Çalıkuşu
İlk kez 1986 yılında yönetmenliğini Osman Fahri Seden’in yaptığı televizyon dizisi ile izleyiciyle buluşan Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin’in 1922’de yazdığı ancak roman olarak 1937 yılında yayımlanan öyküsüdür.
Daha önce 1966 yılında, Kemal film adına, yine Osman F. Seden tarafından çekilen sinema filminden sonra siyah beyaz televizyon yayını döneminde, yedi bölüm olarak yayınlanan dizinin yapımını da TRT Kurumu üstlendi. Televizyon yayınıyla birlikte Reşat Nuri Güntekin’in bu romanının etki alanı Türkiye sınırlarını aştı.
Sovyetler Birliği döneminde, Türkiye’nin geri kalmışlığı yaymacasına dayanak olması için televizyonlarda gösterilen Çalıkuşu, özellikle Türk soylu halk üzerinde tersi bir etki yaratmış olması ve Türkiye’ye karşı ilginin içten içe artmasının yolunu açmasıyla da bir başka öneme sahip.
ÇALIKUŞU'ndan
Yolda, onlar hemen hemen kucak kucağa yürüyorlardı. Karşıdan iki balıkçının geldiğini görerek ayrıldılar. Hemen hiç konuşmuyorlardı. Yan yana yürümek saadeti onları sarhoş ediyordu.
On sene evvel Feride’yi burada ilk gördüğü bağ yoluna geldikleri vakit Kâmran, onu hafifçe omuzlarından tuttu:
– Sen burasını belki hatırlamazsın, Feride, dedi. Genç kız, yolun derinliklerine dikkatle bakarak gülümsüyordu.
– Bu bakışta manalar var, demek hatırlıyorsun? Feride hafifçe içini çekti, bir eski hülyaya gülümser gibi derin, dalgın bir nazarla Kâmran’ın yüzüne baktı:
– O dakikada ne kadar sevinmişim, unutur muyum hiç? dedi.
Genç adam, bu başın çevrilmemesi, bu gözlerin gözlerinden ayrılmaması için onu çenesinden tuttu, ağır, derin bir sesle:
– Feride, dedi. Bizim bütün sergüzeştlerimiz burada başlıyor. Beni dinle, öyle görüyorum ki, bu gözler artık beni anlayabilecek kadar ıstırap çekmiş ve düşünmüş. Seni sevmeye başladığım vakit; gülmeden, eğlenmeden başka bir şey düşünmeyen hafif, yaramaz bir kız çocuğu, ışık gibi, ses gibi elde durmasına imkân olmayan bir Çalıkuşu’ydun. Sana karşı derin bir zaafım vardı. Her sabah uyandığım vakit, aşkımı kalbimde biraz daha büyümüş buluyordum. Bu derin zaaf, beni hem utandırıyor, hem korkutuyordu.
Zaman zaman öyle bakışların, öyle sözlerin vardı ki, kalbimi derin ümitlerle çırpındırıyordu. Fakat sen, çabuk değişiyordun. Bu gülen, eğlenen çocuk gözlerinin içinde uyanan nazik, hassas genç kız ruhunun görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. “Bir çocuk, beni mümkün değil anlamayacak, hayatımı kıracak…” diyordum. Hayatını, gönlünü bu kadar derin bir vefa ile bana vakfedeceğini ümit edemiyordum. Sen, belki beni görünce; uçan rengini, titremeye başlayan bu güzel dudaklarını saklamak için benden kaçıyordun. Ben, bunu bir Çalıkuşu hafifliği sanarak kendimi yiyip bitiriyordum. Söyle bana Feride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar ince bir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresine saklamıştın?…
Kâmran, bir dakika sustu. Sonra beyaz nazik şakaklarında ince ter damlalarıyla başını eğerek daha yavaş bir sesle devam etti:
– Derdim bu kadarla da kalmıyordu, Feride. Seni kendi kendimden, hayatımdan, muhtelif saadetlerini birbirinden kıskanıyordum. Dünyada zamanla yıpranmayan, kuvvetini kaybetmeyen hiçbir his yok. “Ya bir zaman sonra Feride’yi bu kadar sevemezsem, ya bu leziz, nadide tahassürü kaybedersem?” diyordum. O vakit, yan yana bitmesinden korkulan ışıkları nasıl söndürürlerse ben de öyle yapıyor, hayalini gözlerimden uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir. Feride, insan, onu daima koklarsa, bir zaman sonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bunun ilacı, bir zaman kendini ondan mahrum etmektir. Hatta bazen -sırf o eski güzel kokuyu yeniden bulmak hırsıyla- herhangi bir kokuyu, mesela bir manasız “Sarı Çiçeği” yüzüne yaklaştırır. Bu ot, güzel kokusu için bazen mihnete de uğrar, insanlar, onu parmaklarının arasında örseler, hırpalarlar. Feride, seni bu ıstıraptan derinleşmiş gözlerin, mahzun düşüncelerden yorulmuş güzel yüzünle ben, bu hırpalandıkça kokusu artan çiçeklere benzetiyorum. Beni anlıyorsun, değil mi? Çünkü artık, gözlerin gülmüyor, benim bu manasız gibi görünen sözlerimle eğlenmiyorsun.
Feride, uyumaya hazırlanan bir çocuk gibi, kirpiklerinde yaş damlaları titreyen gözlerini kapıyordu. Bu heyecanlı yorgunluklardan öyle bitap düşmüştü ki, dizleri kesiliyor, vücudunun bütün ağırlığını Kâmran’ın kollarına bırakıyordu. Bir rüya içinde, hemen hemen yalnız dudaklarının hareketiyle:
– Görüyorsun artık, Çalıkuşu müebbeden öldü, dedi. Genç adam, başını daha ziyade yaklaştırdı, aynı hafif ses:
– Ziyanı yok, ben Çalıkuşu’nun bütün aşkını bir başkasına, Gülbeşeker’e verdim, dedi.
Kâmran, kollarında gittikçe ağırlaşan bu bitap genç vücudun birdenbire canlandığını, bir hayal titreyişiyle kıvrandığını hissetti:
– Kâmran, onu söyleme, yalvarırım sana.
Hâlâ Kâmran’ın göğsünde duran başını biraz arkaya atmış, yüzünü ona çevirmişti. Kesik, donuk nefesleriyle titreyen gerdanının damarları morarıyor, yüzünde, gözlerinde, kızıltılar uçuyordu.
Kâmran, haris bir inatla tekrar etti:
Feride, bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi, genç adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında toplanmış boynunu uzattı.
Bir dakika sonra ayrılmışlardı. Feride, uzun bir susuzluktan sonra berrak bir dereden kana kana su içen bir kuş gibi canlanıyor, ayağını yere vurup yüzünü göstermemek için bir yandan bir yana çevirerek:
– Ne ayıp, Yarabbi, ne ayıp! Sen sebep oldun vallahi, sen sebep oldun, diye hırçınlaşıyordu.
Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa