Preloader image
Title Image

Kızıl Elma

Cengiz Törökuloviç Aytmatov

Kızıl Elma

Cengiz Aytmatov, dağılmakta olan bir yuvanın, çocuklar için korunması gerektiğini, özüne özgü bir biçemle öyküleştirmiş. Öncesindeki sorunların, sonrasındaki sorumluluklara yenilişi, bir kır gezisine sığdırılarak, sevimli bir kızçeynen, babasının birlikteliğinde anlatılmış.

 

Aynı betikte yer alan beş öykünün ilki Kızılelma. Oğulla Buluşma, Beyaz Yağmur, Asker çocuğu, Deve Gözü, betikteki öbür öyküler.

 

Öykü, Tölömüş Okayev yorumuynan, aynı adla sinemaya da uyarlanmış. Okayev, “Kızıl Elma”da, Suymenkul Çokmorov, Tattubibi Tursunbauyev gibi Kırgız sinemasının güçlü oyuncularına yer vermiş.

KIZIL ELMA'dan...

İsabiekov geç saatlere kadar yatıp uyumamış, hâlâ düşünüyordu. Nasıl hitap edecek, nasıl bir sözle başlayacaktı bu mektuba? Neler yazabilirdi? Zor, çok zor, hatta imkansız geliyordu mektup yazmak. Söylenecek birikmiş o kadar şey vardı ki! Hem sonra, onun gecikmiş itiraflarını anlayacak mıydı?

 

Birlikte yaşadıkları ve şimdi geride kalan yıllar çok zor geçmişti. Birbirlerine karşı bunca haksız davranışlardan, sonu gelmeyen suçlamalardan, kavgalardan, barışmalardan ve ayrılıkla sonuçlanan bu durumdan sonra onu makul (hayır, bu makul sözü yerine oturmadı) onun sadece insanca anlayabilecek, bağışlayabilecek miydi? Evliliklerinin ilk yılında olduğu gibi davranabilecek miydi? Sade, açık yürekli ve iyi niyetle?… Ya böyle karşılamazsa? Ya onu anlamazsa? Daha da kötüsü yine kadınlık gururundan, kötü talihinden söz ederek yine saldırıya başlarsa?… Hali nice olurdu o zaman?

 

İsabiekov onun sızlanmalarını, yakınmalarını bir kadınlık gururundan, kadının öz-saygısından ileri geldiğini anlıyor ve bunu kendi kendine de söylüyordu.

 

Karısı her zaman kadın arkadaşlarına imrenirdi:

 

– Gördün mü, diyordu, adam gözünü karısından ayırmıyor, herkesin içinde eğilip karısının ayakkabı bağlarını bağlamaktan çekinmiyor. Böyle bir davranıştan korkmuyor…

 

O da karısına:

 

– Böyle bir gösterişten hoşlanmam ben, pohpohlamayı da bilmem, diyor, kestirip atıyordu.

– Gösterişle ne ilgisi var bunun? Bir nezaket kuralı, bir duyarlılıktır bu, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Yoksa sen, aşkından, beni sevmekten mi utanıyorsun? Yoo, ben böyle yaşayamam. Ben, sevdiğim erkeğin beni sevdiğini açıkça göstermesinden korkmamasını isterim. Başka türlü davranışı aşağılayıcı buluyorum. Sen bunu hiç düşünmüyorsun!

– Ben hiç de öyle sanmıyorum, zaten bunu düşünecek vaktim de yok. Hem sonra, sen de bunca iş arasında, yakında tezini vereceğin bir zamanda, böyle saçmalıklarla nasıl ilgilenebiliyorsun anlamıyorum: Kim kimin ayakkabısını ya da korsasını bağlamış!

– Seninle tartışmanın yararı yok, hiçbir şey anlamıyorsun!

 

Ama işte şimdi anlıyordu: Onun ne demek istediğini anlıyor, bunu itiraf etmek istemese de, içinden ona biraz hak veriyordu.

 

 

 

Karısı yolda yürürken, gelip geçenlerin dikkati onun üzerine çevrilince, İsabiekov bundan memnun oluyordu. Albenili, güzel ve çok zeki buluyordu karısını. Yürüyüşü de pek hoşuna gidiyordu. Alımlı, zarif, hafif uçarı bir gidişi vardı. Yüksek ökçeli ayakkabılarını giydiği zaman körpe bir kızı andırıyordu. İnsanların kendisine hayranlık duyarak baktıklarını hissedince ne kadar güzel oynar, gözlerinin içi mutluluktan nasıl güler, nasıl gençleşiverirdi! İşte o anlarda karısını sever, ona bayılırdı.

 

Bununla beraber onu kasıntısız sevmesine her zaman bir engel çıkıyordu. Kendi kendine birtakım sorular soruyor, bu da sevgisini göstermesine, apaçık sevmesine engel oluyordu. Bu içe kapalılıktan, bu çekingen huyundan vazgeçmek için bir çaba göstermesi, gençlik zamanlarındaki gibi hareket etmesi gerektiğini hissediyordu ama, bırakmaması gereken işte o tutumunu bırakmıştı gençlik yıllarında.

 

İsabiekov kusurunu, kabahatini (eğer bu bir kabahat ise) işte şimdi kabul ediyordu. Ama onu endişeye düşüren bir başka mesele daha vardı: “mizaç uyuşmazlığı” denilen sebepten birbirlerinden ayrıldıktan sonra, birbirlerinden uzakta bulundukları şu sırada, karısı, birlikte geçirdikleri yıllara başka bir açıdan, başka bir gözle bakabilecek miydi? Ya bunu kabul etmezse? O zaman her şey bitmiş mi olacaktı? Yoo, yoo, böyle bir durumu kabul edemezdi İsa İsabiekov…

 

Defalarca mektuba başlamak için kâğıdı önüne çekti ve her defasında vazgeçti. Kalkıp pencereye yaklaştı, sonra uzun süre duvara dayanıp dışarıya baktı. Bitkindi, perişandı, saçları darmadağınıktı.

 

Dışarıda, pencerenin yakınındaki durakta son otobüsler duruyor, bekleyen yolcuları alıp hemen hareket ediyorlardı. Otobüslerin farları, sonbahar akşamının karlığını yarıp yarıp geçiyordu. Komşu evlerden bir genç kız ve bir delikanlı, birkaç kez yaklaştılar avlunun girişine. Sonra yine gittiler, yine geldiler. Çocuk bahçesindeki çocuklar gibi, birbirlerinin ellerini hiç bırakmıyorlardı. İsabiekov onlara imrendi. Ama yine de davranışlarının güzel bir yanı, heyecanlı bir yan olduğunu kabul ediyor ve bu da onu üzüyordu. Çünkü çok iyi biliyordu o davranışları ve o çağı.

 

Dağların tepesine doğru, ta uzakta, herhalde elektrik santralinin gerisinde, küçük bir ateş yanıyor, kımıldayan bir yıldız gibi ışıldıyordu. Bir çoban ateşi olmalıydı. O anda, o ateşin bulunduğu yerde olmak istedi: Orada, gecenin koyu karanlığında tek başına kalmak, hiçbir şeyi düşünmemek, ara sıra ateşe kuru ardıç dallarını atarak çatır çatır yanışlarını seyretmek…

 

Sonra pencereden uzaklaştı. Kızı Anaara’ya bakmak için onun yattığı odaya girdi. Anara artık küçük bir çocuk değildi ama uyurken hep üstünü açardı. Bu yüzden onun üşümesinden, soğuk almasından korkuyordu İsabiekov. Bu defa Anara, kımıldamamış, üstünü açmamış, mışıl mışıl uyuyordu. Bütün gün koşup oynamıştı çünkü. Bugün babasına neler ettiğini hiç bilmiyordu. Ah Anara, Anara! Ne bilsindi babasının yüreğini parçaladığını! Ne bilsindi bu saatlere kadar onun niçin uyuyamadığını! Kızına şefkatle baktı ve fısıltı halinde konuştu onunla: “Böyle rahat uyuman büyük bir şans yavrum, ileride, büyüdüğün zaman, uykusuz geçireceğin günler de olacak… O uykusuz geceler herkesin başına gelir, kimse kurtulamaz. Ama daha vakit var o günlere. Şimdi uyu, rahat uyu yavrum, güzel rüyalar gör…”

 

Gündüz Anara’yı bir kır gezisine götürmüştü. Orada ona annesiyle olan ilişkilerinden söz edecekti. Karısı da yazdığı mektupta ona gerçeği anlatmasını ısrarla istiyordu zaten. Kızına, annesinin Moskova’da sadece tezini vermek için bulunmadığını, artık ayrı yaşamalarının daha iyi olacağına karar verdiklerini, kimin yanında kalacağını Anara’nın karar vereceğini söyleyecekti. İsabiekov çocuk için bu konuşmanın pek acı, pek korkunç olduğunu düşünerek konuyu evde değil, kır gezisinde açmayı uygun bulmuştu. Orada konuşmak kendisi için daha kolay olacaktı, herhalde kızı kendisiyle kalmayı isterdi. Öyle umuyordu. Annesi Taşkent’te yaşamak, orada bir araştırma enstitüsünde çalışmak istiyordu. Kızı da Taşkent’e gitmek istemezdi.

 

Anara avluda oynarken çağırmıştı onu:

– Hadi, üzerine bir hırka al, kıra gidiyoruz.

– Kıra mı? diye el çırptı Anara sevincinden. Ama hemen ardından şaşırarak sordu: Niçin?

– Hiç, gezmek, temiz hava almak için.

 

Yollar çok kalabalıktı, arabalar çok yavaş ilerliyor, bu da İsabiekov’un canını sıkıyordu. Pazar günleri hep böyle olurdu şehir içi. Ama şehrin dışına çıkar çıkmaz arabalar hızlanıyordu. Onların ‘Volga’ arabası da gittikçe hızlandı. İki yanında büyük ağaçlar sıralanmış asfalt yol biraz mat bir parıltıyla ve hafif bir eğimle dağlara doğru uzanıyordu. Suskun duran İsabiekov, uzaklarda pek belirli görünen karlı doruklara bakıyordu.

 

– Baba, biraz yavaş gider misin? dedi Anara.

İsabiekov yavaşladı.

– Korkuyor musun?

– Hayır, ama yavaş gitmek daha iyi, dedi ve yine yüzünü pencereye dayadı.

– Ama sen hızlı gitmeyi severdin her zaman?

 

Anara gözünü pencereden ayırmadı ve cevap vermedi. Belki duymamıştır, ya da duymazlıktan gelmişti.

 

İsabiekov hafifçe başını çevirerek kızına bir göz attı. Kızın ince hırkadan çıkıntıları iyice belli olan omuzlarını, ince boynunu, ince örgülü kara saçlarını gördü. Cama yaslanmış o sessiz siluette, hiç de kızına ait olmayan ve o ana kadar hiç fark etmediği bir şeyler hissetti. Pek düşünceli görünüyordu kızı. Yoksa, olacakları, babasının söyleyeceklerini tahmin mi etmişti? Büyükler çok defa çocukların her şeyi sezdiklerini, hissettiklerini unuturlar. Birden canı sıkıldığı İsabiekov’un. Ama, “hayır” dedi kendi kendine, “nereden bilecek?”. Ne kendisi ne de karısı bu konuda ona hiçbir şey söylememiş, hissettirmemişlerdi. Zaten kim ne anlayabilirdi ki! Bu işin en korkunç yanı, çocuğun iç dünyasını yıkmak, zihin dengesini bozmak olurdu. İsabiekov  da her zaman bundan korkmuştur. İnsan kalbi böyledir: Onu kolayca dondurabilirsiniz, ama çok zor eritir, çok zor ısıtırsınız. Bazen hiç çözemeyiz o buzu. Bunun da sonucu bir sinir zayıflığı, bir sinir hastalığı olur. Yoo, Anara küçük ve sağlıklı bir kızdı. Belki bir şeyler hissediyordu. Kendisi de küçücük bir çocuk iken, evde bir huzursuzluk olduğunu hemen anlardı. Öyle zamanlarda ne kadar üzüldüğünü kimse bilmezdi. Ama er ya da geç, durumu öğrenecek yavrusu. O anlatmazsa annesi anlatacaktı. Annesi, dobra dobra, apaçık konuşurdu. En iyisi bu işi annesine bırakmamalı, kendisi anlatmalıydı. Ne gelirdi elden? Daha fazla beklemenin bir yararı da yoktu… Ama bütün bunlar bir tahmindi belki. Anara camdan, düşen yaprakları seyre dalmış olamaz mıydı? Böyle de olsa ne değişirdi ki. Herhalde en iyisi ona gerçeği anlatmaktı… Ah! Hava da ne kadar güzeldi bugün! İnsanın kalbi ve kafası da böyle huzurlu olabilse!…

 

Her sonbaharda olduğu gibi, yol, dökülen yapraklarla doluydu ve ıssızdı. İsabiekov böyle bir havada arabayı hızlı sürmenin gerçekten anlamsız, saçma olduğunu düşündü. Yapraklar yavaş yavaş dönüyor, bazıları yere, bazıları arabanın üzerine usulca düşüyorlardı. Bazıları da ön camın üzerinde kısa bir süre yapışıp kalıyor, sonra sağa-sola uçuyor, sanki hiç ayrılmak istemiyorlarmış gibi, yine kısa bir süre arabanın bir tarafına tutunup geliyorlardı. Yolun iki tarafında, günlü-güneşli biçilmiş tarlalar, bozulmuş bağlar, yeşil yonca tarlaları uzanıyordu. Sürülmekte olan tarlalarda ise, sürü sürü sığırcıklar izliyordu traktörleri. Sonbaharın son güzel günleriydi bu günler.

 

“Yakında yağmurlar başlayacak, her şey solacak, kararacak ve tarlalar bu güzelliklerini yitirecekler” diye üzüldüğü İsabiekov… Çakmağını çaktı, bir sigara yaktı ve tekrar dönüp baktı kızına. Kızı yine camdan dışarısını seyrediyordu.

 

– Niye bir şey söylemiyorsun Anara?

Küçük kız şaşkın şaşkın babasının yüzüne baktı ve yine bir şey söylemedi.

– Ödevlerini yaptın mı dün?

“Evet” anlamında başını salladı kız.

– Çok güzel bir hava değil mi?

– Evet, çok güzel.

 

İsabiekov’un canı sıkıldı. Bu can sıkıcı, dokunaklı sorulara ne gerek vardı? Ne olmuştu bu kıza? Normal olarak gevezeliği sever ve serbestçe konuşurdu. Herhalde bugün o da iyi bir gününde değildi.

 

Kızını oyalamak için radyoyu açtı. Küçük bir çocuğun pek bilinen ve dokunaklı sesi çın çın doldurdu arabayı.

 

– Robertino! diye haykırdı ve kendine geldi Anara… Baba, Robertino bu! Bizim sınıfta herkes onu çok seviyor. Erkekler de, kızlar da. Sen de seviyor musun? Annem de sever…

– Evet Anara, evet. Elbette annen de sever. Ah Anara, ne güzel kızımsın sen benim!

 

İsabiekov kızının saçlarını okşadı ve onun iri, kahverengi gözlerinin birden parladığını görünce şaşırdı:

 

– Bana gücendiğini sanmıştım…

– Ne diyorsun baba! Nasıl gücenirim!!

– Pekala, şarkıyı dinleyelim sonra sana Schubert’in ve Robertio’nun ülkesini anlatırım.

 

Bu konuşma olurken Ave Maria şarkısı, ateş kırmızısı düzlüklere, toprağa ve insanların kalbine sonbaharın ruhunu üflüyordu sanki. İsabiekov birden kendini, güneşin, uzakta dorukları parlayan dağların, Robertio’nun yanık sesinin, kızının coşkusunun, tek kelimeyle her şeyin tam bir uyum içinde olduğu bir havaya, bir ahenge kaptırdı.

 

Kuşku yok ki her insanın ruhu güzelliklere susar ve besbelli ki onun yapısı böyledir. Ama çok defa, susadığı bu güzelliği korumaz, hatta bazen farkına bile varmaz. Ve işte şimdi o, çocukların gönüllerinde yer alan, ifade edilen yarı harika ve kolayca incinir bir güzelliği, bu dünyayı yıkmak durumunda kalmış görüyordu kendini.

 

Robertio şarkısını söylüyor, Anara da alçak sesle ona eşlik ediyordu. İşte bu sırada araba, büyük bir elma bahçesinin çitleri etrafında ilerlemeye başladı ve ana yoldan ayrılarak çaya doğru yöneldi.

 

İsabiekov ailesi yazları buraya gelirdi. Burası az bilinen, her zaman tenha olan bir yerdi: Çay derin değildi. Dağdan inen bu serin suyun dibindeki taşlar pırıl pırıl görünürdü. Çayın plajı yoktu ama yüksek dağların hemen dibindeydi. Issız boğazların ardında, beyaz tepelerini sipsi sivri göğe uzatıyordu dağlar. Tepelerden koca koca kayalar koparak aşağılara inmişti. Anara onlara tırmanmayı, üzerlerinde atlaya atlaya, seke seke yürümeyi pek severdi. İsabiekov’u buraya getiren asıl sebep de belki bu idi.

 

Günün ortasındaydılar ve çevrede büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu. Anara kayalara doğru koştu. Dudaklarında Robertio’nun ezgileri vardı ve kayalar arasında sesi bazen yükseliyor, bazen kesiliyordu.

 

‘Ave Maria’ melodileri İsabiekov’un kulağından da çıkmıyor ve çevrede her şey yeni bir görünüm kazanmış gibi geliyordu ona. Çaya göre yüksekte olan bahçe oldukça seyrelmiş, yıkanıp temizlenmiş gibiydi. Sanki o da meyve aramak için çıkagelen gezicilere kulak vermişti. Bahçeyi çevreleyen çit boyunda, gelip geçen yazın anısı olan anıtlar gibi, pek yüksek ot tayaları (yığınları) vardı. Bu otlar, daha uzun zaman sıcak günlerdeki kokularını koruyacaklardı. Kuşkusuz yazın burada her şey çok daha farklıydı, sanki hiç yaz görmemiş gibi küçük, beyaz bulutlar da görünmeye başlamıştı. Ah şimdi ayilde (köyde) olmayı ne kadar isterdi! Çok uzun zamandan beri köyüne gitmemişti… Bu sırada Anara’ın bir patikadan bahçeye doğru koştuğunu gördü. O anda buraya geliş sebebini hatırladı ve kızına seslendi:

 

– Nereye gidiyorsun?

– Bahçeye… Ağaçlara çıkacağım…

– Bir şey konuşacaktım seninle.

– Ne konuşacaktın? Robertio’yu mu?

– Olur, çabuk çıkarım ağaçlara, sonra da gelir seni dinlerim.

 

Anara, hoplaya zıplaya bahçeye doğru koştu.

 

İsabiekov kızına anlatacaklarını ve bunu nasıl bir üslupla anlatması gerektiğini düşündü yine. Kızına anlatacağı şey tuhaf, saçma, korkunç geliyordu ona. Ve söyleyecekleri, ne bu güzel sonbahar günüyle, ne de Robertio’nun sesinden Ave Maria’nın ilham ettiği duygularla bağdaşıyordu. Bunu düşündü ve ürperdi. Şimdi Anara’nın ağaçlar arasında daha çok oyalanmasını ve onu o korkunç gerçeği anlatmaya zorlamamasını istiyordu. O sırada kızının bahçeden bir sevinç çığlığı attığını duyunca yine ürperdi. Sırtını ona dönerek yere oturdu ve başını değdi.

 

– Baba, baba! Bak ne buldum! diyordu Anara.

 

Dönüp bakmadı. Onun soluk soluğa kendine doğru koştuğunu duyuyordu. Anara gelip boynuna sarıldı ve ona iri bir kızıl elma gösterdi.

 

– Bir elma mı buldun?

– Bu kurnaz elma yapraklar arasına gizlenmiş kalmış, orada saklanıyordu, ama onu buldum işte! Küçük bir fener gibi parlıyordu yapraklar arasında. Bahçede kalan son ve en güzel elma bu. Başka yok. Bak ne kadar güzel, mis gibi de kokuyor. Bir güneş gibi.

– Evet, gerçekten de çok güzel elma, bir kış elması.

 

İsabiekov böyle dedi ve hiç düşünmeden ekledi:

 

– Biliyor musun Anara, bu bir mutluluk habercisi, mutluluk simgesidir. Bu elma yaz boyunca seni beklemiş orada. Başkaları görmesin, gelip koparsın diye gizlenmiş. Sen de onu buldun. Bu elmayı yiyecek insan çok mutlu olacak demektir.

 

İsabiekov elmanın tozunu toprağını sildi ve kızına uzattı:

 

– Al, ye bakalım.

– Robertino’yu ne zaman anlatacaksın bana?

– Sonra anlatırım, biraz daha oyna.

– Biliyor musun baba, ağaçlara çok iyi çıkabiliyorum artık! Elma ağaçları yüksek, dalları da kalın, iyi tutuyor insan. Ama şu uryuklar[1] çok kötü. Dalları sık ve çok dikenli.

– Sen de öylelerine çıkma, diye güldü İsabiekov.

– Baba, sen de böyle bir elma bulmuş muydun hiç? diye sordu Anara birdenbire.

– Evet yavrum, hadi şimdi biraz daha oyna, ben burada kalacağım.

 

Anara, elinde kızıl elmasıyla bahçeye koştu. İsabiekov ise başka bir kızıl elmayı hatırladı o sırada. Ve bu inanılmaz derecede benzer rastlantıya şaşırıp kaldı. Vaktiyle o da böyle bir elma bulmuştu, hatta o elmayı bulduğu bahçe de burasıydı galiba. Evet, evet, bu bahçede bulmuştu onu. Ama bahçenin öbür tarafında, elma ağaçlarının yamaçtan kıyılara doğru uzandığı yerde…

 

Savaştan sonra, şimdi öğretmenlik yaptığı Tarım Enstitüsü’nde okumak için şehre gelmişti.

 

Bir sabah, yine böyle bir sonbahar gününde, onun da aralarında bulunduğu bir grup öğrenciyi, çakıl bir yoldan (o zamanlar daha katran dökülmemişti bu yola) kolhoz tarlalarında pancar sökmeye getirmişlerdi.

 

Bütün gün pancar söktüler. Kara ekmekten ibaret olan tayınlarını çoktan yemişler ve akşam üzeri şehre dönmek için yola koyulmuşlardı. Aç ve yorgundular. Ana yola çıkmadan önce kolhozun bahçesinden geçtiler. Ürün çoktan toplanmıştı ama, bazıları, otların, yapraklar arasında kalmış birkaç elma bulabilmişlerdi. Elmalar eşit şekilde pay edildi ve yediler. Bu onların iştahını kabartmış, daha çok acıktırmıştı, bunun üzerine bahçeye yayılıp meyve aramaya koyuldular ama hiçbir şey bulamadan yine dönüş yolunu tuttular.

 

İsabiekov dün gibi hatırlıyordu o günü. Bahçede, arkadaşlarına yetişmek için koşarken, birden bir parıltı ilişti gözüne. Aynı yöne bir daha baktı ama hiçbir şey göremedi. Hayal gördüğünü sanarak devam etti yoluna. Birkaç adım gittikten sonra yine döndü. Büyük elma ağaçlarının arasına sıkışıp kalmış küçük bir ağacın yanına gelip durdu. Bu ağacın ötekilerden farkı, kızarmış, yanmış ve çok güzel görünen yapraklarını henüz dökmemiş olmasıydı. Solgun yaprakları güneş ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Bir kibrit çaksanız ağaç hemen yanacak gibi kurumuştu. İşte böyle bir ağaçta o elmayı gördü, şaşırıp kaldı ve:

 

– Vay canına! diye mırıldandı.

 

İki yumruk büyüklüğünde, parlak, kızıl bir elmaydı. Bu körpe ağaç belki tek bu meyveyi vermişti. Yaprakların arasına gömülmüş, ince dalını eğmiş öylece, pırıl pırıl duruyordu. Birkaç dakika o harika güzelliği seyretti ve sonra, ayaklarının ucuna basarak uzandı, koparıp aldı o ağır, kızıl topu. Elmanın güzel kokusu başını döndürdü bir anda. Parlak, ince kabuğu güneşi iyice emmiş sulu etini de gösteriyordu. İnsanın hemen dişliyesi geliyordu bu nefis elmayı. Önce onu ikiye bölmek istedi ama hemen sonra bundan vazgeçti. Bu elmayı o kıza verecekti!

 

Onu nasıl hatırlayıvermişti o anda? Şaşılacak bir şeydi birdenbire onu hatırlaması. Niçin hatırlamasın ki? Hep onu, adını bile bilmediği o güzel kızı düşünüyordu zaten. Elmayı ona vermek için cebine atmak istedi. Ama o iri elma sığmadı cebine. Bunun üzerine iş ceketinin astarını üst taraftan söktü ve kızıl topunu attı astarın içine. Elma, sökükten aşağı düşüp etek dibine yerleşti. Bundan sonra da arkadaşlarına yetişmek için koşmaya başladı. Grup yolun kenarında duruyor, boş geçen arabalara biniyorlardı. İsabiekov dürüst davranmaya, bulduğu şeyi arkadaşlarına söylemeye karar verdi:

 

– Çocuklar, ben bir elma buldum ama onu size vermeyeceğim, başka birine ikram edeceğim.

– Hadi neredeymiş o elma?

– İşte, dokunursanız anlarsınız.

– A, ne kadar da büyük!

– Başka birine nasıl verirsin onu? Kimmiş o? Dedi Sırık Aziz.

– Sana ne bundan? dedi İsabiekov.

– Hey bakın, beyimiz bir elma bulmuş.

 

Aziz alaylı bir şekilde İsabiekov’un omuzuna dokundu.

 

– Sululuk etme, bırak o elmayı!

 

Aziz, ceketin eteğini yakalamış, ciddi mi, şaka mı olduğu anlaşılmayan bir tavırla elmayı çıkarmak istiyordu astardan. İsabiekov koluna sertçe vurdu. Aziz geri sıçradı. Öbür çocuklar da gülüştüler.

 

Aynı anda boş bir kamyon gelip durdu yanlarında. Arkadan tırmanıp kamyona doluştular.

 

İsabiekov bu eşsiz elmayı, adını, kimliğini bilmediği o genç kıza vermeye kararlıydı. Onunla sık sık Belediye Kütüphanesi’nde karşılaşıyordu. Sırf onu görmek için şehrin kenarında bulunan Tarım Enstitüsü’nden merkeze kadar yürüyordu. Okuma odasına girip oturuyor, anlaşılmaz bir sezgiyle kızın geleceği anı tam olarak tahmin edebiliyor ve o anı büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla bekliyordu. Bu yüzden, açıp okuduğu kitaptan da bir şey anlamıyordu bazen. Her zaman kapının yanındaki masaya otururdu. Kız eşikten adım atar atmaz başını kaldırıp bakar ve bir an onunla göz göze gelirlerdi. Ona uzun uzun bakmaya cesaret edemezdi İsabiekov. Kız da onun bu halini anlar, hızlı hızlı yürüyerek boş bir yere geçer çantasını masanın üzerine bırakarak aradığı kitabı bulmaya çalışırdı. Belli belirsiz bir gülümseme olurdu dudaklarında. İsabiekov tekrar yanından geçmesini beklerdi o gururlu, serbest ve her zaman zarif olan kıyafetiyle.

 

Kuşkusuz zeki ve kültürlü bir kızdı. Onun böyle olduğunu düşündükçe heyecanlanır ve öyle olmasına sevinirdi. Gurur duyardı onunla, kızın okuma salonunda bulunması onu hem allak-bullak eder, hem de çok sevindirirdi. Göz ucuyla onun pürüzsüz profiline, itinayla taranmış saçlarına, düşünceye dalmışcasına inen kirpiklerine, defterine çabuk çabuk notlar yazan zarif ellerine bakmaktan büyük bir zevk alırdı. Başka bir delikanlı ona uzun uzun baktığı ya da onun masasının üzerine küçük bir not bıraktığı zaman, İsabiekov hemen yumruklarını sıkar, üzerine atılacak gibi olurdu. Buna karşılık, kızın o kağıtları yırtıp atmasına, fısıltılara, gülüşmelere hiç aldırmamasına pek sevinirdi.

 

İsabiekov, kızın, oraya gelenlerin hiçbirinden hoşlanmadığını, ama kendisinden biraz da olsa hoşlandığını düşünüyor, öyle hissediyordu. Kızın kendisine sempati duyduğunu belli edecek hafif bir gülümsemeyi, küçük bir işareti çok, ama pek çok istiyor, yanıp tutuşuyordu. Ama, onunla konuşmak, tanışmak için bir türlü harekete geçemiyordu. Çünkü o çok akıllı ve çok güzel bir kızdı. Kendisi ise yüzlerce ve yüzlerce öğrenciden biri, köy çocuğuydu. Üstelik kıyafetinden de utanıyordu. Üzerinde, asker abisinden kalma ceket, ayağında asker ayakkabısı, bir de asker çantası vardı. Kışın da yine ağabeyinin paltosunu giyerdi.

 

Kız kütüphaneye geç geliyor ve bazen kapanma saatine kadar kalıyordu orada. Gitmek için kitaplarını toplamaya başlar başlamaz, İsabiekov’da çabucak kendi eşyasını toplar, kitapları teslim eder, onu kaçırmamak için ondan evvel çıkardı kütüphaneden. Sonra, kızın yürüyeceği kaldırımın karşısındaki kaldırıma geçer, yoldan gelip geçenlerin arasından onu gözler, izler ve sanki evine gelinceye kadar koruyucusu olurdu. Kızın evi kütüphaneye yakındı. Hemen iki blok ötede, kara cepheli bir binada oturuyordu.

 

Kız evine girdikten sonra, İsabiekov, kaldığı öğrenci yurduna gitmek için şehrin ta ucuna kadar yürürdü. Giderken yol üzerindeki bir parka da uğrardı. Bir dans pisti vardı o parkta. Bazen orada delikanlılar, genç kızların kolunu, belini tutarak dans ederlerdi. Müziğin ritmine uyar, dönerler, konuşurlar ve kızlar gülümserlerdi. Ne kadar güzel oluyorlardı gülümsedikleri zaman! Dans edenler arasında en güzel çifti seçer, onları seyrederdi. Birbirlerini en çok seven çift olarak kabul ederdi onları. Kızın yerine O’nu, kavalyesinin yerine de kendisine koyardı. Kendini bu hayale öyle kaptırırdı ki, dans edenin sevgilisi, kavalyenin de kendisi olduğunu düşünmekle kalmaz, onunla konuşmaya da başlarlardı. Aşağı yukarı şöyle olurdu bu hayalî konuşma:

 

– Biliyor musun, ben kütüphaneye yalnız sizin için gidiyorum.

– Evet, biliyorum. Orada bütün gün beni beklediğinizi de biliyorum.

– Bütün gün sizi düşünüyorum ben: Ders saatlerinde, kantinde, öğrenci yurdunda… Sinemaya gitsem, ekranda neler olduğunu bile görmüyor, anlamıyorum. Sizi düşündüğüm zaman ne kadar mutlu olduğumu bir bilseniz…

– Çok tuhaf, ara sıra ben de sizi düşünüyorum. Ama konuşmak için neden yanıma gelmiyorsunuz?

– Ben böyleyim işte. Kütüphanede sabaha kadar kalsanız, ben de oradan ayrılmam ve hep size bakarım.

– Ya beni başkası götürürse? Onunla çıkarsam?

– Buna izin vermem, siz de izin vermezsiniz, çünkü sizi seviyorum.

– İzin vermeyeceğimi ne biliyorsunuz?

– Size yakışmaz da ondan.

– Ama hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz, nasıl vardınız bu hükme?

– Benim size sonsuz bir güvenim var. Sizi tanıyorum. Saçlarınızın kokusunu, sesinizi hiç duymamış olsam da gülüşünüzü tanırım. Gözlerinize güveniyorum. İyisiniz, güzelsiniz en güzel ve en akıllı kızsınız siz.

– Ama neler söylüyorsunuz… Doğru mu bütün bunlar?

– Evet, doğru.

 

O akşam İsabiekov öğrenci yurduna dönünce elmayı gece masasının çekmecesine bıraktı. Sonra gidip yukarıda ayakkabılarını sildi. Kütüphaneye gitmek için temiz tren pak olmalıydı. Ama koridordaki saate bakınca vaktin çok geç olduğunu anladı.

 

Yatak odasında arkadaşları çoktan derin uykuya dalmıştı. Ama o, karanlıkta, bir aşağı, bir yukarı gitti geldi. Yarın, bu güzel kızıl elmayı o güzel kıza nasıl sunacağını düşünüyordu hep. Onun şaşıracağını ve pek sevineceğini hayal ediyordu. Gerçekten de yılın o döneminde dünyanın hiçbir yerinde bu iyilikte, bu renkte, böylesine güzel kokan bir elma bulunmazdı. Bu elmayı nasıl bulduğunu bütün ayrıntılarıyla anlatacaktı ona: Sonbaharda, eski bahçede, iri elma ağaçlarının arasına gizlenmiş körpe ağacı, onun, akşam güneşinin ışınlarıyla parlayan sarı yapraklarını…

 

Ona, kurduğu hayalleri de anlatacak, onu evine kadar izledikten sonra parktaki dans pistinde, tatlı tatlı konuşarak nasıl dans ettiklerini de söyleyecekti. Herhalde kız da ona gülecek ve: “Ne kadar orijinal!” Diyecekti. Ve bu sözler onun kulağında bir alay sesi gibi değil, bir sevgi bestesi gibi yankılanacaktı. Sonra, hiç kuşkusuz, birlikte sinemaya gideceklerdi. Onun hemen yanı başında olacaktı, yakından koklayacak ve tabii filmi hiç seyretmeyecekti. Ne önemi olurdu filmin öyle bir mutluluk yanında! Ah bir de güzel elbisesi, şehir ayakkabısı olsaydı ne iyi olurdu! Bu asker botlarıyla onun yanında oturmak hiç yakışık almazdı doğrusu. Ama, akıllı bir kızdı o, buna önem vermezdi…

 

İsabiekov işte bu düşüncelerle daldı uykuya. Ama gecenin bilmem hangi saatinde sıçrayarak kalktı yatağından. Rüyasında, Sırık Aziz’in onun kızıl elmasını yediğini görmüştü. Yarı uykulu bir halde ona doğru fırladı. Aziz horul horul uyuyordu. Ötekiler de derin uykudaydılar. Gidip gece dolabına baktı. Karanlıkta elini sokup çekmeceyi yokladı ve rahatladı. Elma yerindeydi: “Orada dur ha!” diye fısıldadı elmaya.

 

Sabahleyin çocuklar pencerelerin vasistaslarını açıp temiz havayı ciğerlerine doldururken ona takılıyorlardı:

 

– Harika bir elman var İsabiekov, mis gibi kokuyor! Eğer onu bir hastaya vereceksen hemen götür, yoksa aziz onu bir lokmada yutar, haberin olsun!

– Ben o işi dün yapacaktım ama yardım etmediniz ki! dedi Aziz.

– Hele bir dene, görürsün başına geleceği! diye tehdit etti onu.

 

Sonra hep birlikte, ayaklarını sürüye sürüye ders salonuna gittiler. Öğretmen derse kısa bir süre ara verdiği zaman İsabiekov birden Aziz’in salonda olmadığını fark etti ve kani beynine sıçradı. Hemen sırasından kalkıp jeoloji öğretmeninin sözünü kesti:

 

– Affedersiniz efendim, benim hemen dışarı çıkmam gerek.

– Ne oluyor size delikanlı? dedi öğretmen.

– Bunu anlatamam efendim, ama ne olur izin verin çıkmama, size yalvarıyorum…

 

Sınıftan fırlayarak çıkan İsabiekov, dershane ile yatakhane arasındaki mesafeyi yumruklarını sıkarak ve koşarak geçti. Aziz yatakhanede değildi. Koşup çekmeceye baktı: Elma yerindeydi. Hem utandı, hem sevindi. O öfkeli koşuştan sonra nefes nefese kalmıştı. Yatağının ucuna oturup biraz dinlenirken mırıldanıyordu: “Affet beni Aziz, affet. Senin için asla kötü düşünmeyeceğim artık!”

 

Akşam üzeri elmayı bir kağıda sarıp koltuğuna sıkıştıran İsabiekov, kütüphanenin yolunu tuttu. Her zamankinden daha erken geldi kütüphaneye ve her zaman olduğu gibi kapının hemen karşısındaki masaya geçip kitaplarını, defterini bıraktı. Öbür masalarda yine her zamanki gibi okuyanlar, fısıldaşanlar vardı. Bazıları kalkıp sigara içmek için çıkıyorlardı. İsabiekov rüyaymış gibi seyrediyordu bu sahneleri. Onun bir beklediği vardı, bekliyordu. Bir kağıda sarılı elma masanın altında, dizlerinin üzerindeydi ve hiç kımıldamadan duruşu da bundandı. Bir buçuk saat kadar vakit geçmiş ve dışarısı kararmaya başlamıştı. Hala gelmiyordu kız. İki saat geçti, yine yok! Üç saat sonra hâlâ yok! O bekliyor ama kız gelmiyordu.

 

Ertesi gün derslerin bitmesini sabırsızlıkla bekledi ve akşam üzeri koltuğunda kızıl elmasıyla yine kütüphanenin yolunu tuttu. Kütüphanede sıkıntıdan patlayacak hale gelerek bekliyordu. Sonunda geldi kız. Onu eşikte görür görmez kalbi güm güm çarpmaya başladı ve sanki kendi kalbinin gümlemesinden sağır olmuştu. Her zamanki gibi belli belirsiz bir gülümseme vardı kızın dudaklarında. Bu defa kız sanki başıyla beklediği işareti de vermişti ve sanki geçerken hafifçe koluna da dokunmuştu. Biraz uzaktaki bir masaya defterini bırakıp, aradığı kitapları almaya gitti.

 

İsabiekov sevinçten sarhoş gibiydi. Yüreği heyecanla çarparak ve eli titreyerek, masanın altında, dizlerinin üzerinde duran o meşhur kızıl elmayı tutuyordu.

 

Kız, aradığı kitabı bularak yerine geldi, hiç kimseye bakmadan, çevresine hiç aldırmadan notlar almaya başladı defterine.

 

İsabiekov bekliyordu. Dakikalar, saatler yine çok uzundu. Bugün hayallerinin gerçekleşebileceği düşüncesiyle yine korku ve sevinci aynı anda hissediyordu. Göz ucuyla onun yanık, saf, pürüzsüz yüzüne, itinayla taranmış saçlarına, düşünceye dalmışcasına inen kirpiklerine, defterine hızlı hızlı notlar alan zarif eline bakıyor ve onun gülümseyişini,”Ne kadar orijinal!” deyişini hayal ediyordu. Böyle bir mutluluk karşısında nefesi kesilecekti. Her şeyi anlatacaktı ona. Bu kızın elmayı tam ısıracağı zaman onu nasıl hatırladığını, nasıl onu düşünmeden edemediğini, hayatta karşılaşacağı iyi ve güzel olan her şeyi onunla paylaşmak, hep onun yanında olmak istediğini, onun da kendisiyle sevinmesini, çünkü iyi ve güzel olanın tadına ancak o yanında olursa varabileceğini…

 

Sokaklarda lambalar yanmaya, kütüphanedeki insanlar yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı. Ama o yerinden kımıldamıyor, İsabiekov da onu bekliyordu. Sonunda kız eşyalarını toplamaya başladı. İsabiekov da notlarını hemen çantasına atarak kağıda sarılı elmayı aldı ve çıktı kütüphaneden. Bu defa öbür kaldırıma geçmedi, hemen çıkış yerinde bekledi. Tabi yine kalbi güm güm çarpıyordu. Ağzı da iyice kurumuş, susamıştı… Ve işte, taş basamaklarda kızın ayak sesleri duyuldu ve kendisi de göründü Fener’in cılız ışığında. Kısa bir manto giymişti, güzeldi, çevikti. Elmayı göğsü üzerinde sımsıkı tutan İsabiekov ona doğru bir adım yaklaştı. Kız, tek kelime söylemeden geçti önünden:

 

– Bikeş[2] diye seslendi İsabiekov.

Kız dönüp baktı:

– Ne Var? Bana bir şey mi söylemek istiyorsunuz?

Kısa bir süre alık alık durdu. Sonra:

– Size şu… Şu elmayı getirdim, diye kekeledi.

– Elma mı? Amma da iş ha! Benim hiç elma yemediğimi mi sanıyorsunuz?

– Yoo, mesele o değil… Ben onu şeyde buldum…

– Ne olmuş yani? Benden ne istediğinizi anlamıyorum! dedi kız sinirlenerek. Ve sonra, onun yüzüne bile bakmadan hızlı adımlarla uzaklaştı oradan.

 

Kız, onun kızıl elmasından uzaklaşıyordu…

 

İsabiekov allak-bullak oldu. O eşsiz hazinesini elinde tutarak bir süre kızın ardından baktı. Ne olup bittiğini anlayamıyordu bile. O kızılelmanın çevresinde kurduğu harikalar dünyası birdenbire yıkılmış, yok olup gitmişti.

 

Bitikti, perişandı. Ayağını sürüye sürüye öğrenci yurduna doğru yürümeye başladı. Sonra birden elindeki elmayı vargücüyle karanlığa fırlattı. Elma bir duvara çarparak sert bir ses çıkardı.

 

Sarhoş gibi şosenin ortasında yürüyordu. Tek tük geçen arabalar da ona çarpmamak için yanından yavaşça geçiyorlardı.

 

İsabiekov daha sonra başka kızlarla da tanıştı. Ama onların hiçbirine bir kızıl elma sunmak geçmedi içinden. Kızlar da böyle bir şey istemiyorlardı zaten…

 

Bununla beraber, hayatı boyunca, bir kadından ısrarla, inatla ve içinden gelerek bir kızıl elma istemiş durmuştu. Bu, onun karısı Sabira idi. İşte şimdi, sonbahar bahçesinin çiti yanında otururken onu düşünüyordu.

 

İsabiekov ve kızı Anara eve geç döndüler. Karanlık çabuk bastırdı. Önlerinde şehrin ışıkları parlamaya başlamıştı. Araba, savrulan yapraklarla dolu yolda pek yavaş ilerliyordu.

 

İsabiekov bir sigara çıkardı, çakmağını çaktı ve işte o zaman Anara’nın elindeki kızıl elmayı gördü:

 

– Aa daha yemedin mi o elmayı?

– Hayır, anneme sakladım, dedi küçük kız hafif bir sesle.

– Annene mi?

 

Yakıcı bir toprak Boğazını tıkanmış gibiydi. Devam etti:

 

– Haklısın, onu annene götürelim.

 

Başka hiçbir şey konuşmadılar. İsabiekov kızını düşündü. Besbelli her şeyi anlıyordu çocuk. Keşke hep böyle kalsa, keşke onun kızıl elmasını hiç reddetmese…

 

İsabiekov mektubu yazamamıştı. Sabahleyin o henüz uyurken, Anara, babasının çalışma masasında Moskova’ya çekilmek üzere yazılmış bir telgraf gördü: “Sabira, biz geliyoruz” diyordu telgrafta. Küçük kız kalemi eline aldı ve ince bir yazıyla şunları ekledi: “Anne, bizi karşılamaya gel, sana bir kızıl elma getiriyoruz.”

 

s.8-28

 

[1] Uryuk: Yabani zerdali ağacı.

[2] Bikeş (Kırgızca): Genç kız. Fransızcadaki ‘mademoiselle’, İngilizcedeki ‘miss’ deyiminin karşılığı

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız