Otsukarcı ne kadar temiz yürekli olursa olsun her çürük dala basmayacak kadar da kurnazdı. Bu işin ucunda bir şeytanlık olup olmadığını aklına getirdi. Sabiha’nın gözlerine baktı. Bu iri kara parıltılar onu tâ yüreğine kadar bir kere daha titretti.
Ortalıkta kimsecikler yoktu. Gece yağan hafif bir yağmurdan sonra, hava açmıştı. Yemyeşil bebek sırtlarında serin bir rüzgâr, etrafa toprak kokusu yayıyordu. Ağaçlar, daha dökülmeyen yapraklar, ıslak ıslaktı.
İkinci Dünya Savaşının gazaplı günlerinde, yaşanan acıların, çekilen çilelerin ve dayanılmaz özlemlerin bulut bulut her yana yayıldığı, her gönülü yaktığı zulmet havasında, onca kötülüğe karşın iyiye tutunma çabalarını unutturmayan bir öykü.
Bizim orada kışın öyle çok kar yağar ki ta benim boynuma kadar çıkar. Her tarafı örter. Eğer ormana gitmek istesek, ancak boz at Alabaş’a binerek gidebiliriz. O, karları yara yara geçer.
Birinci Dünya Savaşında Rusya için savaşan kuzey Türk’ü bir subayın, Demir Ali’nin izleğinde, Türk yurtlarının ve Türklerin içinde bulundukları durum anlatılıyor.
Anlaşılıyor ki, ya kitabın yazıldığı yıllarda Türkçeyle kavga henüz başlamamış, ya da yazar bu kavgaya itibar etmeden bildiği, duyduğu, konuştuğu Türkçeyi tercih etmiş.
Lale İslam’ın remzi olmuşsa yani, Türkler de İslam’ı temsil eden bir kimliğe bürünmüştür. Türk denince İslâm, İslâm denince Türk’ün akla gelmesi işte bundandır.
Adil Yakubov'un başyapıtı olarak bilinen "Uluğbey'in Hazinesi", yazarın anlatım dilinin başarısının yanısıra, geri kalmışlığın, bilgisizliğin karşısında, Melik Şah ve Ömer Hayyam'dan yüz yıllar sonra bilime, özellikle gökbilimine sarılan bir anlayışı anlatıyor.