Türk Gölü Akdeniz
Akdenizin yazarı diyebileceğimiz Halikarnas Balıkçısı, yapıtlarını öykü anlatıcılığı ya da roman yazarlığı gibi kalıplara sığmayan bir biçemle yazar. Betiklerinde, adalar denizinin kara parçalarında yürüyen, bulutlara şöyle bir uzanıp merhaba diyen, Garp Ocaklarının engin kıyılarında, Libya’da, Cezayir’de, Tunus’ta Türk Gölünün iyesi gururuyla dolaşan tinsel coşkuyu, alabildiğince duyumsatır, okurlarına.
Yeri gelir, batı dayatmasıyla yanlış olduğu biline biline doğrunun yerine sokulmaya çalışılan kavramları, yer, yurt adlarını düzeltmeyi görev edinir; yeri gelir, söylence durumunda kulaktan kulağa yayılan öykülerin, anlatımların gerçek yanlarını görünür kılar.
Tarihin ters yüz edilmesine; geçmişin yalan yanlış anlatımına karşı duran bilgileri, roman yazdığına aldırış etmeksizin bir tarihçi duyarlılığıyla, nesnel bir anlatımla yazılarının içine katıverir; Kıbrıs’ın nasıl Türk adası olduğunu açık açık anlatır sözgelimi: “Venedik, Yarın San Marko cumhuriyetinin o sahtekar yüzünden maskeyi düşüren iki hadise oldu. Adriyatik denizinde bir savaş gemisi ve Mısır yolunda bir ticaret gemisi yok olmuşlardı. Birkaç gün sonra savaş gemisinin Venedik amirali Pietro Zeno kumandasındaki bir filo tarafından batırıldığı ticaret gemisinin de Maltız gemileri tarafından ele geçirilerek yükünün ve tayfasının Kıbrıs pazarlarında satıldığı anlaşıldı. Türk hükümeti Venedik’e bir elçi gönderilerek artık yaptığını inkara imkan bulunmayan Venedik Cumhuriyetini tarziye ve tazminat ve amillerine de on yıl sürgün cezası vermeye zorladı. Bu surette harp tehlikesi biraz daha sonlara tahrik edilmiş oldu. çünkü Bu herifler artık bu yoldaki cinayetlere alışmıştılar. Farkına varılmayacağına emin olarak yaptıkları tecavüzlerin farkına varıldı; ve bunu neticesi Türkiye hükümeti daha sert davranmak zorunda kaldı. Türkiye Kıbrıs adasının kayıtsız şartsız Türkiye’ye terkini istedi bunun neticesi siyasi münasebetler tambura telleri gibi gerildi ve sonunda koptu.”
Eskiden diye başlayan tümceler, özlem, saygı, acınma, yerinme gibi onlarca sözle birlikte geçmişin güzelliklerine övgüyle biter. Güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı beceren dingin ama dinç tinler, iyilikle kötülüğü ve egemen çirkinliği geride bıraktıklarında, yarattıkları yeni güzellikleri geleceğe kalıt bırakırlar.
Kimileyin bir çift söz, derin bir koşuk, duygulu bir şarkı, kimileyin çelebice bir bakış, yiğitçe bir tavır, dirençli bir kaygı, zamanları aşar, iz bırakacak yeni sahipler arar ve mutlaka karşılık bulur.
Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı, adıyla başlayan ve belki kendince sıradan olan ilginç bir yaşamı zaman içinde tüketirken, eskiden olan biten ne varsa gelecek için saklayan bir çabanın içinde olmuş.
Ona gebeyken annesinin düşüne giren Musa yalvacın adıyla başlayan, soyunun sopunun tüm görkemli açıklığıyla ona aktarılan adlarla birlikte 1890-1973 yılları arsında soluk almış, ömrünce süren çabasıyla yurdunun dayancı, yurttaşının kıvancı olmuş.
Halikarnas Balıkçısı adına, aidiyet vurgusunu pekiştiren bir ince düşünceyi yerleştiren Cevat Şakir Kabaağaçlı, tüm yapıtlarında, Türk kavramını var eden değerlerin izlerini, bıkmadan usanmadan, eller ne der ezikliğine düşmeden ince ince, açık açık anlatır.
Uluç Reis, Hızır Reis, Turgut Reis zincirinin üçüncü belirgin halkası. Birbirinin hem çırağı hem yoldaşı olan bu üç büyük reis, yanlarındaki onlarca Türk denizci korsanlarına ufuk çizen, yol gösteren reisler. Birbirlerini tamamlayan bu kutlu reisler çağında Uluç Reis, ya da diğer adıyla Kılıç Ali Paşa, Halikarnas Balıkçısı’nın Akdenizinde, tüm varlığıyla şan alıp şan veren bir Türk denizcisi.
Yazarlığın ötesine geçen bu düşün adamının, Akdeniz’in nasıl ve kimlerce Türk Gölü durumuna getirildiğini, karşıtların belgelerindeki bilgilerle; yaşamı boyunca araştırdığı, didik didik ettiği, gün yüzüne çıkardığı doğrularla yazdığı bir belge-roman, Uluç Reis.
Öykünün geçtiği dönem, Vendiklilerin, İspanyolların, Portekizlilerin, Papalık güçleriynen birlikte tüm batının desteğiyle oluşmuş korsan donanmalarının Akdeniz’de cirit attığı, geleni geçeni haraca kestiği, kıyılardaki Türk ve Müslüman yurtlarını talan ettikleri; Hristiyan anlayışının bir ürünü olan “Engizisyon Mahkkemeleri” eliyle Endülüs Müslümanlarını, Saferat Musevilerini katliama, soykırıma uğrattıkları; kedi dinlerinin farklı mezheplerine bile yaşam hakkı tanımadıkları karanlık yıllar.
Tarihin her döneminde olduğu gibi bu karanlığı da yırtmayı görev edinen, zora karşı direnen, Müslümanı, Musevisi demeden insanlığın yanında olanlar yine Türkler. Önce denizleri, onun göğünü, yelini, boranını; denizden gelen saldırıları, saldırganları öğrenip ardından denizciliğin temellerini oluşturacak çözüm yollarını ortaya koyan Türkler.
Osmanlı Sarayının kimileyin sahiplendiği, kimileyin başınızın çaresine bakın diyerek görmezden geldiği bir avuç Türk’ün kurduğu “Garp Ocakları”, Akdeniz’i, nasıl “Türk Gölü” adıyla anılır kıldının öyküsünü anlatıyor Cevat Şakir Kabaağaçlı, Uluç Reis romanıyla.
ULUÇ REİS‘den…
Sen Severa liman şehrinin yamacındaki küçük manastırın ihtiyar Fransız papazı Fra Bernardo, oranın Santa Mariya Majjiyore kilisesinin aksakallı papazı Don Jeronima ile beraber, manastırın çiçekli çardağının altına oturarak denizi seyrediyor ve dertleşiyorlardı. Fra Bernardo fizyoloji ve botanik gibi konularla uğraşan bir adamdı. Don Jeronimo ise kilisenin konfesorü idi (yani günah işleyenlerin günahlarını çıkaran papaz). Don Jeronima aksakalını sıvazlaya sıvazlaya Fra Bernardo’ya:
– Ah bilemezsin, kardeşim Bernardo; bana itiraf edilen günahları kimseye söylememekliğim lazım. Fakat dayanamıyorum. Sizden de herhalde laf çıkmaz; zaten hemen hemen elli seneden beri arkadaşız. Korsanlar, bugün yaptıkları gibi, her ne zaman şehre akın ederlerse konfesiyonal (günahların itiraf edildiği kafesli yer) hiç olmazsa bir ay için akşama kadar, arı kovanı gibi dolar, boşanır. Gelenlerin Hepsi de kadındır; hepsinin de itiraf ettikleri günahlar aynı günahtır. Mesela korsanlar geldi -Allah belalarını versin gelirler a. Sonra bu herifler erkek . Eh olurlar a. Zaten insan dediğin ya erkek, ya kadın olur- dilim söylemeye varmıyor; nelerin olup bittiğini sen anlıyorsun değil mi?
Fra Bernardo hoşmeşrep bir ihtiyardı. Papazın sözünü burada bir gülüşle kesti ve:
-Hele şu ifşa etmediğin sırra bak. Korsanlar gelince, sanki hemen hemen her evde, her çalı dibinde, körü körüne parmağım gözüne diye açıkça işlenen suçları görmemem için tamamen kör hatta tamamen de sağır olmaklığım lazım gelir, dedi.
Öteki:
– Pekala öyleyse! günah çıkarıcı sıfatıyla bana da durmamacasına günah çıkarmak düşüyor. Günahlarının kefareti olarak ne ceza verebilirim? Onlara on bin kere Ave Mariya, on bin kere de Pater Noster dualarını okumalarını emrediyorum. Fakat İşin garibi şu ki, neredeyse günah işlemeden bu duaların onar birini berveçhipeşin okuyacaklar; sonra da “Günahın kefaretini bize önceden ödedik, gel keyfim gel! Artık gelsin günah! deyip çıkacaklar. Hep kendilerine tecavüz edildiğinden bahsediyorlar; fakat asıl tuhafı, tecavüze uğramalarını dört gözle bekliyorlar. Başka bir şey de var: Gövdelerinde taşıdıkları çocukları, şimdiden kendi kocalarının çocuklarıymış gibi seveceklerini söylüyorlar, dedi.
Fra Bernardo:
-Sana şaşarım kardeşim. Kendi çocukları değil de “Ruhul Kudüs”ün çocukları mı yoksa? Elbette kendi çocukları, dedi…
(Bu pasaj birçok batı yazarlarının ve bunların arasında Klod Farrer’in “Akdeniz” adlı kitabında rastgelen şu cümlelerden mülhemdir: “Fransa’nın, İspanya’nın, İtalya’nın Akdeniz kıyılarında, Yakınşark’ın çok badem gözlülerine rastgelinir. Akdeniz ırkları çok karışmıştır. Fakat bu hale asıl Yakınşark korsanlarının sebebiyet vermiş olduklarına dair kuvvetli vesikalar vardır.”)
Okur Görüşlerine Açık Sayfa