Kalpaklılar
Türk Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyet’in yükseliş dönemlerini yapıtlarına temel alan Samim Kocagöz, halkın günlük yaşamını, cumhuriyet ülküsünün işleyişini, sıradanmış gibi yaşananları yalın bir dille öykülüyor betiklerinde. Kalpaklılar, Doludizgin, Bir Çift Öküz, Bir Karış Toprak, İzmir’in İçinde, Eski Toprak, yazarın uzun öyküleri. Telli Kavak, Sam Amca, Ahmet’in Kuzuları, Yağmurdaki Kız ise kısa öyküler içeren betikleri.
Samim Kocagöz, çocukluğundan beri içinde olduğu dönemin tanıklığını yapan, edildiği izlenimlerle yapıtlarını yazan bir yazar. Bu nedenle öyküleri kurmaca olmakla birlikte, anlatılanlar belgesel gerçekliğinde. Gerek kır yaşamını konu edinen yapıtlarıyla, gerekse Türk Kurtuluş Savaşı öyküleriyle yeni bir çığır açtı. İki ayrı betik olarak yayınlanan (Kalpaklılar – Doludizgin) Türk Kurtuluş Savaşı öyküleriyle, bu türün öncü yazarı oldu. Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa öyküleri bu çizginin hemen sonraki verimleri olarak Türk yazınında yer aldı.
İlk kez 1959 yılında yayımlanan Kalpaklılar’ın öyküsü, İngilizlerin başını çektiği Batılı ülkelerce, eğitip donatılan Yunan Ordusunun, İzmir’e çıkmasıyla başlıyor. Hasan Tahsin’in şehit edilmesi, saldırının Türk yurtlarında yarattığı öfke ile Türk halkının “Kuvayı Milliye” adıyla başlayan ulusal örgütlenme süreci, yalın bir anlatımla, belgesel öğeleri öne çıkaran bir yaklaşımla öyküleniyor. Sadri Alışık’la Çolpan İlhan’ın baş kişileri canlandırdığı Kalpaklılar kurmacası, 1959 yılında, Samim Kocagöz’ün betiğinin, Yeşilçam uyarlaması olarak Türk sinemasına kazandırıldı.
KALPAKLILAR'dan...
…
Eylül sonlarıydı. Sabahın erken saatlerinde Talip, yine Bebek’teki köşkün yokuşunun alt başına gelmişti. Ümitsizlik içindeydi. Bunca zaman geçmişti. Ne Baltalimanı’ndaki yalının, ne de bu köşkün çatısı altında dönenlerden, ufacık bir şeyler öğrenmişti. Bu arada Teşkilâtın kendisine verdiği birkaç vazifeyi başarıyla sona erdirmişti. Yine kendisini bu Ferit Paşa işine memur etmişlerdi. Her sabah, Çarşamba’daki evinden erkenden çıkıyor, Unkapanı’na iniyor, köprüyü geçip Şişhane yokuşundan tramvayla Taksim’e geliyordu. Oradan da Ayazpaşa’dan inerek tekrar tramvayla Bebek’i boyluyordu. Bıkmış usanmıştı bu İstanbulinli İstanbul efendisini Arnavutköy’le Baltalimanı arasında götürüp getirmekten. İşte bu sabah da hazret köşkten aynı saatte çıkmıştı. Yapacağı edeceği, nasıl gidip geleceği belliydi. O kadar ki, onun kaç dakikada bir burnunu sildiğini, vapurda kaç cıgara içtiğini, bindiği faytonun altlarının huyunu suyunu bile Talip öğrenmişti. Adam saat gibi işliyordu.
Talip, yokuşun altındaki iki evin arasındaki dar yere girip saklandı. Efendi hazretleri, arkasında iki uşağı, elindeki çantasıyla geçti gitti. Bugün karar vermişti delikanlı, onun arkasından gitmeyecekti. Şu köşkü iyice gözden geçirecek, kimler gidiyor, kimler çıkıyor, neresinden girilebilir, neresinden çıkılabilir öğrenecekti. Efendi Hazretlerinin hazinesini, hani yazı odasına girebilmenin yolunu araştıracaktı. Başka çaresi kalmamıştı.
Ortalıkta kimsecikler yoktu. Gece yağan hafif bir yağmurdan sonra, hava açmıştı. Yemyeşil bebek sırtlarında serin bir rüzgâr, etrafa toprak kokusu yayıyordu. Ağaçlar, daha dökülmeyen yapraklar, ıslak ıslaktı. Köşesinde durduğu evin merdivenlerinde oturdu. İşe nereden başlaması gerektiğini tasarlamaya başlıyordu ki, küçük köşkten bir kadının çıktığını gördü. Dikkat etti, bu bir genç kızdı. Hanım, on yedi on sekiz yaşında görünüyordu. Siyah saçları dikkatle taranmış, beyaz, şeffaf bir örtüyle örtülmüştü. Üstüne siyah bir önlük giymişti. Ayağında rugan iskarpinler vardı. Elindeki çantayı yavaş yavaş sallayarak yokuşu iniyordu. Kız, yaklaştıkça, Talip, baygınlıklar geçiriyordu: En sonunda ipin ucunu yakalamıştı. Kafasının içinde birkaç saniyede binbir şimşek çaktı. Birden kararını verdi. Kendisini toparlayıncaya kadar, genç kız, önüne gelmiş geçiyordu. Hemen ayağa kalktı. Fesini, ince bıyıklarını düzeltti. Ağır ağır kızın ardından yürümeye başladı. Kız, onun arkasından geldiğini hemen sezdi. Dönüp kömür gibi siyah gözleriyle ona bir baktı. Öfkeli görünüyordu. Talip, aldırmadı; biraz daha yaklaştı. Kız, bir daha kendisine dönünce, artık aralarında iki adım kalmıştı:
“Mektebe bu kadar erken mi gidiyorsunuz küçük hanım?” Dedi. Kız, bu söz üzerine duruverince, eli ayağı kesildi. Siyah gözler kendisini şöyle bir süzdü. İnce, pembe dudaklar kıpırdadı:
“Rica ederim, beni takip etmeyiniz. Hiç hoşlanmam.”
“Fakat efendim, bendeniz namuslu bir gencim. Darülfünun talebesiyim. Sizin gibi iyi bir aile kızıyla arkadaşlık etmek arzusundayım. Kerem buyurunuz.”
Genç kız, bu sözleri söyleyen Talip’in yüzüne bir kere daha, alıcı bir gözle baktı. Tereddütler içindeydi. Sonra da birden kendisini toparlayıp,
“Sizin için bu iyi olmaz…” diye mırıldandı, “babam, polisler, sizi gözetliyorlar. Derhal buradan uzaklaşınız. “
Talip’in içine bir an bir korku girer gibi oldu. Acaba bu küçük hanım doğru mu söylüyordu? Polisler, onun gidişatını, buralarda uzun zamandan beri dolaşmasını sezmişler miydi? Duraklaması çok kısa sürdü, kız, hızlı hızlı yürümeye başlamıştı:
“Benim babanızla, polislerle hiçbir alışverişim yok. Acaba yarın sabah mektebinize giderken, böylece benimle birazcık konuşmak lütfunda bulunmaz mısınız? Kulunuzu bahtiyar ederdiniz!”
Genç kız, bu sefer hiç de dönüp ona bakmadı. Talip, onu uzaktan Arnavutköy Kız Kolejine kadar takip etti. Oradan koşarcasına ayrılıp kendini tramvaya attı. Sevinçten kalbi duracak gibi oluyordu. Yolda bütün planını hazırladı. Kan ter içinde Fatih’teki bakkal Nazif’in dükkânında soluğu aldı. Dükkân, büyük ahşap bir evin alt katında arabalıktan bozma bir yerdi. İçi tıklım tıklım mal doluydu. Nazif, yaşlı, palabıyıklı, beyaz saçlı, yumuk gözlü bir adamdı. Terazinin başında bir çocuğa pirinç tartıyordu. Çocuk pirinci alıp, hesabı deftere yazmasını söyledikten sonra çıkıp gitti. Bakkal, artık Tayyip’i tanıyordu. Ama adını bilmiyordu. Peynir istemeye lüzum kalmamıştı. Bıyıklarını burarak Talib’e döndü:
“Söyle evlât?”
“Yirmibeş, ondört’ü hemen görmek istiyor.”
Nazif efendi, kapıya kadar gitti. Sokağa bir göz attı. Döndü, dükkanın arkasına, depoya açılan küçük kapıyı itti. Eliyle Talip’e girmesini işaret etti:
“Burada biraz bekle.” dedi. Delikanlı, şeker, pirinç, çuvallarının, yağ varillerinin arasına girdi. Kapanan kapının aralığından hafif bir ışık sızıyordu. Aralıktan baktı, Nazif, dükkanın kapısına bir sandalye koyup elinde bir makarna paketi ile sokağa çıkıyordu. Beş dakika sonra döndü. Arkasından birkaç müşteri geldi. Onlarla alışverişe daldı. Bu müşteriler çıkarken, Ondört göründü. Bastonuna basa basa dükkana girdi.
…
s. 140-143
Okur Görüşlerine Açık Sayfa