Halikarnaslı Turgutça
Eskiden diye başlayan tümceler, özlem, saygı, acınma, yerinme gibi onlarca sözle birlikte geçmişin güzelliklerine övgüyle biter. Güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı beceren dingin ama dinç ruhlar, iyilikle kötülüğü ve egemen çirkinliği geride bıraktıklarında, yarattıkları yeni güzellikleri geleceğe kalıt bırakırlar.
Kimileyin bir çift söz, derin bir koşuk, duygulu bir şarkı, kimileyin çelebice bir bakış, yiğitçe bir tavır, dirençli bir kaygı, zamanları aşar, iz bırakacak yeni sahipler arar ve mutlaka karşılık bulur.
Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı, adıyla başlayan ve belki kendince sıradan olan ilginç bir yaşamı zaman içinde tüketirken, eskiden olan biten ne varsa gelecek için saklayan bir çabanın içinde olmuş.
Ona gebeyken annesinin düşüne giren Musa Peygamberin adıyla başlayan, soyunun sopunun tüm görkemli açıklığıyla ona aktarılan adlarla birlikte 1890-1973 yılları arsında soluk almış, ömrünce süren çabasıyla yurdunun dayancı, yurttaşının kıvancı olmuş.
Halikarnas Balıkçısı adına, bağlılık vurgusunu pekiştiren bir güzel düşünceyi yerleştiren Cevat Şakir Kabaağaçlı, tüm yapıtlarında, Türk kavramını var eden değerlerin izlerini, bıkmadan usanmadan, eller ne der ezikliğine düşmeden ince ince, açık açık anlatır.
Turgut Reis, yazarlığın ötesine geçen bu düşün adamının, Akdeniz’in nasıl ve kimlerce Türk Gölü durumuna getirildiğini, karşıtların belgelerindeki bilgilerle; yaşamı boyunca araştırdığı, didik didik ettiği, gün yüzüne çıkardığı doğrularla yazdığı bir belge-roman.
Osmanlı’nın Barbaros Hayrettin Paşa adını verdiği, Donanma Komutanlığı ile onurlandırdığı Hızır Reis’le başlayan, zalime ve zulme karşı direnişi yeni bir yaşam biçimi haline getiren, Akdeniz kıyılarını yurt tutmuş Türkmen yörüklerinin gözüpek çocuklarıyla süren, kutlu öykünün küçük bir kesiti “Turgut Reis”.
Öykünün geçtiği dönem, Vendiklilerin, İspanyolların, Portekizlilerin, Papalık güçleriynen birlikte tüm batının desteğiyle oluşmuş korsan donanmalarının Akdeniz’de cirit attığı, geleni geçeni haraca kestiği, kıyılardaki Türk ve Müslüman yurtlarını talan ettikleri; Hristiyan anlayışının bir ürünü olan “Engizisyon Mahkkemeleri” eliyle Endülüs Müslümanlarını, Saferat Musevilerini katliama, soykırıma uğrattıkları; kedi dinlerinin farklı mezheplerine bile yaşam hakkı tanımadıkları karanlık yıllar.
Tarihin her döneminde olduğu gibi bu karanlığı da yırtmayı görev edinen, zora karşı direnen, Müslümanı, Musevisi demeden insanlığın yanında olanlar yine Türkler. Önce denizleri, onun göğünü, yelini, boranını; denizden gelen saldırıları, saldırganları öğrenip ardından denizciliğin temellerini oluşturacak çözüm yollarını ortaya koyan Türkler.
Osmanlı Sarayının kimileyin sahiplendiği, kimileyin başınızın çaresine bakın diyerek görmezden geldiği bir avuç Türk’ün kurduğu “Garp Ocakları”, Hızır Reis ile başlayan Turgut Reis’in ardından Uluç Reis ile süregiden, Akdeniz’i, nasıl “Türk Gölü” adıyla anılır kıldının öyküsü “Turgut Reis”.
TURGUT REİS'den...
Neydi o günler? Hızır Reis’in karada ve denizdeki başarıları yalnız Tlemsen hâkiminin değil fakat Tunus hükümdarının da düşmanlığını kışkırtmıştı. Bu hal o zamanın en kuvvetli devleti olan İspanya’nın pek işine yarıyordu. Hızır Reis, İspanya’nın hücumuna uğrayacağını pekâlâ biliyordu. Kendisine o kadar canla başla yâr olmuş olan Cezayir halkının hiç rahat yüzü göremeyeceğini sezmişti.
Halkı bir gün dâvet etmiş ve onlara “Ey ahali biz sizin memleketinize gelerek kalenizi tamir ettirdik ve ona yeniden dört yüz top koyarak kuvvetlendirdik. Bununla beraber rahatınızı da kaçırdık. İşte bu hal bize büyük bir üzüntü oluyor. Düşmanlar bize kızıyorlar hınçlarını sizi mahvederek almaya çalışacaklardır. Biz sizin mahvınıza sebep olmak istemeyiz. Onun için ayrılıp gitmeye karar verdik” demişti. Halk bir ağızdan kendisini bırakmayacaklarını bağırmışlardı. O zaman Hızır Reis, “Ben bir şartla burada kalmaya kabul ederim. Türk Devletini devletiniz sayacaksınız. Bugünden itibaren onun namına sikke kestirip hutbe okutacağım” demişti. Bu teklif memnuniyetle kabul edilmişti. Yavuz Sultan Selim’e haber salınmıştı. O da Hızır Reis’e Cezayir emâretini bahşetmişti.
İşte bu sıralarda kendisi, Sicilya, İtalya, Güney Fransa kıyılarını yalnız haritalarda değil fakat teker teker ve taş taş gezip tanımıştı. Bu seferlerin birinde zapt ettiği bir gemide, Sen Jan şövalyelerinden Jan Parizo dö Lavaet’i esir edip forsalık ettirmişti.
Sonradan işitmişlerdi. İmparator Beşinci Şarl, doğrudan doğruya Cenova Dükası Andrea Dorya’yı çağırmış ve Hızır Reis’in ölü veyahut diri yakalanması işini ona havale etmişti. Hatta Kral, Adriana’dan bu işi göreceğini hemen vaat etmesini istemişti. Andrea hemen söz verecek adamlardan değildi. Ne var ki birtakım prensesler vesair madamların karşısında, kralın yaptığı teklife tereddütle cevap vermenin yakışık olmayacağını düşünmüş ve Hızır’ı yakalayacağını vaat etmişti.
Lakin Andrea Dorya Hızır’ı aramaya çıkacağına, bilakis Hızır Reis, Dorya’nın vermiş olduğu sözü işitince hemen onu aramaya çıkmıştı. Dorya hep kaçmıştı. Hatta bir defasında yakalanmamak için Cebelitarık’tan Okyanus’a çıkmıştı. Böylece seneler geçti. Yavuz Sultan Selim öldükten sonra tahta Kanuni Sultan Süleyman geçmişti. Onun Rodos’u zapt etmek için hazırlıklar yapmakta olduğunu duymuşlardı. Gelgelerim Cezayir’den ayrılamıyorlardı. Çünkü Cezayir’den ayrılınca o kıyılar müdafasız kalacak ve İspanyol hücumuna maruz kalacaklardı.
Hızır da kendisi de ve bütün Anadolu kıyıları da o Sen Jan şövalyelerinden neler çekmemişlerdi? İşte Rodos Adası. Türkiye’nin başlıca iç ticareti deniz yolu İstanbul Mısır hattını tam ortasından kesiyordu. Rodos’un zaptına iştirak etmiş bir çok delikanlılar o iş bittikten sonra cezayir’e gelmişler ve anlatmışlardı. Yedi yüz gemilik filo ilk önce Harki ve Piskipi adalarını işgal etmişlerdi. O adalar işte ilk deniz muharebelerinde kendi eliyle ateşlemiş olduğu topların gürültüleriyle yankılanmışlardı. Sonra donanma, Rodos’un Triyanda limanına yanaşmış ve karaya asker çıkarmıştı. O zaman kalenin kumandanı yani “Grand maitre”i Villiers de L’isle Adam idi. O kaleyi zapt ederken, Türkler, tarihte ilk defa kale bedenlerine doğru toprak sürme hususundaki icatlarını tatbik etmişlerdi. Bundan başka ilk defa kumbara (hambire) kullanmışlardı. Toprak sürüldükçe toplar duvarlara yanaştırıyorlardı.
Bunları duydukça Turgut Reis, Hızır’a, biz burada ne bekleriz? Bizim de yardımımız dokunsun, gidelim demişti. Fakat Hızır, dur heleTurgutça. Onlar nasıl olsa alacaklar. Biz burada kaldıkça Rodos şövalyelerine imdat gitmesine mani oluyoruz. Bu itibarla burada kalmakla Rodos’un zaptına oraya gitmekten daha büyük bir yardımda bulunuyoruz. Hem biz gidersek İspanyollar buralarını zapt ederler demişti. İşte o sıralarda Türkler İstanköy adasını ve kendi vatanı Halikarnas’ı zapt etmişlerdi.
Rodos’un zaptından çok zaman geçmeden Kanuni Sultan Süleyman Hızır Reisi İstanbul’a çağırmıştı. Hızır Reis de, güvendiği korsanların on sekizini yanına alıp İstanbul’a gitmişti… Turgut’a sen gelme çünkü sen gelirsen burada kim kalır? Bu İspanyolların, Fransızların ve italyanların ancak sen hakkından gelebilirsin, demişti. Turgutça İstanbul’a gelmek isteğinden değil fakat Hızır’dan ayrıldığı için üzülmüştü.
Sonradan işittiğine göre, Hızır Reis’le on sekiz korsan, “âdâbı mülûkâneden” çakmaz denizciler olduklarından dolayı, Sultan’ın huzuruna çıkmazdan önce, onlara nasıl çıkacaklarını, nasıl diz bükeceklereini ve el öpeceklerini öğretmişlerdi.
Hızır Reis, bu talimlerin kendisine, kendisinden on misli daha kuvvetli bir düşmanla çarpışmaktan daha zor geldiğini söylemişti. İşte bu İstanbul’u ziyareti sırasında Sultan Süleyman, Hızır Reis’e “Hayrettin” adını takmıştı. O zaman kendisi (Turgut), kendisini hiç değiştirmeyeceğini ve ölünceye kadar anı sanı ile Çoban Veli’nin oğlu Turgutça kalacağını düşünmüştü.
Bu ziyaretten çok geçmeden eski Hızır Reis, Barbaros Hayrettin Paşa adile ilk önce Cezayir Beylerbeyi, sonra da, İtalya sularında Andrea Dorya’yı fena halde kovaladıktan sonra, Barbaros Hayrettin Paşa namıyla kaptanı derya tayin edilmiştir.
Barbaros Hayrettin Paşa, Dorya’yı kovalarken, Turgutça da İspanya kıyılarını yakıyor ve oradaki Müslüman halkını Afrika’ya taşıyordu. Çünkü İspanya’da Müslümanlara karşı yapılan zulüm, bir aralık gevşedikten sonra, Türklerin Avusturya’ya harp açması üzerine gene şiddetlenmişti. Hatta Almeriya’nın kuzeyindeki Sierre Nevada dağlarının eteklerine arkalarını vermiş olan Müslümanlar, çoluk çocuklarıyla beraber hayatlarını kurtarmak için savaşmağa koyulmuşlardı.
Barbaros Hayrettin Paşa, Andrea Dorya’nın peşini bırakmadığı için, oradaki Müslümanların imdatlarına yetişmesini, Turgut Reis’ten rica etmişti. Turgut da otuz altı parça savaş gemisi alarak Endülüs yakasına varmıştı. İlk seferinde karaya bin kişi çıkarıp ve başlarına geçip kırk elli kilometre içeriye doğru girmişti. Hatta Sierra Neveda dağlarının yüksek bir zirvesinden Granata şehrini görmüştü. Ne savaşlardı onlar!…
Okur Görüşlerine Açık Sayfa