Preloader image
İÇİNDEKİLER

Çiğdem Geldi Yapıya Yağ Çıkarın Kapıya

Süreyya Çetin
çiğdem çiçeği

Çiğdem Geldi Yapıya Yağ Çıkarın Kapıya

Bir varmış, bir yokmuş… Tohum varmış, eken yokmuş… Ateş varmış, yakan yokmuş… Ay varmış, güneş varmış, zaman varmış ama duvarda saat yokmuş… Zamanın tek ölçüsü doğaymış…
O devirlerde yıldızlar, insanlara yönünü gösterir; kuşlar, çiçekler baharın gelişini muştularmış. Çiğdem, bu haberci çiçeklerin ilkiymiş. Güneşle buluşacağı vakte kadar, yerin bir karış altında, küçücük bohçasının içinde sabırla yaşar; soğuk topraklara bahar geldiğinde coşkuyla yeryüzüne çıkarmış. İşte o zaman dağ taş çiğdem çiçeğine kesermiş. Üstelik kimi çiğdemler insanlarla konuşabilirlermiş. Ama herkesle değil! Yalnızca doğaya düşkün; başkalarına yardım etmeyi çok seven çocuklarla sohbet eder, onlarla dost olurlarmış. Yıllar geçse devran değişse de çiğdemin insanla olan dostluğu hiç değişmemiş. Çünkü iyi insanlar nesiller boyunca çiğdemleri korumuş; sarı başları solmasın, kara toprağın güzel süsü yok olmasın diye onları gözetmiş.
Gel zaman git zaman, dünün bugüne döndüğü bahar aydınlığında, gözleri dünya gibi ışıl ışıl parlayan bir erkek çocuğunun aklına çiğdemler düşmüş. Dilemiş ki:
– Çiğdem, artık gel! O güzel başını çıkar suya doymuş topraktan. Sözünü geçir Kış’a, gitsin artık bu ellerden…
Toprağın altında bu içten yakarışı duyan Çiğdem, çocuğa kayıtsız kalamamış ve Kış’a demiş ki:
– Bana bırak yaylayı, ovayı,
Nevruza bırak yalçın kayalıkları,
Sümbüle bırak vadi yamaçlarını…
Bunu duyan Kış, hemen Çiğdem’e seslenmiş;
– Özlediğim çiçeksin, Çiğdem… Bir işaretini bekledim nicedir… Gezdim, dolaştım… En kıymetlimi serdim yeryüzüne. Toprağı beyazla örttüm sen gelesin diye. Bekledim… Bekledim… Gelmedin. Ben de kaldırdım aktan ak, ipekten ipek örtülerimi, dağdan bayırdan. Şimdi gitmek zamanıdır, dedim. Ve sesini duydum çıtırdayan toprağın; arasından kendine yol bulurken… Gördüm ya, önce ürkek sonra mağrur sarı başını; ince boynunu. Gayrı giderim. Lâkin bir isteğim vardır senden!
Çiğdem, Kış’ın kendisini özlemesinden çok memnun; merakla ve sevgiyle sormuş:
– Nedir isteğin, söyle! Ey kökümün bereketi Kış… Söyle ki yapayım. Sen gitmeden, gönlünü alayım.
Kış bağışlamaya çoktan hazır;
– Bir kerecik rüzgârıma tak da gönder o hülyalı kokunu. Demiş.
İnce boyunlu, sarı Çiğdem:
– İste senindir. Bıraktım esen yele, götür gideceğin yere… Çiğdem böylece Kış’ı uğurlamış.
Ve günler geçmiş…
Bütün bu konuşulanlardan habersiz gözleri dünya gibi ışıl ışıl parlayan çocuk, özlediği çiçeklere kavuşmak umuduyla kırlara çıkmış. Düşünceli düşünceli yürürken, incecik, yepelek bir ses duymuş:
– Hey çocuk! Bu tarafa!
– Çiğdem! Beni kırmadın geldin demek.
– Aman gözünü dört aç! Usul usul yürü! Üstümüze basma!
– Bir değil, on değil, bütün arkadaşlarını getirmişsin. Güney yamaçları altın saçılmış gibi sapsarı olmuş… Var ol…
– E çiçek dökme vakti geldi mi, duramayız ki! Bohçamızı açar, yamaçlara çıkarız. Bu arada sen de bütün mahalleye haber salmışsın; çiğdem gezdireceğiz, diye.
– Evet.
– Hadi! Birkaçımızı topla da, mahalleye gidelim; çocukları şenlendirelim.
Tak tak tak…
– Halilll!
– Oğuz, sen misin?
– Benim ya! Dışarı çık hadi. Tepeden çiğdemleri topladım. Bir de çoktu ki… Sen ne yaptın?
– O iş tamam. Büyükçe bir iğde dalı kestim. Herkese haber verelim; yukarı mahalleyi ben dolanırım. Aşağıyı da sen dolaş e mi?
– Emeeel, çiğdemleri topladım. Büyük kapının önüne gelin! Neşe’ye de haber ver!
– Tamam. Bu sene pilavı kimin annesi pişirecek Oğuz?
– Selda’nın annesi söz vermiş. Beni oyalama! Diğerlerine de haber vereceğim. Çabuk gel!
Oğuz arkadaşlarıyla iş bölümü yaparken Çiğdem’i de hiç unutmuyormuş.
-Yaşasın! Bu sene çok kalabalık dolaşacağız Çiğdem.
– İyi ki beni seçtin onca çiçek arasından. Soğuk diye tepelere hiç çocuk gelmiyordu.
– Hah! Herkes toplandı, sen de çok heyecanlanma. Arkadaşlarına da söyle, boyunlarını hemen bükmesinler. Bohçalarınızı ıslak beze sarmıştım ya! Birazdan onu açacağım ve sizi iğde ağacına takacağız.
– Kuru dala çiçek olmak! Bu ilk kimin aklına gelmişti acaba?
– Bilmiyorum ama babaannemin çocukluk zamanında, mahalledeki bütün sokaklarda, sıra ile çiğdem gezmesi yapılırmış.
Çiğdem ile Oğuz böyle konuşadursunlar, Halil üç yaşından on üç yaşına kadar mahallenin tüm çocuklarını peşine katmış, getiriyormuş. Bir hay huy başlamış:
– Bu tarafa! Bu tarafa!
– İğde dalı da amma büyük, bunu ben taşıyamam.
– Merak etmeyin, ben taşırım. Ne de olsa içinizde en güçlünüz benim.
– Çok öğünme! Geçen günkü güreşi hatırlatmayalım sana.
– Leyla! Hadisene! Seyredip durma! Yardım et de, şu çiğdemleri takalım.
– Bunlar yetmez ki!
– Merak etme, portakal kabukları getirdim, nasıl olsa aynı renk. Aralara onları takarız.
– İyi ki çok toplamamışsın Oğuz. Çiğdemlerin soyları tükenecek diye çok korkuyorum.
– Amma da yaptın! Ben üç beş taneden fazla almaya kıyamam ki. Yoksa bir dahaki seneye çiğdemi nereden bulacağız?
– Bakracı getirdim, tereyağını buna toplayacağım.
– Bulgur için torba hani?
– Bende.
– Tamam Hasan. Odun veren olursa, onları da herkes taşır. Hazır mıyız arkadaşlar?
– Hazırıııız!
– Ben çiğdem dalı ile en öne geçiyorum, siz de peşimden gelin. Manimize başlayalım. Bir, ikii, üüç!
“Çiğdem çiğdem çiçecik,
Ebem oğlu köçecik,
Çaldan çuldan, bir kaşık yağdan,
Verenin altın saçlı oğlu olsun,
Vermeyenin kel başlı kızı olsun.”
– Niye kel başlı kızı oluyormuş? ‘Kel başlı oğlu olsun.’ diyelim.
– Ama mani böyle!
– Bize ne! Kabul etmiyoruz. Oğlanların başı kel olsun.
– Kızların saçı uzun olunca güzel oluyor ya, onun için söylemişlerdir.
– Vermeyenin kel başlı oğlu olsuuun!
– Hah! Türkan Yengegile geldik.
– Gelin bakalım. Bulgurunuz mu az, yağınız mı?
– Bulgur az, Türkan Yenge.
– Ondan getireyim, bekleyin…
– Yağımız da yetmez. Fadime Nene kapıyı açarsa ondan yağ isteyelim.
– Açın bakalım torbanızı; bulguru dökeyim. Eh, artık bana da bir kaşık pilav düşer herhalde.
– Yok öyle büyüklere, bu çocukların çiğdem pilavı.
– Muhannetlere bakın hele. Pişince sizden önce yiyeceğim.
Tık tık tık….
“Çiğdem çiğdem çiçecik,
Ebem oğlu köçecik,
Dam başında boyunduruk,
Dura dura yorulduk,
Çaldan çuldan, bir kaşık yağdan,
Verenin altın saçlı oğlu olsun,
Vermeyenin kel başlı kızı olsun.”
– Bak bak bir de dura dura yorulmuşlar, size bulgur da yok, yağ da!
– O zaman kel başlı kızın olsun!
– Yetmişinden sonra nerden kızım olsun, varın gidin!
– Odun bari ver Fadime Nene!
– Ben buldum da size kaldıydı.
– Vermezsen, kel başlı bir torunun olsun!
– Can damarımdan vurdunuz, gidin de şuradan iki odun alın hadi!
– Altın saçlı torunun olsun Fadime Neneee!
Önde Çiğdem Dalı, arkada mahallenin tüm çocukları neşe içinde o sokak senin bu sokak benim deyip gezmişler; çalmadık kapı bırakmamışlar…
– Çiğdem gezdirmeniz bitti mi?
– Evet, Zehra Teyze. Bulgur burada. Yağ? Hah! İşte şurada. Odunları da kuruluktaki ocağın yanına koyduk.
– Tamam çocuklar, kaşıklarınızı getirdiniz mi?
– Getirdik…
– Ateşi yakıp çiğdem pilavını pişirene kadar siz avluda oynayın bakalım. Oğuuz! Çiğdem dalını avluya getirin, öksüz gibi dışarıda kalmasın. Şöyle toprağa sokun da baharda açmış ağaç gibi olsun. Hem öbür ağaçlar ona görüp hevese gelir. Hem de bizi izler.
– Gel Çiğdem, şuradan bakalım. Hah! İşte, dalını toprağa ittim mi tamam. Burada sıkılır mısın?
– Yok sıkılmam. Beklemeye alışkınım… Güzelliğimi, renklerimi neye borçluyum zannediyorsun?
– Ben olsam, senin kadar toprağın altında bekleyemezdim.
– E, sen insansın! İnsan… Bir başka dünya… Benimkinden farklı ama benimle iç içe bir dünya… Ne o bensiz, ne ben onsuz… O bana hasret duydukça; ben daha bir coşkulu, daha bir tamamlanmış gelirim yeryüzüne. Yeter ki; beni hoyratlıktan saklasın. Parçalayan, ezen olmasın.
– Duman kokusu geliyor.
– Evet, etrafı iyice sardı. Neyse, birazdan geçer. Dumanın sonu aydınlık olur Oğuz. Bak, ateş parladı bile!
– Zehra Teyze ocağı yaktı…
– Alevler anılarımın yolunu aydınlattı. Şu zamandı diyemem ama belli ki yer gök soğuktu… Üşüyordum… Havanın azıcık ılımasını fırsat bilip, başımı toprak üstüne çıkardığımda insanların ısınmak için çare arayışlarını gördüm… Ateşle boğuşuyorlar, ona egemen olmaya çabalıyorlardı… Dün gibi hatırlıyorum Oğuz… İnsanlar yanımda yöremde bulunan bitkilerle, bazen de bizlerden birinin kökleriyle karınlarını doyuruyorlardı… Günlerde bir gün tohum, ademoğlunun elinden yere düşmüş ve toprağa gömülmüştü. Gel zaman git zaman tohum yeşerdi. Buğday oldu. İnsan bu, gördü ve aklına yazdı. Ekmesini de öğrendi, biçmesini de…
– Ve buğdayı öğüttü, bulgur yaptı…
– İnsanoğlu, özüne baktı; suyu gördü, toprağı bildi. Toprakla suyu kavuşturdu. Çamur kardı. Ateşe attı. Çanak çömlek, kap kacak yaptı…
– Zehra Teyze kulplu bakır tavayı ocağın üstüne koydu…
– Koyunun, insanlar gibi yavrusunu besleyebildiğini fark etti. Yaklaştı. Bir iki tekme yemesine karşın, onu sağdı. İçti, canına can kattı. Yetmedi, sütün yağını da çıkardı…
– Zehra Teyze, yağı kızdırıyor; cızırtısı buraya kadar geldi. Mis gibi koktu. Eee, sonra ne oldu?
– Artık ateş, yağ, buğday ellerindeydi. Geriye pişirmek kalmıştı.
– Ve Zehra Teyze bulgur ile yağı buluşturdu; suyunu ekledi, gerisini ateşe bıraktı…
– Eveet… Bu yıl da görevim sona ermek üzere, el ayak çekildikten sonra beni geldiğim yere, toprağıma gömer misin?
– Başüstüne! Güneş gibi sarı, annem gibi güzel kokulu çiğdem!
– Hadi ordan! Beni methedeceğine, arkadaşlarının yanına gitsene!
– Öyle deme! Bana çok güç geliyor, senden ayrılmak…
– Bizimkisi ayrılık değil, bunu böyle bil Oğuz! Canımız sağ olursa; bir dahaki seneye gene kavuşuruz. Hoşça kal…
– Sana eriştim derken tekrar gidiyorsun… Uğurlar olsun, Çiğdem…
Oğuz, bir yüzü ağlar bir yüzü güler ayrılmış çiğdemin yanından, gelmiş avluda oynayan arkadaşlarını yanına. Herkesin ağzının suyu akıyormuş ama çiğdem pilavı pişmek bilmiyormuş…
– Bir de karnım acıktı ki!
– Oooh, nefis kokular geliyor!
– Evet, ben dayanamayacağım, gidip bakacağım.
– Olmadı mı daha Zehra Teyze?
– Sabırsız olmayın. Hem biraz koklayın, daha iştahlı yersiniz.
– Anne, çok acıktım, bir kaşık tadına baksam?
– Olmaz!.. Hep beraber yiyeceksiniz!.. Git oynamana bak!..
– Aman anne! Sen de hiç insanı kayırmıyorsun.
– Sana ver, ona ver, ne kalır geriye? Pişmeden kimseye yok.
Çocuklar allem etmiş, kalem etmiş ama bir türlü Zehra Teyzelerini kandıramamışlar. Nenelerinden duydukları sabır sözleri akıllarında, oyunlarına devam etmişler. En sonunda Zehra Teyzenin beklenen sesi duyulmuş:
– Çiğdem Pilavı hazııır!.. Gelin kuruluğun altına. Hepiniz oturun bakalım, kilimin üstüne.
– Bana da yer açın.
– Az öte git Neşe.
– Deniz, gel burada yer var kızım.
– Büyük tabaklara koydum, birlikte yiyin çiğdem çiçeklerim benim!
– Annem duymasın da, çok lezzetli olmuş.
– Hepinizin emeği var ya o yüzden.
– Aaa! Annemgil geldi!
– Bize haber vermeden pilavı yemeye başlamışlar bile.
– Siz çocukken çok yemişsinizdir.
– Gelin, gelin, herkese yeter de artar.
İşte böyle… Çoluk çocuk, yaşlı genç tüm mahalleli, kurulukta serilen sofranın başına geçmiş, iştahlı iştahlı pilavlarını yemişler. İnce boyunlu, sarı çiğdem çiçeği, her hanenin az çok demeden, gönlünden kopanı verdiğini görmüş. Birlikte tutulan işin, yenilen aşın tadına doyum olmayacağını bir kere daha doğrulamış. İç huzuruyla oradan ayrılma vaktinin geldiğini fısıldamış Oğuz’a… Oğuz hem Çiğdemden ayrılacağı için üzgün, hem de yardım edeceği için sevinçliymiş. Onu, bir anne şefkatiyle sarıp sarmalamak için bekleyen toprağın ıpılık koynuna teslim etmiş. Geriye “Baharda yediğimiz pilavın lezzeti hâlâ damağımda” diyen çocukların şen sesleri kalmış…
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, Biri bu masalı düzene, biri anlatana, biri de dinleyenlere…

Süreyya Çetin

sureyya.cetin@edekitap.com
Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız