Preloader image
İÇİNDEKİLER

Bellek, Elma ve Bursa Bıçağı

Ali Köse
ali köse

Bellek, Elma ve Bursa Bıçağı

Nasıl düşmüştüm buraya? Unutmaya başlıyorum. Sanırım yaz günüydü. Ama öyle olsa adam ceket giymezdi. Hem bizde de eşofman üstü vardı. Tütün kâğıdı almak için elimi cebime attığımı anımsıyorum. Kaç yıl oldu? On üç mü, on dört mü? Unutuyorum gerçekten, işin kötüsü uyduruyorum da. İnsan unutkan değil midir zaten ve çoğu zaman unuttuğundan yanlış anımsar da yalancı durumuna düşmez mi? ‘’Anılar nesnelerdedir, zihnimizde değil.’’ diyordu okuduğum bir kitapta. Kaç kitap okudum bu dört duvar arasında, kim bilir hangisi. Belki de Hüseyin Abi söylemiştir. Büyük laflar etmeyi sever. Ya avludaki adam? O da sever mi acaba büyük laflar etmeyi? Onu, avluda çökmüş, elmasını yerken gördüm. Öyle iştahlı yiyordu ki elmayı canım çekti. Yeşil, ekşi elma. İstemez olaydım. Bir dilim kesmek için cebinden çıkardı bıçağını, bıçağı görür görmez anımsadım işte. Korkudan adamın yüzüne bakamadım doğru düzgün. Buldu mu beni yoksa? Tamam! Şimdi oldu! Kesinlikle güzdü. Caddeye çıktıktan sonra üşümüştüm çünkü. Kaldırımlarda kırmızı yaprak boyaları…

Telefonumuzdan açtık müziği. Kısık bir türkü yerini arıyor ama bulamıyordu. Önce çevremizde dolanıp sonra caddede yürüyen kalabalığın arasında diğer seslere karışıyordu.

‘’Tütsüleniyo muyuz akşama?’’

‘’Sabah manitaya söküldük. Metelik yok valla.’’

Ah be Akif ne özledim o dinlediğimiz türküleri. Keşke hiçbir şey yapmayıp sadece müzik dinleseydik. Şimdi Hamamcı Murat bir güzel söylüyor ki… Bir de demli çay olacak elinde. Sıkacaksın bardağı avuçlarında. Ne de sıcak. Ama o gün soğuktu değil mi? Üşüdüğünü söylemişti adam.

‘’Şş keresteye baksana?’’

Hani nerede diye uzattım kafamı, iki binanın arasına girmiş, caddeye sırtını dönmüş yaşlı bir adam. Yok muydu sanki paralarını sayacak başka yer?

‘’Gel şuna bir film çevirelim.’’

Bazen burada da filmler oluyor. Topluyorlar hepimizi izliyoruz bir şeyler. Ne izlediğimizin de önemi yok, biraz yüzümüz gülsün yeter. Gerçi kimse gülmüyor artık. Hep hüzünlü filmler koyuyorlar. Geçen Hüseyin Abi kavga etmiş onlarla. Ne fayda! Ama biz o gün nasıl da gülüyorduk. Akşama matizdik, bulmuştuk parayı ne de olsa. Akif bir koluna ben bir koluna. Adam ne olduğunu anlamadan hop bizim mıntıkaya.

‘’Bırakın! Siz kimsiniz? Gideceğim bırakın!’’

‘’Olur mu amcacım daha yeni geldik. Bi soluk alalım hele.’’

‘’Bırakın gideyim ne olur. Torunum bekliyor yolda.’’

‘’Aa hep torununa olur mu? At bi sakal şu garibanlar da gülsün.’’

Nasıl da sıvazlıyordun çeneni bunu söylerken, ulan Akif! Amcamız da sinekkaydı. Emekli maaşını çekmişti muhtemelen. Torunum dediğini gezdirecekti hazır parası varken. ‘’Sakal uzatmak tembel adam işidir,’’ derdi Hüseyin Abi. Ardından eklerdi ‘’…kes şu sakallarını be oğlum. Yakışmıyor sana.’’ Ah be o zaman sakalımız yok tabii. Tertemiziz.

‘’Sana diyorum alo! N’apıyodun sen orda?’’

Bizi görür görmez korkudan cebine sakladığı paralara bakmıştı. Sonra yola. Torununa baktı belki, kendisinin böyle görünmesini istemedi, aciz. Ya da bir yardım umdu. Kim kime yardım eder be bu çağda? Bak bizim neneye. Kanserdi kadın. O kadar yardım dilendik, kapı kapı gezdik. Benim ot param anca çıktı!

‘’Allah’ın adını veriyorum bırakın beni. Bakın torunum bekliyor, evde hanım hasta, ilaç alacağım.’’

Bizim Akif kalın kafalıydı. Fazla kafasını karıştırmaya gelmez. Hanım mı hasta, torun mu bekliyor? Seç birini yürü işte oradan. İki şey birden söyleyince tepesi attı çocuğun, sinirlendi.

‘’Amma hanım köylü çıktın sen ha!’’

Amca tepkisiz kalınca yapıştı yakasına.

‘’Uzun ettin ama babalık. Sen bizi mi yiyosun?’’

Bana baktı Akif.

‘’Ne diyo la bu? Sen sabah paranı düşürmemiş miydin orada? Biz sabahtan beri onu aramıyor muyuz? Bunağa bak sen aklı sıra bizim paralara çökecek! Öyle değil mi Erdo?’’

Erdem benim adım. Anlamını burada okuduklarımdan öğrendim. Ne de anlamlıymış. Tam bana layık! Bizim peder iyi düşünmüş zamanında da ters tepmiş işte. Anamı döve döve mezara koymasaydı iyi adamdı rahmetli. Anamın bağırışlarını kimse duymazdı. Caddede yürüyenlerin bizi duymadığı gibi.

‘’Bağırma boşuna dayı. Kimse duymaz seni. Bak güzelcene istiyoruz. Güzellikle verdin verdin, vermedin…’’

‘’Çekilin şuradan be!’’

İtmeyecektin işte Akif’i. O an bıçağın karası gözümü aldı. Üzerinde bir dua. Ne yazıyor bilmem. Ama bugün o adam elmayı soyarken… Hepsi birbirine mi benziyor yoksa bu bıçakların? Ama bu kadar da olmaz. Kapkara tutamaç. Eski olduğu belli zaten. İntikam için geldi belli ki. Akif’i harcadı sıra bende demek. Bir iki ay önce gardiyan alay yollu söylemişti ‘’seninkinin işini tuvalette görmüşler.’’ diye. Öğrendi burada olduğumu… Allah’ım yap bir güzellik. Koru beni.

‘’İşte böyle yola getirirler adamı. Uçlan bakalım. Maksat ağırlık yapmasın!’’

Bir eli adamın yakasında, bir elinde bıçağı, boynuna dayamış, gözleri gözlerinde. Bazen burada böcekleri izliyorum. Birbirlerini yiyen böcekleri. Önce bir boğuşma olur, sonra bir durup birbirlerini tartarlar. Sonra son hamle gelir. Akif de yaşlı adam da hamlesini yapmıştı ve şimdi öylece duruyorlardı. Birazdan bir hamle daha gelecek olmalıydı. Akif erken davrandı.

‘’Nasılmış ha? Çaktın mı şimdi bize iş koymak ne demek!’’

Yaşlı adam dizlerinin üstünde durdu. Akif elindeki bursa bıçağını adamın soluna saplamış içeride çevirdi. Uzun uzun baktık. Kısalan sigaramı attım adamın üstüne. Ölmeden belki bir iki fırt…

Sonra titrek bir ses,

‘’Üşüyorum.’’

Akif’in gözleri parlıyor. Elinde paralar. Dişlerini sıkmış bana bakıyor. Paraların arasında bir kâğıt.

‘’Topuk topuk, tüyelim hadi!’’

Adam yerde kıvranıp acı içinde inliyordu. Böceklerin sesi çıkmıyor böyle durumlarda. Biri diğerini yenince, yerdeki kıvranıyor öyle ama hiç ses duymadım. Belki kendi aralarında duyuluyordur sesleri bilemem. O adamın sesini de caddedeki kimse duymadı ama. Bir Allah’ın kulu dönüp de bakmadı. Yalnız bir çocuk, işitmiş ya da bir şeyler olduğunu sezmiş gibiydi. İki binanın arasına giren yerin başında bekliyor. Kalabalık alıp götürmesin diye onu, sırtını duvara dayamış. Elinde bitmek üzere olan yeşil bir elma. Bekliyor demek ki epeydir. Nasıl da bakıyordu bize öyle, korku dolu. Bir an göz göze geldik sadece. Dişlerim kamaşır gibi oldu. Avludaki adamın gözleri nasıldı acaba? Görsem tanır mıydım? Ölmekten korktuğumdan değil hani. Geceleri soğuk oluyor buralar. Isıtmıyor delikli battaniye. Soğuktan korkuyorum ben. Üşümekten… Ya sesim öyle titrek çıkarsa?

‘’Ne ulan bu Çince mi?’’

Bir bakmamla tanıdım hemen elinde tuttuğu kâğıdı. Top yapıp attım yol kenarına. Bir işe yaramazdı.

‘’Bizim nenenin ilaçları da bunlardandı.’’

‘’Ne oldu sonra?’’

‘’Nalları dikti ne olacak.’’

‘’Sence bizimki ölür mü?’’

‘’Bilmem.’’

Ertesi günü öğrenmek için gittik yine aynı yere. Ne adam var ne bıçak. Polisler bizi enseleyince bıçağın yerini sordular. Bilmiyoruz deyince bir kamyon dayak. Hüseyin Abi elinde çay tepsisini dolaştırıyor yine. Yazarken ne iyi gidiyor sıcacık çay. Çayı uzatıyor. Çay tabağının yanında bir soru kırıntısı.

‘’Ne uyduruyorsun ulan yine?’’

Bu da iyice yalancı yaptı beni. Uyduruyor muyum sahiden? Unutuyor da anımsamaya mı çalışıyorum yoksa? Ne fark ediyorsa!

İlgili :

Ali Mansur Köse

alimansur.kose@edekitap.com
Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız