Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Uluğ Bey’in Hazinesi

Adil Yakubov

Uluğ Bey’in Hazinesi

Günümüzde sadece Özbekistan ve orta asya Türklleri değil, bütün Türk dünyasının gelmiş geçmiş rakipsiz ustası, başlı başına bile, ulaşılması zor bir zirvedir. Onun başyapıtı olan ve Cengiz Aytmatov’un dahi başucunda eksik etmediği Uluğbey’in Hazinesini okuyunca, bu sözlerin bir abartı olmadığını anlayacaksınız

 

Adil Yakupov, 1926’da eski adıyla Yesi, şimdiki adıyla Türkistan kenti sınırları içerisinde kalan Karnak kasabasında dünyaya geldi.

 

Babası Egemberdi, 1937’de “vatan hainliği” suçlamasıyla tutuklanıp kurşuna dizilince, nüfusa dedesi Yakup’un adıyla kaydedildi.

 

Çocukluk günleri çetin mücadelelerle geçti. Çalışarak annesine yardımcı olmak ve kardeşlerine bakmak zorunda kalan Yakupov, rençberlikten kolhozlarda çalışmaya değin pek çok işi yaptı.

 

1945’te askere alındı, Rus-Japon savaşına katıldı. Beş yıl Çin’de kaldı. İlk denemesi olan “Tengdaşlar” isimli hikayesini askerlik günlerinde yazdı. Terhis olunca Taşkent Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girdi.

 

Bir dönem Özbekistan yazarlar birliği Başkanlığı’nı da yapan Yakupov’un elinizdeki bu eserinden başka Köhne Dünya, Adalet Menzili, Mukaddes, Vicdan, Çifte Kanat gibi on kadar romanı, yirmi civarında hikayeleri vardır. Yazarın ayrıca piyesleri de Taşkent Tiyatroları’nda sahnelenmiş ve bütün eserleri film haline getirilmişti

 

 

Romanda anlatılan olaylar ve özellikle Uluğbey ile Ali Kuşçu’nun başından geçen hadiseler, gerçek hadiselerdir. Adil Yakupov ile Taşkent’te yaptığımız görüşme sırasında, romanda geçen şahısların gerçek kişiler olup olmadığını sorduğumuzda, “Emir Candar, Kaşkir gibi silik şahsiyetlerin dışında kalan isimlerin gerçek isimler; Kalender Karnaki ve Hurşide Banu ile Mevlânâ Muhiddin’in ise rivayet olduğunu belirtmiştir”.

 

Romanda Uluğbey ile Nakşibendiler arasında sürekli bir tartışma olduğu gözleniyorsa da, bunu o dönem için normal karşılamak gerekir. Çünkü Uluğbey gibi ünlü bir Türk bilgin ve hakanı, astroloji ve uzay ilimleri ile uğraşırken, Avrupa’nın kendisi için medar-ı iftihar olarak kabul ettiği Kopernik ve Galilea daha gök kubbe altına düşmemişlerdi. Henüz 1950’li 60’lı yıllarda radyoya, daha sonra da televizyona gavur icadı diyen kişilerin bulunduğu Türkiyemizde, 15. yüzyılda rasathane kurarak, her boydan teleskoplarla gökyüzünü inceleyen bir ilim adamının, o zamanın din adamları tarafından dinsizlikle itham edilmesini normal karşılamalıyız. Nitekim daha sonraki dönemlerde Avrupa’da bile ilim adamlarıyla kilise arasında da benzeri çatışmalar görülmüştür…”

 

Ahsen Batur – Çevirmen

ULUĞ BEYİN HAZİNESİ'nden...

Yukarı tarafında dökme altından yapılmış işlemeli tahtın bulunduğu selamlık, yarı karanlık bir haldeydi. Tavandaki altın kandilde, nedense sadece birkaç mum yanıyor, onların ışığı altında lacivert lambrilerle kaplanmış duvarlar, kubbemsi tavandaki ince bezekler hazin bir görünüm arz ediyor, salona esrarengiz bir hava veriyordu. Ali Kuşçu’nun hatırına birden sahipkıran Emir Timur geldi. Yukarı taraftaki dökme altından yapılmış şu işlemeli tahtta bir zamanlar Emir Timur’un oturduğunu düşünerek hafifçe titredi. Sanki onun bedbin ruhu odada duruyor ve Ali Kuşçu gibi fakir bir bilginin bu odaya girmesine razı olmuyordu.

 

Mirza Uluğbey tahtın arkasına geçip, duvara geirilmiş olan gri ipek perdeyi sıyırıp aldı. Perdenin arkasında bir kişinin zor gidebileceği, rıhları bakır halkalı küçük bir kapı göründü.

 

Uluğbey, belindeki kemere bağlı anahtarlardan birini alıp, kapının kilidini açtı. Sonra, kubbemsi takadan bir mum alıp, Ali Kuşçu’ya uzattı. Kendisi de ikinci bir mum alarak yakıp, avuç içi ile kapıyı itti.

 

Ağır çelik kapı, gıcırdayarak açıldı ve karanlık boşluk gözüktü.

 

Mirza Uluğbey, hafifçe eğilerek, kapıdan içeri daldı. Arkasından da Ali Kuşçu girdi. Fakat karanlık bir kuyuda olduklarını anladı. Ağır bir küf kokusu burnuna çalındı. Mirza Uluğbey, bir eliyle mumu tutuyor, diğer eliyle duvarları sıvazlayarak dik basamaklardan aşağı doğru iniyordu. Nihayet zemine ulaşınca, başka bir kapıyı açıp, kilere benzer bir odaya girdi.

 

Bu odanın tavanı basık, duvarları siyah mermerlerle kaplanmıştı. İçerisi oldukça dar, bir hayli de soğuktu. Odanın dört köşesinde dört demir sandık vardı ve her biri kalın zincirlerle demir kazıklara bağlanmıştı.

 

Soğuk bir mezarı andıran bu taş odada, sanki aynı gizli ruh, şu sandıklar arkasına saklanmış, mumun uzayıp kısalan ışıkları altında sessizce onları gözetliyordu…

 

Mirza Uluğbey, gözlerini yumdu. Başını eğerek bir an durakladı. Kıpır kıpır oynayan dudaklarıyla bir Fatiha okuduktan sonra, karşıdaki sandıkların kilitlerini açmaya çalışırken, Ali Kuşçu’ya bakıp “yardım et!” der gibi işaret etti.

 

Sandığın kapağı öyle ağırdı ki, ikisi bir olup güçlükle kaldırdılar. Kapağın açılmasıyla birlikte oda bir şangırtı ile çınladı. Sandık, ağzına kadar ışıl ışıl yanan elmas, lal, yakut, inci, zebercet ve daha bir sürü kıymetli taşlarla doluydu.

 

Mirza Uluğbey, taşlardan bir avuç alarak, hayretle bir süre seyretti. Taşlar, mavi, yeşil, kırmızı ve firuze renk ışıklar saçıyor; bu ışıklar birbirine karışıyor ve ahenkli bir parıltı meydana getiriyordu.

 

– Bağdat ve Kahire hazinelerinden, -dedi Uluğbey.- Dedem Emir Timur’un Sultanbayezid’i yendikten sonra alıp getirdiği mücevherler. Fakat korkma. Aslını sorarsan, fakir halkın malıdır bunlar. Ondan bir torba al.

 

Ali kuşçu, hayretle üstadın yüzüne baktı.

 

– Bunları ne yapacağım velinimetim?

– Senin malda mülkte gözün yok bilirim. Fakat bu inci ve mücevherleri, benim sana anlatacağım yolda harcayacaksın.

 

Mirza Uluğbey, sandık üzerindeki taşları bir kenara itti. Yarı karanlık oda, bir kez daha ışık cümbüşüne boğuldu. Taşların altındaki kalıp kalıp altınlar parlamaya başladı. Yuvarlak kalıplar halindeki altınlar, ters çevrilmiş kâseler gibi, sandık dibine sıra sıra dizilmişti. Mirza Uluğbey, kalıplardan birini eline alıp, tartar gibi salladıktan sonra:

 

– Nah üç kadak gelir, -dedi.- Bunlar, cennet mekan dedemden bana kalan hissedir. Ben de bu hisseyi savaş yapmak için değil, saltanatı âbâd kılmak, medreseler açmak, ilim irfan yuvaları kurmak niyetiyle harcamak düşüncesindeydim. Şimdi sen bunları bu amaçla kullanacaksın.

 

Sandık dibinden kalın kırmızı bir deri torba alıp, kâse şeklindeki kalıplardan on tanesini sayıp yerleştirdikten sonra, beş altı avuç dolusu da mücevher koyup Ali Kuşçu’ya döndü:

 

– Al!

 

Ali kuşçu, deri torbayı sandıktan çıkarıp yere koydu. Bayağı ağırdı. Mirza Uluğbey, sakalını sıvazlayıp bir an düşündükten sonra:

 

– Aslında sen bu altınları işletme yolunu bilmezsin, -dedi. Bir an sustuktan sonra konuşmasını sürdürdü: – Fakat bunları paraya çevirmek gerekirse, Hacı Selahattin Zerger’e git. Ona ve oğlu Mevlânâ Muhiddin’e selamımı, ayrıca özür dileklerimi ilet. Çünkü bu zor işte güvendiğim iki kişi vardı: Biri sen, diğeri Muhiddin. Şehzadenin hatasını affetsin. Selamımı iletesin, Ali.

– Başüstüne, üstat.

 

MirZa Uluğbey, sandığın kapağını kapatırken:

 

– Kalanlar şehzade Abdülaziz’indir, -dedi ve sanki bu sözü için Ali Kuşçu’dan özür dilermiş gibi şöyle bir baktı. -Bilesin ki, Şehzade sakat ve kalbi yaralıdır…

 

Şah hazretleri Ceyhun boylarında sefere çıktığı sırada, Semerkant’ta kalan şehzade Abdülaziz’in yaptığı pis işleri hatırlayan Ali Kuşçu:

 

“Ah üstat, ah! – dedi içinden. –  Neden şu oğlunuza bu kadar değer verirsiniz? Başınıza gelen şu belalara sevgili oğlunuz sebep olmadı mı? Siz onu, vücudu sakat, kalbi yaralı dersiniz. O ise, sizin yokluğunuzda Semerkant’taki askerlerinize baskın yaparak Emir İbrahim Bey’in oğlunu öldürüp, bütün komutanlarınızı size karşı tahrik etti…!

 

Mirza Uluğbey, içini çekerek, sanki Ali Kuşçu’nun kafasından geçenleri okuyormuşcasına:

 

– Kendim için korkmuyorum, Ali, – dedi. – Hak Taala’nın ihsan ettiği ömrümü iyi kötü tamamladım sayılır. Şu fani dünyanın lezzeti bu kadar olur. Ama öz belimden düşen şu oğlumun âkıbeti ne olacak? Ağabey kardeş birbirine ne yapacak? Bunu düşündükçe yüreğim parçalanıyor. Onun vücudu sakat, kalbi yaralıdır, Ali!…

 

Ali kuşçu, sanki üstadına karşı küstahlık yapmış duygusuna kapılıp, bakışlarını onun hüzünlü çehresinden kaçırdı.

 

– Tamam! Hak Taala yardımcımız olsun! -Mirza Uluğbey, sandığı kilitleyip, mumu eline aldı ve dışarı çıktı. Selamlığa geçerken, kapıları açıp öbür odaları tek tek gözden geçirerek, kimse olmadığından iyice emin olduktan sonra Ali Kuşçu’ya döndü:

 

– Bu mücevherleri Köksaray’dan alıp çıktığını kimsenin bilmemesinde fayda var. Beline iki kat kuşakla sar çıkar.

 

Ali kuşçu üstadın sözlerini başıyla tasdik edip:

 

– Başka emriniz var mı, üstat? -diye sordu.

 

Mirza Uluğbey’in gözleri kısılıp, çevresinde elemle karışık bir ifade belirdi.

 

– Söyleyeceklerimi biraz önce söyledim. İçim rahat. Gözüm taçda, saltanat da değil. İlim yolunda verdiğim hizmetleri, yazdığım eserleri, topladığım ilmi kitapları bilirim ben. Bu paha biçilmez hazinenin kaderi senin elinde, Ali. Bu hazine, bütün Mâverâünnehir, ihtimal ki bütün insanlığın malıdır. Bundan sonra Hak Taala benim gibi bir âcizi tahtan uzaklaştırıp, her tarafı hurafeler kaplarsa, bu hazineyi bulacak nesiller için muhafaza etmek senin omuzlarına yüklenmiş bir vazife, Ali. İhtimal ki, onu dağlarda emin bir yerde saklayacaksın. Tedbir şart. Şimdiden bir usta ayarlayıp, on onbeş demir sandık yaptırıp bir kenara koymak en iyisi.

 

– Anladım, üstat.

 

Mirza Uluğbey, elini Ali Kuşçu’nun omuzuna koydu:

 

– Şükürler olsun ki, Tengri, öz belimden düşen evlatlarımdan olmasa da, senin gibi değerli bir öğrenci ihsan etti bana…

 

Sonra kollarını açıp, Ali Kuşçu’yu kucaklayarak alnından öptü. Ali Kuşçu, yine o ılık ilkbahar gününü hatırladı. Ak saçlı o halsiz ihtiyar, cennet mekan Kadızâde Rûmi geldi gözleri önüne. Onun Mirza Uluğbey gibi alnından öpüşü, yüzüne temas eden bembeyaz sakalı yadına düşünce, içinde ılık bir şeyler akıp gitti.

 

– Billah, bu fakir, Allaha şükür ki, sizin gibi kadirşinas bir ataya sahip oldu!… -Ali Kuşçu’nun gözleri doldu.-  Kader beni başka bir yola sevk etseydi, benim halim ne olurdu?

 

Mirza Uluğbey altın yüzük takılı şehadet parmağı ile gözyaşlarına silip, ağlamaklı bir sesle:

 

– Ben senden ebediyen razıyım, -dedi.- Eğer bir daha görüşmek nasip olmazsa, hakkını helal edesin, oğlum…

 

Bugün ikinci defa Ali Kuşçu’ya “oğlum” demişti.

 

– Fakir de sizden razıdır, üstat…

 

Üstat ile talebesi, gözyaşlarından dileri tutulmuş gibi sessizce bir süre birbirleriyle kucaklaşıp kaldılar.

 

s- 26-30

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız