Kızıl Tuğ
“Kızıl Tuğ”, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun 1927 yılında yazdığı ilk uzun uzun öyküsüdür. Daha sonra 1965 yılına dek sürecek yazarlık verimlerinin ortak konusu olacak, Türk geçmişinde izler bırakan kahramanları, zorlu olaylara karşı gösterilen kahramanlıkları, ilk bu öyküyle işlemeye başlar.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin gençlerine yönelik yazılan “Kızıl Tuğ”, sonraki betikler gibi yalın, akıcı bir dille; yabancı sözler yerine Türkçe sözler kullanma çabasıyla örülmüş bir anlatımla okura sunulur. Abdullah Ziya Kozanoğlu, geride kalan günlerin güçlüklerinden, ulus bilincini pekiştiren, kimlikli kişiliklerle sıyrılınabileceğini sezmiş bir aydın olarak, yazın acununun yanı sıra, törüt alanının bir çok dalında yapıtlar ortaya koymuş, öykülerinden ilk çizgi romanı, ilk sinema uyarlamasını töretmiştir.
Bu üretken yazarın ilk yazılı yapıtı “Kızıl Tuğ”, kahramanlık, özveri, direniş, bağımsızlık, yurtseverlik, sevgi gibi kavramlar üzerinden, Türk ekinini, Türk töresini oluşturan davranışları öyküler.
KIZIL TUĞ'dan...
OTSUKARCI NEREDE TÜRK OLDUĞUNU ANLATIR
Şeyhülcebel yabancı adamı uyandırarak sordu.
– Bahadır, adın nedir? Kimsin? Burada ne arıyordun?
Koca Türk gerinip esnedi, gözlerini yarı açıp düşündü. Adını söylemekte çekinecek bir şey görmemiş olmalı ki güldü.
– Adım yok. Adsızım, dedi. Obamda bana “Otsukarcı” derler. Kinşanlı Türklerdenim. Cihanı tanımaya çıkmış gezginciyim. Bu diyarda Şeyhülcebel’i görmeye geldim.
Şeyhülcebel birdenbire irkildi. Gözlerini ona dikti:
– Şeyhülcebel’i tanıyor musun?
– Yok… Hayır.
– Ne yapacaksın?.
– Sana ne. Ne sorup duruyorsun?
– Burası Şeyhülcebel’in “Alamut” diye tanınan kalesidir. Bilmiyor musun?
– Bilmesem kapısının önünde ne işim var. Yalnız korucuları çok kötü kişiler. Beni birdenbire sardılar, kancık adamlar; bir erkek gibi karşıma çıksalardı…
Burada sözünü kesti. Biraz düşündü. Omuzlarına dökülen saçlarını kaşıdı. Birdenbire sordul.
– Sakın Şeyhülcebel sen olmayasın koca baba?
Şeyhülcebel çevresine bakındı. Kendini güven içinde görmüş olmalı ki:
– Evet, Şeyhülcebel benim, dedi.
Otsukarcı bunun üzerine hemen bir köşeye çöktü ve anlattı:
– Beni “Yesükey”in oğlu Timuçin gönderdi. Sana anlatacağım… Şeyhülcebel onun sözünü keserek sordu:
– Kimdir bu Timuçin?
– Yesükey’in oğlu dedik ya.
– Yesükey kim?
Otsukarcı şaşkın, Şeyhülcebel’in yüzüne baktı.
– Tanımıyor musun? Türkistan’da Deligün Bulduk’da oturur. Kıyat Börçigin avulunun başbuğudur. Kardeşi Bekter’i de bilmez misin? E, bu adam beni sana ne diye gönderdi? Sen onu bilmezsin, o seni tanımaz.
Şeyhülcebel düşündü:
– Ben Türkistan’da yalnız bir kadın tanırım.
– Nicedir adı?
– “Ulun Eke” derler.
– İyi ya babalık, işte Timuçin bu “Ulun Eke”nin oğludur. Babası Yesükey ölünce on üç yaşındaki Timuçin’i avula başbuğ yaptı anası.
– Şimdi seni bu on üç yaşındaki çocuk mu gönderiyor bana?. Otsukarcı iyiden iyiye kızmıştı:
– Amma kalın kafalısın koca baba, dedi. Hem bir şey bilmezsin, hem sana anlatılanları dinlemezsin. İnsan kırk yıl da direnip kalmaz ya. Sonradan büyüdü. Şimdi kırkını geçmiştir. Yavuz kişidir ha. Tuttuğunu koparır.
Şeyhülcebel de Otsukarcı’nın bu kaba, dik konuşmasına kızmıştı. Sert bir sesle sözünü kesti.
– Bana bak bahadır! Senin, bakıyorum şehirlere hiç uğramamış bir halin var. Yalnız şu kadar bil ki benim yanıma çıkmak için nice beyler dinar verir, benim elimi öpmek için nice silâhşorlar can verir. Nice sultanlar kapımda sıra bekler; biraz daha nazik konuş.
– Ne dedin?
– Biraz sesini alttan al, derim.
– Olur. Biz de bağırmıyoruz ya. Sesimi kısarım, ama gene de işine gelmezse dinleme! Senin elini öpmek için canını verenlerden bana ne? Kapında sıra bekleyenler beklesin dursun. Ben, bana kalsa senin yüzünü görmemek için iki mangır veririm… Ne de kendini beğenmiş suratsız şeysin.
Şeyhülcebel homurdandı. Fakat bu tok ve doğru sözlü, yalan , nedir bilmeyen Türk’ü kendi halinde bırakmayı kendi çıkarına daha uygun buldu. Bu adam ona lâzımdı.
– Ne ise anlat, dedi. Bu Timuçin ne istermiş?
– Timuçin, ha evet Timuçin ne istermiş? Ne isteyecek? Yavuz kişidir. Yesükey’in yerine geçtiği günden beri çok çalıştı. Kardeşlerini özüne bağladı. Küçük kardeşi bahadır “Çoçi Kasar” ondan hiç ayrılmaz. Yalnız öbür kardeşi “Bekter” kahpelik ediyordu. Onu da benim gözümün önünde temizledi.
“Otsukarcı” bu sözüyle Timuçin’i yükseltmek için Bekter’i kendinin öldürdüğünü saklıyordu.
… Pars Parçalayan Çelme, Yiğit Buğurçi, Çoçi el ele verdiler, durmadan çalışıyorlar. Tacıyutları, kâfir Kirayitleri, Kitapsız Coy-ratları altüst ettikten sonra Timuçin hakan olacak. Ordusuyla bütün cihana söz geçirecek, ben de onun yoldaşıyım, arkadaşız hani… Onun için bana buradan geçerken sana şu sözleri söylememi ısmarladı:
“Şeyhülcebel kardeşim Bekter’e yardım eder, altın gönderirdi. Onu ben şimdi öldürdüm. Kıyat Börçigin avulunun biricik başbuğu, doğu yollarının bekçisiyim. Dünyayı kılıçlarımıza tutsak kılmaya ant içmişiz. Söyle Şeyhülcebel’e, benimle de hoş geçinmek istiyorsa kardeşime gönderdiğini bana da göndersin. Bana yâr olmayanı yok
edeceğimi bilsin!” Böyle dedi Timuçin.
Şeyhülcebel artık iyiden iyiye kızmıştı. Bu dik kafalı Türk’e büyüklüğünü, gücünü göstermek isteyerek sert bir sesle bağırdı. Bu adamın kendi işine yarayacağını dahi artık unutmuştu. O da kendisini cihana söz geçirmek için yaratılmış tek varlık sanıyordu.
– Sen de söyle o senin Timuçin dediğin ite. Benden bir mangır bile alamaz. Varsın başının çaresine baksın! Böyle emreder gibi para ve yardım isteyen adama ben karşılık bile vermem. Kendi gelip ayaklarıma kapansabile bu suçunu unutmayacağım. Benden korksun. Bak ona neler yapacağım? Günleri sayılıdır. Bir avul başbuğu bana nasıl buyruk verir? Siz beni kendiniz kadar avanak mı sandınız? Timuçin gibi bir Moğol çobanı nasıl olur da bana buyruk gönderir?
Otsukarcı Şeyhülcebel’e sordu:
– Sen de Moğol musun?
– Hayır.
– Sen Türk müsün?
– Ben Müslümanım.
– Müslüman ne demek koca baba? Okumuş adama benzersin. Bir adamın önce bağlı olduğu bir bayrağı, bir avulu, bir obası olur. Din gönülleri birleştiren ayrı bir bağdır. İmandır. Ben sana uruğunu, boyunu, dokuz atanı soruyorum; sen bana dinden imandan söz açıyorsun. Uruğunu, soyunu, sopunu bilmiyor musun yoksa?
– Ben de sizdenim.
– Ne pis konuşuyorsun. Türküm de be adam. Ne korkuyorsun? Türküm diye bağır! Utanacak, korkacak ne var?
– Ben Türkten önce Müslümanım. Kurduğum bir mezhebim var. Inandığım bir imanım var. Yüzlerce, binlerce müridim var. Bir buyruğumla benim uğruma canlarını dahi verirler.
– Senin imanın da, kurduğun mezhep de kendine uşak bulup, kişi oğullarının ruhlarını aldatmak için örülmüş tuzaklar. Siz bilgisiz kişileri yalancı cennet vereceğiz, yalancı cehennemlerde yakacağız diye sevinç ve korkular içinde sersemletir, aldatır, peşinize takarsınız. Yeryüzünde kardeşlerinin iyiliği için çalışan adamın inanacağı iman bir tanedir: Doğruluk, çalışmak, kardeşlere yardım. Uğrunda öleceği iman da iki tanedir: Yurdu, bayrağı. Türk ulusu yalnız bir adamın ardından gitmeye Ergenekon’dan beri alıştı. Kıyat oğullarının ardından gitmek… Timuçin de Türk ulusunu ardından götürmeye ant içmiştir. Bu işi yapacaktır. Önüne kimse duramaz. Timuçin Kıyat oğullarındandır. Uyduruyor mu dedin? Uydursa bile, kendi de, peşine takılanlar da buna inanıyor ya. Başka türlü söyleyenin ben avurdunu patlatırım. Sen şu yardımı yapacak mısın, yapmayacak mısın? Sözün kısası…
Şeyhülcebel’in de, bu tok sözlü Türk ile anlaşamayacağını artık aklı kesmişti:
– Ya!.. Bak hele, vermezsem ne olacak? diye alay etti.
– Vermezsen!?.
Otsukarcı düşündü. Vermezse ne yapacaktı? Timuçin kendisine böyle bir durumla karşılaşabileceğini hiçsöylememişti. Onun işi yalnız yardım istemekti. Dudaklarını büzdü, karşılık verdi:
– Bana ne, vermezsen verme! Yalnız bunu kendisine söyle. O dilediğini yapsın. Ben seni ilk görünce suratından ne uğursuz olduğunu anlamıştım. Hoşça kal, benim işim bitti.
Kapıya doğru yürürken Şeyhülcebel bağırdı.
– Hey!.. Nereye? Dur! Burada kalacaksın.
– Ben mi burada kalacağım?
– Benim tutsağımsın! Bundan sonra sana bu kaleden çıkmak yok. Bakalım Şeyhülcebel’in karşısında atıp tutmak neye yararmış; seni kendini beğenmiş kaba Türk seni, bana akıl öğreteceğine bacağına bir don alaydınl.
Otsukarcı kapıya doğru yürüyordu.
– Timuçin adına buraya gelişim yolumun üzeri olduğundan, kendisini sevdiğimdendi. Sen ise köpeğin birisin, senin için kapının önüne bile çıkmam, adım atmaya üşenirim. Üzerimde kimseden çalınmış bir çaput yoktur. Ben sizin gibi at hırsızı değilim. Donlarım eski, püskü ama gene de alın terimle alınmıştır.
Şeyhülcebel homurdandı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
-Dur!..
– Gel durdur!.. Şeyhülcebel bağırdı:
– Hey! Kim var orada; Cafer buraya gel, tut şu iti!
Az önce gördüğümüz zebellâ gibı …… Zenci içeri girdi. Belinde palası, iri gövdesiyle korkunç bir gösterişi vardı. Otsukarcı onun karşısında parmak kadar bir çocuk kalmıştı. Zenci kollarını kavuşturup kapının önüne gerildi.
Şeyhülcebel acı acı güldü:
– Haydi. Çık bakalım Timuçin’in arslan yoldaşı, dedi. Yiğit Türk şaşırmıştı.
– Çık mı diyorsun?.
– Evet.
– Bir zorluk mu var? Şeyh kahkahalarla gülerek:
– Haydi çık bahadır Otsukarcı, dedi. Kapıdan buyur.
Otsukarcı, zencinin kapıya gelip durmasının kendisini çıkartmamak için olduğunu ancak kavrayabildi.
Birdenbire gerildi, gözleri kıvılcımlar saçarak zenciye haykırdı:
– Tez savul! Savul oradan kabak dölü!
Sonra birdenbire bir ok gibi atıldı. Şeyhin on kişiye bedel sandığı zenciyi iki koluyla tutup kıpırdamasına meydan vermeden döndürdü, bir top gibi omuzundan aşağı fırlattı. Otsukarcı’nın omuzundan yere yuvarlanan zencinin kemikleri çatırdamıştı. Zavallı Hasan Sabbah’ın şaşkınlıktan yuvalarından fırlayan gözlerinin önünde Otsukarcı kapıdan dışarı fırladı, gözükmez oldu. Cafer yerde inliyordu. Şeyh gördüğü kuvvet karşısında şaşkına dönmüştü.
– Tutun! Bırakmayın! Tutun!., diye bağırıyordu.
Şimdi “Alamut” kalesinin içinde baş döndürücü bir koşu başlamıştı. Ellerinde meşaleler, parlak tolgalarıyla yüzlerce cilasın onu kovalıyordu. Şeyhülcebel en arkada
koşuyordu. Yalnız askerlerinin sözleri kendisini sevindiriyordu.
– Amma güçlü imiş! Biz Hâlit’in bu kadar yaman gücü olduğunu bilmezdik.
– Efendinin oğlu tam şeyh olacak.
Bahçede koşuşuyorlardı. Az sonra sevinç sesleri işitilmeye başladı. Otsukarcı yüksek duvarlardan aşamayacağını anlayınca küçük kaleden içeri dalmıştı. Askerler de arkasından koşarken Şeyhülcebel bağırdı:
– Durun! Kimse küçük kaleden içeri girmesin.
Askerler hemen kapının önünde dizildiler. “Hasan Sabbah” kapının önüne geldi. Birkaç dakika düşündü. Düşüncesiz bir iş bütün plânlannı altüst ederdi. Duygularına uymuş, her şeyi bozmuştu.
Şimdi sırası geldi, size Şeyhin kızı Sabiha’ya anlattıklarını söyleyebiliriz.
Şeyhülcebel Otsukarcı’yı görür görmez oğluna çok benzediğini anlayınca aklına şu şeytanlık gelmişti. Bu adamın, herkesin yabancısı olduğu, oldukça güçlü, savaşçı olduğu da gözüküyordu. Yarın meydanda yapılacak bayramda oğlu Hâlit yerine bug enci çıkarırlarsa kendileri için kazanç çoktu. Bu adam üst gelirse herkes kendi oğlu üst gelmiş sanacaktı. Alt olursa Şeyhülcebel hiçbir şey ziyan etmezdi. Yalnız düşüncesizce oğlunu tartmadan verdiği düğün sözü bozulmuş olacaktı. Kapının önünde yeniden düşündü, düşündü. Gözlerini kapadı. Şeytana parmak ısırtacak kadar yürük olan kafasının bütün inceliklerini kullanmanın çağı gelmişti. Sert bir sesle çevresindekilere:
– Hepiniz burada durunuz!., dedi. İçeriye hiç korkmadan girdi.
Otsukarcı küçük kaleden içeri girince artık her şeyin biteceğini sandı. Buradan kendisini nasıl kurtaracaktı? Onun gözünde ölümün pek öyle korkulacak yönü yoktu, fakat böyle bir kopuk şehir uşağı elinde kale köşelerinde ölmek de istemezdi. Bir süre karanlık koridorlarda koştu. Şaşkın şaşkın nereye başvuracağını bilmeden koşuyordu. Sonunda bir ışık gördü. Elinde olmayarak oraya koştu. Aralık duran kapıdan içeri daldı. Gözlerine inanamıyordu. Karşısında bir kendisi daha vardı. İyi bakıyor, bakıyor; bir türlü ağzını açıp bir kelime bile söylemiyordu. Bu bir akşam içinde öyle gülünç, umulmadık şeylerle karşılaşmıştı ki, en korkunç uğraşlarda bile kolay kolay kendinden geçmeyen bu kahraman şimdi gözlerini bile, kıpırdatamayacak bir duruma düşmüş bulunuyordu.
Hâlit daha önce kendini topladı, biraz ağır bir sesle sordu:
– Siz kimsiniz?
Otsukarcı şaşkın şaşkın kekeledi.
– Ben? Ben? Hiç!.. Ya siz kimsiniz?
Yabancı benzeri, onun şaşkınlığını görünce daha dik bir sesle sordu:
– Burada ne arıyorsunuz?
Otsukarcı bu kadar yukarıdan söz dinlemeye alışmadığı için sorguyu karşılamadı. Döndü kapıyı kapadı, kol demirini indirdi. İçeriden sürgüledi. Artık kendisini iyiden iyiye toplamıştı. Odanın içine bir göz attı, burası yukarki kadar değilse de gene oldukça süslü, güzel bir oda idi. Fakat yerde, halıların üstünde, dağılmış sahanlar, devrilmiş ibrikler, yemek artıkları görünüyordu. Karşı duvar dibinde iki adam uyuyordu. En önemli şeyi en sonra gördü. Kendisinden beş, on adım ötede, yukarıda Şeyhülcebel’in yanında gördüğü kız duruyor, iri siyah gözlerini korku ile açmış ona bakıyordu. İlk ağızda göremediği bu üç kişi ile birlikte odadakilerin sayısı dörde çıkıyordu. Bu gözlerin büyüsü altında koca Türk kalbinde duyulmadık bir sıkıntının, burkulur gibi bir acının dolaştığını duydu. Az sonra kan ve kavganın yüz göstereceği bir odada güzel bir kızın
bulunduğunu istemezdi. Ona elinden geldiği kadar tatlı bir sesle.
– Sen dışarı çık hatun, dedi. Ne olacağı belli değil sonumuzun. Bu söz odadaki benzerini büsbütün kızdırdı.
-Sen kim oluyorsun?., diye bağırdı. Kız kardeşime, Şeyhülcebel’in kızına hangi hakla dışarı çık diyorsun?
Kız hemen kardeşinin üzerine atladı. Ağzını eliyle kapadı.
– Allah aşkına sus Hâlit! dedi. Bu adam bizi kurtaracak. Ona şimdi saygı göstermelisin.
– Neye ismini söylemekten korkuyor Sabiha?
– Öyle söyleme Hâlit. Bak, ne kadar yiğit bakışlı bir er. Hem sana ne kadar benziyor, görmüyor musun?.
Otsukarcı burada söze karıştı. Sesine kabadayıca bir ton vermişti. Duruşuyla da sanki bir Hakan avuluna buyruk veriyordu:
– Delikanlı!., dedi. Görmüşüz ki sen bize kim olduğumuzu soruyorsun. Ben senin kim olduğunu anladım. Dur, dinle!. Sözümü kesme. Bir arpakçı bir gün bana çok yıl yaşayacağımı, yedi acuna nam salacağımı söylemişti. Görürüm ki şeytanlar işimize karışmış. Az sonra baban Şeyhülcebel’in adamları beni buraya öldürmeye gelecekler. Onun için istedim ki kız karındaşın burada bulunmasın; çünkü Tanrının ulu adına ant içerim ki bizim arpakçıyı yalancı çıkarmamak için burada ölmemeye çalışacağım. Baban eğer oğlunun da benim gibi ölmesini istemiyorsa bana dokunamaz. Sözünü bitirir bitirmez Hâlit’in üzerine birdenbire atılıp yere yıktı. Yavrucak kıpırdanmaya bile zaman bulamamıştı. Ellerini arkasına aldı. Sonra duvara kadar sürükledi. Oradan kopardığı perdenin kaytanıyla sımsıkı bağladı. Bu sırada Hâlit avaz avaz bağırıyor, babasını çağırıyordu.
Otsukarcı kahkahalarla güldü:
– Bağır delikanlı bağır, dedi. Sesin taşradan duyulana kadar bağır! Baban gelip senin durumunu görsün! Bakalım Otsukarcfyı yolundan koymak kolay iş midir?. Ben bilirim Tanrı bana kut verir. Seni burada bulamasaydım durumum nice olurdu?. Ay.! Ay! Vay canına ne oluyor? Yoo! Ben böyle sululuklara gelemem… Birdenbire durakladı. Çok şaşırmıştı. Odada unuttuğu birisi vardı. Güzel kara gözlü Sabiha köşede mindere çömelmiş, ağlıyordu. Durdu, düşündü; sonra başını kaşıdı. Yanına yaklaşıp sordu:
– Neden ağlıyorsun?
– Korkuyor musun? Sana bir şey yapmam. Zorum bu oğlanla. Fakat genç kız bir ceylân gibi dikildi. Göz yaşlarını sildi:
– Senden ne diye korkacağım? En çok yapabileceğin şey beni öldürmektir.
– Ya… Ama seni öldürmeyeceğimi biliyorsun.
– Ben ölümden korkmam. Eğer senin ellerin gücü yetmedik kadına kalkacak kadar ünsüz ve kirli ise böyle bir el ile ölmek beni korkutmaz, ancak tiksindirir. Fakat kardeşimi öldürürsen babam da seni öldürecek. Yarın Talfnaç Beğinin karşısına kim çıkacak? Namusumuz, şerefimiz hep senin elinde… Bana bak kahraman? Eğer sen sahicikten, göründüğün gibi yüksek ruhlu, yağız bir bahadırsan önünde diz çöküp ayaklarına kapanan bir kızın dileğini yerine getirmeye çalışırdın. Ne olur bizi yağı sayma, bizi kurtar.
Sabiha sözlerini bitirir bitirmez Otsukarcı’nın önünde eğilmek istedi, fakat Otsukarcı onu tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Titrek bir sesle de sözlerini karşıladı:
– Söylediklerini anlamadım ama, dileğini yapmaktan çekinmem. Ben kız kısrak katili değilim. Kardeşini bırakmaklığımı mı istiyorsun?.. İşte… Gidip Hâlit’i çözdü. Sonra gelip Sabiha’nın karşısında kollarını kavuşturdu. Demin ölüm karşısında eğilmeyen Sabiha, şimdi bu adamın karşısında alçaldığını anlamıştı.
– Ben bunu istemedim ki? dedi.
– Ya ne istedin? Gidip babana tutsak olmaklığımı mı, yoksa kendi elimle kendi kafamı kesmekliğimi mi istedin?
– Babam seni ne yapsın?
– Bilmem. Onu koca babana sor! Beni yakalamak için bir sürü iti ardımdan saldı. Sözde ben buradan çıkmayacakmışım!
Sabiha düşünmeye başladı. Acaba babası düşüncelerini değiştirmiş miydi?. Neden bu adama karşı saygı gösterecek yerde ardına onu öldürecek adamlar koşmuştu.
– Babam şimdi nerede!?, diye sordu.
– Ben de onu bekliyorum, nerede ise askerleriyle çıkar gelir. Ardımdan kovalıyorlar.
– Pekâlâ, açın kapıyı ben kendisini göreyim.
Otsukarcı ne kadar temiz yürekli olursa olsun her çürük dala basmayacak kadar da kurnazdı. Bu işin ucunda bir şeytanlık olup olmadığını aklına getirdi. Sabiha’nın gözlerine baktı. Bu iri kara parıltılar onu tâ yüreğine kadar bir kere daha titretti. Soğuk bir ürpermenin vücudunu dolaştığını duydu. Bu içi ışıklı gözler o kadar saf, temiz duruyordu ki, elini kapıya atıp demiri sürdü, açtı. Fakat derhal geriye sıçrayıp dudakları arasından bir küfür savurdu. Şeyhülcebel içeri girmişti. Ardında kimse yoktu. Bir köşede şaşkın şaşkın bakan Hâlit’e “Sen dışarı çık!” diye buyurdu. Sonra odanın içerisine göz gezdirdi. Ömer ve Ali horul horul uyuyorlardı. Ömer’in hiç sesi çıkmadı. Yalnız Ali bin Mervan homurdandı. Bunlar dünyadan el çekmişler, kendilerinden geçmiş yalancı bir cennette dalga geçiyorlardı. Otsukarcı’ya döndü. Artık boyun eğmeyi aklına koymuştu. Tatlı bir sesle sordu. Bir adamı kullanmak için sırasında önünde alçalmaktan utanmazdı:
– Otsukarcı, Timuçin’in istediği yardımı ulaştırırsam ne dersin?
– Korkundan gönderiyorsun, derim.
Şeyhülcebel bu tok sözü de işitmemezliğe geldi. Ona bu adam iki gün için lâzımdı.
– Seni buradan çıkmak için bırakırsam?
– Kendini kötü bir iş yapmaktan, gelecekte Timuçin’in kılıcından kurtarmış olursun.
– Sana heybelerce altın verir, değerli silâhlar hediye edersem; buna karşılık bana küçük bir iyilik eder misin?
– Bizim iyiliğimiz dostlarımıza karşıdır; tavara, davara karşı verilecek satılık iyiliğim yok.
– Sana yarın kalenin avlusunda toplanacak yüzlerce silâhşorun, beğlerin önünde bu ülkeye ad salan bir kahramanla dövüşür müsün diye sorsam, korkuyorum, dövüşemem der misin?
Bu sorunun karşılığı pek zorlu oldu. Yiğitin gözleri döndü, yumruklarını sıktı:
– Türkistan’da doğan, Cayan ırmağı kıyısında büyüyen, nice bahadırlar yenen, Çelme gibi sırtı yere gelmemiş bahadırları yere vuran bir Türke “Korkuyor musun?..” diye sormak itliğini kim ederse, kafasını koparırım. De bakalım bir daha kimmiş bu köpek ki, benim karşıma tek başına çıkıp dövüşmeyi göze alabiliyor! Koca baba, sen belki dövüş görmemişe benzersin. Eğer öyle söylediğin gibi on bahadırınız varsa’ yarın karşıma ister tek, ister toptan çıksınlar, Ulu Tanrı sağlık verirse… Sabiha birdenbire söze karıştı. Sesi titrek ve dokunaklıydı:
– Bahadır! Babam sizinle gizli, kapaklı, üstü örtülü konuşuyor. Ben görüyorum ki, sen şehirli dilinden anlamıyorsun. Mertçe, açık sözler istiyorsun. Yiğitin kızgınlığı hemen diniverdi. Kavga damarını kamçılayarak, güzel sözlerle onu okşamak, zorla yola gelmeyen bu kabadayıyı kuzu ediveriyordu.
– Babam senden bir şey diliyor. Buraya bir günlük yolda bir Atabeğ vardır. Adı “Talmaç”tır. Babam, kızını kardeşim Hâlit’e istedi. Fakat bu beğ kızını alacak adamın kendi kahramanlarından en yavuzuyla dövüşmesini, at koşturmasını, senin anlayacağın boy ölçüşmesini istiyor. Kardeşim Hâlit böyle işlerle uğraşamadığından, değil onlara üst gelmek, belki kılıcını kınından bile sıyırma’dan ölüp gidecek. Sen ise kardeşime bir ikiz gibi çok benziyorsun. Hem güçlü kuvvetlisin… Biz senin gibi yağız kahramanı şimdiye kadar görmedik. İstiyoruz ki, yarın kardeşimin yerine sen çıkasın, gücünü gösteresin, biz de bu iyiliğini elbet bir gün karşılarız. Tal-maç Beği ve adamları kardeşimi yakından görmediklerinden senden ayırt edemezler.
Şeyhülcebel yalnız kafasını sallıyor, kızının sözlerini kabulleniyordu. Sabiha sözünü bitirince:
– İşte bu kadar dedi. Nasıl, evet mi? Sen yanlış anladın, bana kötü sözler ettin.
Otsukarcı hâlâ düşünüyordu. Bu kötü gözlü, iğrenç sözlü kocamış Şeyhten hoşlanmamıştı. Sabiha sabırsızlıkla sordu:
– Bunu istemiyor musun?
– Benim için kavga etmek, vuruşmak korkulacak, çekinecek bir şey değildir. Fakat başkalarını aldatmış olacağız, onu düşünüyorum.
Sabiha’nın gözlerinin ateşine güveni vardı. Otsukarcı’nın gözlerinin içine bakarak içini çekti.
– Demek kardeşim yarın ölecek?..
Bu söz yiğite dokunmuştu. Fakat bir kadının güzel “gözleriyle büyülenerek bir uğraşa girdiğini sezdirmek istemeyerek sordu.
– Timuçin’e istediği gidecek mi?
– Elbet, ulu Allah’a yemin ederiz.
– Ondan sonra beni de bırakacaksınız, gideceğim.
– Hay hay! Sen bilirsin! İstersen büsbütün burada kal. Seni kalenin kumandanı yaparız.
Otsukarcı elini uzattı:
– Pekâlâ, Tanrı sağlık verirse yarın vuruşacağız. Ben kumandanlık, avadanlık istemem. Siz bana ettiklerinizden utanın, bana yeter de artar bile.
s.39 – 49
“on üç” yaşınl Türkler saçlarını omuzlarına kadar bırakır, kesmezlerdi.
Don: Bugünkü anlamda değildir. Bir adamın donları giysileridir: Donanmış adam
baştan aşağı giyinmiş adam.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa