geçer miydi acaba?

 

Ortalık karardıkça ovayı yıldız böceği gibi yanıp sönen traktörlerin ışıkları aldı. Işıklar, görünüyor, görünüyor, sonra motorlar birden bire tarlaların içinde dönü verince, kayboluyorlardı. Bir de bakıyordu Mıstık, arkasından yeni bir lamba ışıyordu. Uzun zaman ışıkları seyretti. Traktörlerin homurtularını dinledi. Sonra, kalktı; yavaş yavaş karşıdaki tarlaya doğru yürümeye başladı. Orada saatlerden beri dönüp duran motorlar, yeni bir evlek kesmişlerdi. Sürülmesi biten yerden geçerken Mustafa, elini kaba, yaş toprağa soktu; diz çöküp bir zaman elini toprağın içinden çıkarmadı. Toprağın serinliği ta yüreğine kadar işledi, sindi. İçi ürperdi. “İyi, derin sürüyorlar…” diye, düşündü. Sonra motorlara yaklaştı. Birinci motorun farından kaçındı. İkinci motorun da ışığının içine girmedi. En arkadan gelenin önüne kadar çıktı. Traktör, yavaşladı. Mustafa, dolandı, sürücünün yanına çıktı; omuzuna tutundu. Adam, biraz şaşkın, dönüp ona bir göz attı. Arkada pulluk çizgisini aydınlatan lambanın ışığı, sürücünün yüzünü aydınlattı. Hemen hemen Mıstık akranı bir delikanlıydı. Mustafa, buna sevindi. Sürücü, tekrar gazı açarken bağırdı, motorun gürültüsünü bastırmaya çalışarak sordu:

 

“Kimsin sen?” “

 

“Mustafa’yım, Mustafa!” “

 

“Ne istiyorsun?”

 

“Ekmeğin var mı?” Çift süren, başı ile direksiyona asılı, sallanıp duran çıkının karaltısına işaret etti:

 

“Var, ben de yemedim daha. İş sıkışık.”

 

“İyi öyleyse. Sen yerken, ben sürerim.” Motorcu, büsbütün şaşırdı,

 

“Nereden gelip nereye gidiyon ülen?” Mustafa saklamadı:

 

“Senin anlayacağın, bu sabah kovulduk.” Beriki ferahladı. Döndü, bir Mustafa’ya, bir de farın aydınlattığı pulluğun çizgisine baktı:

 

“Çıkını çöz, ekmek al.” dedi. Mustafa eğildi, çıkını çözüp, sarsılmamak için iyice çamurluğa dayadığı dizinin üstünde açtı. Kara ekmekten bir parça kopardı. Kuru kara zeytinden bir avuç aldı. Çıkını yerine astı:

 

“Sen,” dedi, “evleği dolanıp gelinceye kadar çabucak yerim. Ben sürerken de, sen yersin.” Öteki,

“Ben, hem sürer hem de yerim.” karşılığını verdi. Mustafa, onu kandırdı,

 

“Korkma ülen, iyi motorcuyumdur.” Pulluğa dikkat ederek traktörün ardından yere atladı. Karanlığın içinde hemen yere çöktü; acele acele ekmeği, zeytini yedi. Traktörler tekrar döndü dolaştı geldi. Mustafa çıktı motorun üstüne:

 

“Haydi, şimdi sen keyfine bak,” dedi, “ekmeğini ye, istersen de bir uyku çek.” Beriki bir türlü inanamıyor, güvenemiyordu. Sonra “anasını satayım…” der gibi kolunu kaldırdı, direksiyonu Mustafa’ya, motoru yavaşlatmadan teslim etti. Çıkını alıp yere atladı.

 

Mustafa, tanyeri ağarana dek çift sürdü. Önünden kaçışan, bazı da farların ışığından gözleri kamaşıp kıpır sapır eden tavşanları seyretti. Makinist Kemal Efendi’yi uzun uzun düşündü. Alacakaranlıkta kendisine ekmek veren delikanlı geldi. Motoru teslim aldı. Evlek, bitmek üzereydi:

 

“Yavuz bir uyku çektim tarlanın öte başında.”

 

“İyi ettin.” dedi Mustafa.

 

“Allah vere de motoru sana teslim ettiğimi kimse görmese.”

 

“Hiç kimse görmedi. Tasa etme.”

 

“Çıkında biraz daha ekmek var, al istersen.”

 

“İyi. Eksik olma.”

 

“Sen de eksik olma, bana çok yardımın dokundu.”

 

“Haydi eyvallah…” dedi Mustafa, yürüdü. Öndeki traktörler bir hayli uzaklaşmışlardı. Mustafa’nın teslim ettiği motor da tembel tembel onların ardına düştü.

Mustafa, söğütlerin altına vardı. Yatağını serdi. Yorganını, sabahın serinliğinde üzerine çekti. Hemen uyudu.

 

 

Mustafa, bir öğle sıcağında çiftliğe döndü. Kendince yeter gördüğü üç günü sağda solda geçirmişti. Traktör iskeletinin altına sırtındaki yatak yorganını attı. Köpekler uzaktan onu görünce havlayacak oldular,  sonra tanıyıp vazgeçtiler. Yavaş yavaş garajın ardından dolandı. Ortalıkta kimseler yoktu. Herkes işteydi. Atelyenin kapısına yaklaşırken yüreği küt küt vuruyordu. Atelyenin içinden sesler geliyordu. Kendi kendisine, “avrat kestim, ne olursa olsun…” diye, mırıldandı. Kapıya yaklaştı. Makinist Kemal Efendi, Mustafa’nın bozduğu traktörün altına yatmış, tamire çalışıyordu. Motor, sökülmüş, sökülmüş, kapakları açılmış, cascavlak ortalıkta duruyordu. Neden sonra usta, yattığı yerden kapının önünde dikilen Mustafa’yı gördü. Sanki saatlerden beri beraber çalışıyorlarmış gibi, yağlı elini uzattı:

 

“Mıstık,” dedi, “Ver bana oradan bir 14 anahtar. Ağzı açık olsun.” Mustafa’nın bir an eli ayağı kesildi. Sonra hızla takım dolabının önüne koştu. İstenen anahtarı kaptı. Gidip yere diz çöktü. Uzanan elin içine koydu: “Buyur ustam.” Kemal Efendi, anahtarı aldı. Uzun uzun uğraşıp motordan birkaç parça söktü. Sonra bu parçaları yandaki tezgaha sıraladı. Yağlı ellerini temiz üstübü ile silerken, tezgahın üstünde duran bir parçayı başı ile gösterdi:

 

“Bak Mıstık oğlum, bu dizellerde enjektörler çok naziktir. Sökülmesi, temizlenmesi ince iştir. Gözünü aç.” Mustafa, yaklaştı. Gözlerini iyice aştı. Ama bir türlü ustasının yaptığı işi göremiyordu. Gözleri dolu dolu olmuş, yaşarmıştı. Makinist Kemal Efendi, dikkatle, bir operatör gibi, enjektörü açıyordu.

 

s. 33-43

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız