Karakolluk Bir Öykü Kan Damlası
Türk yazınına roman, öykü, şiir ve tiyatro yapıtlarıyla katkıda bulunan Mehmet Rauf, 12 Ağustos 1875 – 23 Aralık 1931 yılları arasında yaşadı.
Girit’in Suda limanında demirli eğitim gemisinde, teğmen olarak Türk Ordusuna hizmet etmeye başlayan ve yıllar sonra kolağası rütbesindeyken orduyla ilişkisinin kesilmesine neden olan yazıya ilgisi çocukluk çağında başladı.
Kan Damlası, yürekli tür denemelerine karakolluk bir öykü olarak eklediği Define romanından sonra sonra yazdığı dizinin ikinci betiği. Karakolluk türünün ilk betiğinden önce yazdığı, Türk yazınında ilk tincil roman olarak kabul edilen Eylül (1899), yazarın da ilk yapıtıdır.
Sırasıyla, Ferdâ-yı Garâm (1913), Genç Kız Kalbi (1914), Karanfil ve Yasemin (1924), Böğürtlen (1926), Define (1927), Son Yıldız (1927), Cerîha (1927), Kan Damlası (1928), Halâs (1929) romanlarını yazan Mehmet Rauf, genellikle aşk temelli anlatımları önceler.
KAN DAMLASI’ndan
Gerçekten de böyle oldu. Gece yarısını iki saat kadar geçmiş, geçmemişti. Hayret saklandığı köşeden gözleri o bodrum kapısına kilitlenmiş, heyecandan yorgun, birden orada bir gölgenin kımıldadığını gördü. Gölge ikileşti, üçleşti. Üçü birden asıl köşkün kapısına yönelerek dikkatle ilerlemeye başladı.
Tam bodrum kapısıyla köşk kapısının orta yerine geliyorlardı. Hayret heyecandan yüreği göğsünün kemiklerini dağıtacak kadar şiddetle çarparak onların adımını sayıyor, eli elektrik düğmesinin üzerinde heyecanla oynuyordu. Bir adım, bir adım daha… Bodrumdan yeterince uzaklaştılar. Her ne kadar adamların ikisini oraya pek yakın koymuş ve dönerek kaçmalarına mani her tedbiri almışsa da, uşakların çevikliğine, işgüzarlığına pek güvenmediğinden, biraz daha, biraz daha ilerlesinler diye çırpınıyor, çarpınıyordu.
Nihayet, parmakları elektrik düğmesini tek, keskin bir hareketle çevirdi. Meydan, âni bir güneş huzmesiyle yıkandı, dört taraftan uşaklar, polisler, kiminde revolver, kiminde sopa fırladılar. Kendisi de revolveri elinde atıldı.
Ortada kısa bir boğuşma, yırtıcı bir itişme oldu. öyle ki Hayret yanlarına gidinceye kadar köşkün adamları canileri tutmuşlar, bağlamışlar, kımıldamaya, kaçmaya güçleri yetmez bir vaziyete getirmişlerdi.
Şimdi bütün köşk halkı, hatta dadıya varıncaya kadar herkes ansızın yanan lambalar, bahçede işitilen seslerle uyanarak yataklarından fırlamış, olay yerine koşmuşlardı. Şakir Feyzi pijamasıyla bunların en önünde bulunuyordu. Ateşli bir hamle ile atılmış, Hayret’in yüzünü gözünü hararetle öpüyor, tebrik ediyor. Gözleri yaşlı yaşlı “Bizi kurtardınız, hepimiz hayatımızı size borçluyuz…” diye teşekkür ediyordu. Hayret doktoru sürükleyerek “Aman telefona koşalım.” dedi.
Şimdi telefon başında idiler. Tarabya Karakolu’nu buldular. Hayret ağzı telefonda “Alo, sen misin Mıstık?” diye sordu.
Muavin uykulu bir sesle cevap verdi, Hayret derin bir neşe ile ötüyordu:
– İş oldu azizim. Herifler, üç kişi elleri ayakları bağlı, yerde bir kaz halinde yatıyorlar. Sen hemen buraya sek… Hele bir ifadelerini alalım.
Telefonda muavinin şevk ve neşe naraları çınlıyordu.
Tarabya muavini Hayret’in daveti üzerine bir çeyrek sonra köşke gelmiş, haydutları köşkün aşağı kat salonlarından birinde Şakir Feyzi de bulunduğu halde sorgulamışlar,
fakat karşılarında kolaylıkla ifade verecek yumuşak adamlar değil, bilakis çetin, inatçı, çelik parçaları bulunduğunu görmüşlerdi.
Yarım saat kadar süren bu ilk sorguda sadra şifa verecek bir bilgi alamadıklarını görünce Hayret muavini bir köşeye çekerek dedi ki:
– Şimdi bu herifleri bırakalım da çilek tarlasında bir görünelim. Anlaşılan elebaşları gelmemiş. Ya kulübede bulacağız, yahut sıvıştı, gitti. Doktor beyin tarifine göre o
Hüsrev olacak herif işin içinde ise -ki öyle olduğuna ben eminim-onu ele geçirmekte çok zorluk çekeceğiz gibi görüyorum. Onun için vakit kaybetmeden koşalım.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa