Title Image

Deve Gözü

Cengiz Aytmatov

Deve Gözü

Cengiz Aytmatov’un 1960 yılında yayımlanan öyküsünün Kırgız Türkçesindeki adı “Botogöz”. Birleşik sözün ilk yanı “boto”, deve yavrusunun adı; Türkiye’de “potuk” diye bilinen söz. İkinci yanı göz; tüm Türk soylular aynı biçimde yazıyor, okuyor. Böylece “botogöz” yavru devenin gözünü tanımlayan bir söz.

 

Bu öykü Türkçeye aktarılırken “Deve Gözü” diye, öykünün içeriğine, asıl adına uymayan bir biçimde çevrilmiş. Öyküdeki su bulağının başında iki genç karşılaşır, genç kız, kaynağın adını sorar, oğlan, bilmemeyi kendine yedirmez ve kısa bir bekleyişten sonra aklına geleni söyler; “botogöz” , buranın adı botogöz der.

 

Doğrusunun “Potuk Gözü” olması gerekirdi. Deve gözüyle potuk gözü arasında yerle gök denli fark var. Doğan yavruya ancak iki yaşına ulaşınca deve adı verilir; ondan önce geçen tüm evrelerin ayrı ayrı adları vardır. Göz de bu gelişime koşut olarak ancak yirmi dört ayda “deve gözü” olur.

 

Türkçenin yaşayan kollarından aktarılan yapıtlarda sıkça görülen yanlışlardan biri de kişi ve yer adlarının söyleyiş farklılıklarıyla yazılıyor olması. Bolotbek, Abakir, Kalipa, Aliman, Geydar gibi Türk okuru için alışılmadık söyleyişler, yazılırken Türkiye Türkçesine uygun olarak, Polatbey, Ebubekir, Halife, Alimhan, Haydar biçiminde yazılsa, söylense, okuyucu için, izleyici için daha anlaşılabilir olur. Çağrışımların etkisi daha güçlenir, anlaşılması kolaylaşır.

 

“Botogöz” öyküsü, genç yaşta ölen Rus yönetmen Larisa Şepitko tarafından 1968 yılında sinemaya uyarlanırken filme, “Znoy” adı verilmiş. Türkçe karşılığı “Sıcak” olan kurmacada, Anarkay bozkırına ülküsünü gerçekleştirmek üzere gelen genci, “üniversiteli Kemal”i, daha sonraları Kırgız sinemasını var edecek önemli yönetmenlerden biri olan Bolotbek Şamşıyev canlandırıyor.

 

Çevrildiği dönemin noksan koşulları gözününde bulundurulduğunda, Refik Özdek’in tüm isteğine, onca çabasına karşın, eksik söz karşılıklarıyla dilimize kazandırdığı öykü, Türk ve dünya okurları arasında, Kırgız sözünün karşılığı haline gelen Cengiz Aytmatov‘un, yaşadığı gerçekliği kurguladığı yapıtlardan biri.

DEVE GÖZÜ'nden...

“Burada çalışmam için beni bir zorlayan olmamış, kendi isteğimle gelmiştim. Öbür arkadaşlar Kazakistan’a, gazetelerin yazdığı gibi “gerçek bakir topraklara” gitmişlerdi. Anarkay’a yalnız ben gelmiştim. Bu işlenmemiş toprakları ekime açmak için yapılan ilk çalışmaydı. Ama bu çalışmayı, hepsi hepsi iki traktörle yapıyorduk.

 

Geçen yıl, tarım uzmanı ve bizim şefimiz olan Sorokin, burada, avuç içi kadar küçük bir yere, kurak arazide yetişen arpa ekerek bir deneme yapmış ve iyi sonuç almış. Bundan sonra da aynı sonuç alınırsa, bozkırın yem sorunu kökünden halledilirmiş. Yine de pek güvenilmezdi bu topraklara. Anarkay bozkırında yazın öyle sıcaklar olurdu ki kaktüs cinsinden taşdikenler bile kuruyup giderdi.

 

Kolhozlar, kışı geçirmeleri için sonbaharda sürülerini buraya getirirler, ama ekin ekmeye cesaret edemez, karar veremez, bu işi önce başkalarının denemesini, onların alacağı sonucu beklerlerdi. İşte bu yüzden burada çalışan bizler, iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdık. İki traktör sürücüsü, iki pullukçu, su taşıyıcısı olan ben ve bir de tarım uzmanı Sorokin. Bakir toprakları fethedecek kahraman ordunun sayısı bundan ibaretti işte!

 

Bizim burada ne yaptığımızı bilen belki bir kişi bile yoktu çevrede. Bizim de dünyada olup bitenlerden haberimiz yoktu. Bütün bildiklerimiz, ara sıra Sorokin’den duyduğumuz haberlerdi. Sorokin atıyla sık sık çobanların konakladığı mezraya gider, telsizle amirlerine bilgi verir, burada çektiğimiz sıkıntıları anlatırdı onlara.

 

Oysa, ben ne diyordum kendi kendime: Hey gidi bakir topraklar! Uçsuz bucaksız el değmemiş engin ovalar!

 

Bu coşkuyu veren hep o tarih öğretmenimiz Aldiyarov idi. Bakın nasıl anlatmıştı bize Anarkay bozkırını: ‘… Yüzyıllardan beri el sürülmemiş Anarkay bozkırı. Kurday yaylasından başlar, tâ Balkaş gölünün sazlı, makili kıyılarına kadar uzanır. Baştanbaşa pelin otlarıyla kaplıdır. Yazılanlara, anlatılanlara göre, buraya dalan sürüler, hiçbir iz bırakmadan kaybolup giderlermiş. Uzun yıllar yabani at sürüleri dolaşmış durmuş oralarda. Anarkay, geçmiş çağların sessiz tanığı, büyük savaşların meydanı, göçebe oymakların anayurdudur. Günümüzde Anarkay bozkırı hayvancılık için çok elverişli, zengin bir bölge olmaya hazırdır…’

 

Anarkay konusunda öğretmenimizin bu coşkulu konuşması uzar giderdi. O zamanlar, haritada avuç içi kadar büyük görünen Anarkay ovasına bakmak çok hoş bir şeydi. Ya şimdi? Bu döküntü su arabasını sabahtan akşama kadar her tarafa sürüklüyordum. Akşam olunca atın koşumlarını güçlükle çözüyor, buraya kamyonla getirilmiş sıkıştırılmış ottan yiyebileceği kadarını önüne koyuyordum. Sonra da aşçı kadın Aldey’in verdiği yemeği iştahsız iştahsız atıştırıyor, çadırdaki yatağıma uzanıyor, yatar yatmaz da taş gibi uyuyordum.

 

Anarkay bozkırının pelin otlarıyla dolu olduğu doğruydu. İnsan saatlerce dolaşsa doyamazdı o güzelliğe. Ama vakit nerde?

 

Bütün bunlara bir diyeceğim yok. Ama şu Abakir’in benden niçin hoşlanmadığını, benden niçin nefret ettiğini, niçin kızdığını bir türlü anlayamıyordum. Beni burada bekleyen şeyin ne olduğunu nereden bilebilirdim? Aslında karşılaşacağım bütün güçlüklere hazırlamıştım kendimi.

 

Buraya bir konuk olarak vakit geçirmek için değil, çalışmak için gelmiştim. Ama, karşılaşacağım, birlikte çalışacağım insanların ne menem kişiler olacağını hiç düşünmemiştim.

 

Ee, ne yaparsınız, insanlar her yerde insandılar işte!…

 

Buraya tam kırk sekiz saatte kamyonla gelmiştim. Bu kamyonun arkasına dört tekerlekli su arabasını da bağlamıştık. Beni hayal kırıklığına uğratacak, günlerimi zehir edecek şeyin bu araba olacağını nereden bilecektim!”

 

 

O gün, Bozkır’da başka bir düzlüğü sürmeye başlamıştık. İnsan bir işi severek yapar ve başarıyla sonuçlandırırsa, yenisine başlamak gerçekten çok zevkli oluyor. Okulda, bir ödevi bitirip, yeni bir ödev ve tertemiz bir sayfadan başlamak da beni çok sevindirirdi. Sabahleyin erken kalkıp, çiğnenmemiş karda kendi ayak izlerimi bırakmaktan da çok hoşlanırdım. İlkbaharda dağ yamaçlarına çıkıp, henüz hiç kimsenin fark etmediği kır lâlelerini toplamak bana büyük zevk verirdi. Bu yenilikte, bu tazelikte her zaman beni çeken, coşkular için salan bir şey olurdu.

 

Anarkay’da, hiç işlenmemiş toprakta pulluğun açtığı ilk iz, yeni başladığım temiz bir sayfanın ilk satırı, ayak basılmamış taze karda bıraktığım izler ve dokunulmamış kır lâleleri gibi zevk veriyordu bana.

 

Pulluktaki yerime oturmuş, ayaklarımın altındaki bıçakların toprakta ilk izi açışlarını hayran hayran seyrediyordum. Pulluğun bıçakları kuvvetle yerin derinliğine saplanıyor, göz kamaştıracak kadar Işıldıyor, kesekleri yavaşça yana aktarıyorlardı.

 

Birden, uçtaki keskinin altından bir şeyin parladığını, dalga üzerinde görünüp kaybolan balık gibi, parlak demirde Işıldayıp toprağın altına girdiğini ve kaybolduğunu fark ettim. Hemen yerimden sıçrayıp indim, parlayıp kaybolan o şeyin olduğu yere koştum, toprağı eşeleyip, ağır, parlak, uzunca bir maden çıkardım. Öyle güzel, öyle parlak bir şeydi ve ben de öyle heyecanlanmıştım ki, kollarımı yukarı kaldırarak bağırdım:

 

– Altın! Altın!

 

Bağırmamı duyan Abakir dönüp baktı, sonra traktörü durdurup yere atladı:

 

– Nedir o bulduğun? dedi.

 

– Altın buldum Abakir, altın!? Bak!

 

Sonra hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. Bulduğum güzel şeyi avucunun içine bıraktım.

 

– Hadi canım! dedi.

 

Elindeki şeye evire çevire baktı, gömleğin yenine sürdü. Boğuk bir sesle:

 

– Burada altın ne arar? dedi.

 

Ama heyecanlanmış, yüzü sapsarı olmuştu. Bulduğum şeyin çentiklerine girmiş toprakları tırnağıyla çıkardı. Sonra, tarta tarta yine baktı.

 

– Hayır, altın olamaz, diye, pek belli bir hoşnutsuzlukla bulduğum şeyi bana verdi.

 

Ben sinirlenmiştim:

 

– Niçin olmazmış?! Baksana ne kadar ağır, en az sekiz yüz gram. Onikinci yüzyılda bu bölgeye Moğollar gelmişlerdi, ama daha önce Çin’i fethetmiş, yağmalamış, çok miktarda altın almışlardı. İşte onlardan kalmıştır bu altın!

 

Bulduğum şeyin gerçekten altın olmasını çok istediğim için böyle konuşuyordum. Öyle heyecanlandım ki, söylediğim şeye yalnız kendimi değil, Abakir’i de inandırmaya çalışıyordum. Zaten onun da bunun altın olabileceği düşüncesiyle aklı başından gitmişti. Coşkulu coşkulu konuşmaya devam ettim:

 

– Bunun kaç yüzyıldan beri toprağın altında yattığını biliyor musun? Başka bir maden olsaydı şimdiye kadar çoktan paslanır, çürür giderdi. Ama bu paslanmamış, çünkü saf altın! Burada, bu Anarkay’da, bir zamanlar çok büyük savaşlar oldu. Hem de ne savaş! O zamanlar, Han kılıçlarının kapzaları altından olurdu. Bu parçada bir Han kılıcının kabzası olsa gerek. Bak istersen, insanın eline ne rahat oturuyor, ne rahat tutuluyor!

 

Abakir parçayı alıp tuttu, tarttı. Sonra:

 

– Altın olmasa bile anlayan kişilere göstermeli, meraktan kurtuluruz hiç olmazsa. Sen pullukta oturuyorsun, düşürüp kaybedebilirsin, benim yanımda dursun daha iyi… dedi.

 

– Peki, sende dursun.

 

Abakir, o ağır şeyi cebine koydu ve ağırlaşan cebini okşaya okşaya traktöre doğru yürüdü.

 

İşimize devam ettik. Ben, bulduğum bu şeyi, bir hatıra olarak öğretmenim Aldiyarov’a vermeyi düşünüyordum. Böyle şeyleri toplardı ve zengin bir koleksiyonu vardı. Herhalde bulduğum bu nesne hakkında çok ilginç şeyler anlatacaktı.

 

Sonra, yorgunluktan altını unuttum. Traktörün pek düzensiz, izden çıka çıka gidişine sinirlenmeye başlamıştım. Abakir çok tuhaf bir şekilde sürmeye başlamıştı traktörü. Bazen duracakmış gibi yavaşlıyor, bazen de birden gaz vererek kulaklarımı sağır edecek kadar gürültü çıkarıyordu. Egzostan yoğun bir kara duman çıkıyor, bu duman bulutu yayılıp pulluğa, bıçakların altına iniyordu.

 

Böylece akşama kadar çalıştık. Güneş batmıştı ama hava henüz kararmamıştı. Abakir birkaç kez, oturduğu yerden dönüp bana baktı. Kararsız, tuhaf bakışlardı bunlar. Sonra durdu:

 

– Buraya gel! dedi elini sallayarak.

 

Traktöre çıkıp kabine oturdum. Abakir’in yüzü sapsarıydı ve dalgın gözlerini de benden saklamaya çalışıyor gibiydi. Motor gürültüsünden güçlükle duyabildiğim bir sesle ve alnını silerek:

 

– Sana seslenecek gücüm kalmadı. Git pulun lövyesini sabitleştir, sonra gel biraz sen sür traktörü. Kendimi iyi hissetmiyorum… Hastalandım galiba. Biraz açık havada yürüsem belki iyi gelir…

 

– Peki, git, dedim.

 

Ben bıçakların yüksekliğini sabitleştirip dönünceye kadar Abakir traktörden inmişti. Yüzü sapsarıydı, iyice solmuştu. Tek kelime söylemeden kamburunu çıkararak ağır adımlarla uzaklaştı.

 

“Ağır hasta olduğu besbelli. Herhalde midesi ağrıyor, nasıl da birden bire büzüldü” diye düşünüyordum. Sonra marşa bastım ve traktörü hareket ettirdim.

 

Traktör şimdi düzenli bir güçle ilerliyordu. Bir kere daha bana tabi olmuş, emrime girmişti. Her defasında olduğu gibi onu kullandığım için memnundum ve işimi iyi yapmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Tarlanın ucuna geldim ve dönüş yaparak aksi yöne sürmeye devam ettim. Karanlık çökmeye, akşam serinliği kendinde hissettirmeye başlamıştı. “İki tur daha yaptıktan sonra farları yakmam gerekecek” diye düşünüyordum. İşte o sırada ilerideki yamaçtan birinin hızlı hızlı uzaklaştığını gördüm. Adam tepeye varınca aşağıya doğru koştu. Bir an için yalnız sırtı göründü. Sonra gözden kayboldu. Abakir idi bu! Nesi vardı? Nereye koşuyordu? “Belki ileride bir şey görmüştür” diye düşündüm. Ama koşamayacak kadar hastaydı. Çok tuhaf! Traktörü durdurdum, motorun sesini biraz kıstım ve başladım bağırmaya:

 

– Abakir! Abakir!

 

Cevap vermedi. O zaman motoru iyice susturdum ve yine bağırdım:

 

– Abakir! Nerdesin! Cevap ver!

 

Akşam karanlığına bürünmekte olan tepelerden hiçbir ses çıkmadı, bana bir cevap veren olmadı.

 

Ya birden bire kötüleşmiş, yere yığılıp kalmışsa, ya da acılardan kıvranıyorsa, kalkamıyorsa?! diye geçirdim aklımdan. Traktörden atlayıp onun gittiği yöne doğru koşmaya başladım. Tepeye kadar koştuktan sonra durup her tarafa baktım. Kimseler yoktu. Yine koşup daha yüksek bir tepeye tırmandım. İşte o zaman gördüm onu. Düzlükte, epey uzakta, hızlı hızlı gidiyordu.

 

– Abakir! Nereye gidiyorsun? diye olanca sesimle bağırdım. Ama o dönüp bakmadı bile. Az sonra da görünmez oldu. Sanki yer yarılmış, yutmuştu onu.

 

Orada bir süre öylece durdum. Sonra, şaşkın, kararsız adımlarla yürüdüm traktöre doğru. Ufukta, batan güneşin solgun ışıkları kayboluyor, şimdi karanlık, bütün tepeleri, düzleri sarıp kucaklıyordu.

 

Neye uğradığı mı şaşırmıştım. Yürürken ayaklarım birbirine dolanıyordu. Karanlıkla birlikte çöken hüzünlü sessizlik bana birdenbire pek tuhaf, pek yabancı geldi. Bozkır sanki ayak seslerimi ve düşüncelerimi dinliyordu. Abakir’i düşünüyordum. Ona, bu bölgede gerçekten olup bitenleri anlattığım zaman, bana hiç inanmıyor, alay ediyordu. Sonra, o uğursuz altın parçası için uydurduğum şeyleri dinlerken aklı başından gitti. Ama yoo, hayır! Böylelerinin aklı başından gitmez. Buradan çekip gitmeyi çoktan kafasına koymuştu. Bunu bazen sözün gelişi gibi, Sorokin’i  korkutmak için de söylerdi. Zaten burada hiç kimseyle geçinemiyor, hiç kimseyi sevmiyor herkesle kavga ediyordu. Ya Kalipa? Belki asıl kurtulmak istediği o idi. Kendisini seven ve hamile bıraktığı bu kadına ne ihtiyacı vardı? Ne yapacaktı onu? Belki haftalık ücretini almamış olsaydı kaçıp gitmezdi. Daha dün almıştı ücretini. Ayrıca fazla mesai karşılığı olarak da iyi bir para vermişlerdi. O, parasını hiçbir zaman çadırda bırakmaz, hep yanında taşırdı. Demek ki yalnız bir gün çalışmıştı ücretsiz olarak. Hele bulduğum o parça gerçekten altın ise!…

 

Kalipa’nın bar bar bağırdığını duyunca bu düşüncelerim yarıda kaldı.

 

– Abakiiir! Kemaaaal! Neredesiniz? diye bağırıyordu kadın.

 

Gece çalışması için bidonla su getirmişti bize. Bana doğru yaklaşarak merakla, kaygıyla sordu:

 

– Nereye defolup gittiniz! Meraktan çatlayacaktım… Çok da korktum! Traktör terk edilmiş duruyor. Bekliyorum, bekliyorum gelen yok!

 

Ona ne diyebilirdim ki? Gerçeği söyledim:

 

– Abakir gitti, işi terk etti Kalipa.

 

– Nee? Gitti mi? Ni… Niçin? Diye kekeledi Kalipa boğuk bir sesle.

 

Altından hiç söz etmedim. Abakir adına ben utanıyordum.

 

– Demek gitti ha?

 

Kısa bir sessizlikten sonra sert bir hareketle bidonu arabadan indirip yere bıraktı.

 

– Öyleyse niye getirdim ben bu suyu buraya? diye söylendi.

 

Ben bidonu alıp radyatöre boşaltırken, Kalipa başını traktörün kabinine yaslamış, acı acı ağlıyordu.

 

Çok üzülmüştüm. Onu nasıl teselli edeceğimi bilemiyordum. Kalipa’ya dönerek ve söylediğime kendim de inanmayarak:

 

– Belki dönüp gelir, ağlama Kalipa, dedim yavaş bir sesle.

 

– Ona ağlamıyorum ben, dedi hıçkırıklarını tutamayarak.

 

Sonra birden bana döndü. Yüzü sel gibi akan gözyaşlarıyla ıpıslaktı:

 

– İnanmıştım, umut bağlamıştım ona. İnanılacak, umut bağlanacak adam mıydı o! Nesine inanmış, nesine güvenmiştim onun? diye öyle bir inledi, öyle bağırdı ki, bozkır bile yankı yankı inledi bu acılarla. Hıçkırıklar arasında devam etti: “Çalışkan bir işçi diye düşündüm, zamanla yatışır, durulur, içindeki kötülükler gider sandım. İyilikle, sevgiyle yüreğini yumuşatmaya, hırçınlığını gidermeye çalıştım. Nerede onda o ruh! O anlayış! At da çok çalışır, ama insan her şeyden önce bir insan olmalıdır… Ancak o zaman yaptığı işten mutluluk duyar, ancak o zaman yaptıklarının bir anlamı olur. Oysa Abakir bunu hiç anlamadı… Geldiği gibi çekip gitti. Ah, ah! Benim için ne utanç verici, ne alçaltıcı bir durum bu!…”

 

Şaşırmıştım, yüreğim parça parça olmuştu. Kalipa’ya acıyor, onun için üzülüyordum. Onun böyle bir adamı nasıl sevdiğini anlayamıyordum… Bu Abakir denen herif, Kalipa’yı terk etmekle asıl mutluluğu da terk etmiş olduğunu anlayacak olsa, Kalipa değil o ağlardı, kara kışta aç kalmış bir kurt gibi ulurdu.

 

Kalipa arabaya bindi ve başka tek kelime söylemeden gitti.

 

s. 118-125

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız