Yirmi Beş Yıl Oldu, Göremedim Canımı
–Babaaa… Babaaa…
Bu ses Muhterem ve Mükerrem kız kardeşlerin ağabeylerinin küçük kızı Saadet’in sesidir. Evlerini sel almış ve sel o denli güçlü gelmiştir ki, ”Baba” dediği büyük
babasının evini de sel suyu sarmıştır.
Saadet’in büyükbabasının evinde, sabahın erken vakitlerinde, “babaa, babaa” çığlıkları önce çok uzaklardan geliyormuş gibi işitilir ama
evdeki Muhterem ve Mükerrem kardeşler, bu sesin çok yanık geldiğini, kendilerini de bir tehlikenin beklediğini düşünürler.
Muhterem ve Mükerrem kardeşler oldukça varlıklı ve aynı zamanda âlim bir zatın kızlarıdır. Onlar Afganistan’ın kuzeyindeki Şibirgan kentinin Kızlayak köyünde
yaşıyorlar. Kızlayak köyünün güney batısında ve köyün girişine denk gelen evlerinin etrafı, kale surları gibi kerpiç duvarlarla örülüdür. Sesin geldiği, Muhterem ve
Mükerrem kardeşlerin büyük annelerinden olan ağabeylerinin evi ise tam güney tarafında, yani evlerine bitişik vaziyette bulunmaktadır.
Gerçi sel sularının kokusu ortalığı kasıp kavuruyordu. Selin geldiğini bu keskin kokudan anlamak mümkündü. Ancak selin ilk kısmı zayıf geçmiş eve bir zarar vermemişti.
Bitti zannedilirken ikinci defa güçlü bir akıntı gelmiş ve herkesi tam uyku zamanında yakalamıştı.
İlk olarak evin güney batısındaki bahçe duvarı yıkılır. Çok büyük bir gürültü ile yıkılan duvarın arkasından, kahve renge bürünmüş bulanık sel suyu, büyük bir dalga ile
evin avlusuna dalar.
Neler olduğunu anlayamayan Muhterem ve Mükerrem birbirine sarılırlar, sel suyunun dalgalarla avlunun içine dolduğunu görürler. Giderek çoğalan su, evin etrafını da
sarmaya başlar. Bu sırada evin üst kısmına sığınan Mükerrem ve Muhterem kardeşler, suyun üzerinde yüzen odun yığınlarıyla birlikte bir sürü tavuğun büyük bir
gürültüyle çırpına çırpına geldiğini görürler. Hallerine gülsünler mi ağlasınlar mı bilemezler.
Çamurdan Çıkan Adam
Derken büyük bir leğene konulmuş gibi un topaklarının evin etrafından dolaştığını fark ederler. Halıların, keçelerin, evde ne varsa suyun üzerinde yüzmeye başladığına
şahit olurlar. Çok korkmuşlardır. Tam bu sırada evin kuzey doğu tarafındaki bahçe duvarında bir delik açılır. Bahçenin içinde biriken sular delikten dışarıya boşalmaya
başlar ve epeyce bir akıntıdan sonra çamurların içinde bir kımıldanmanın olduğunu görürler. Bu hareketlenmenin ne olduğuna anlam veremezken, aniden birinin
yekindiğini ve yürümeye başladığını gören kardeşler çok korkarlar ve avazları çıktığınca bağırırlar.
Çamura belenmiş bir adam, elindeki belle yavaş yavaş ayağa kalkar ve kızının adını, Oğulşaah diye çağırır. Kızım, kızım diye bağırmaya başlar. Derken, suyun itmesiyle
evin avlusunun diğer duvarına kadar sürüklenir. Buradan da bir çıkış yeri bulamayınca, duvarı elindeki belle kazmaya çalışır. Tabi, büyük avluda sel suyu iyice biriktiği için
adam duvarı delince su aniden dışarı akar. Adam da ister istemez sel suyunun altında kalır. Suyun şiddetiyle epey sürüklenen adam döner yine evin avlusuna gelir.
Muhterem ve Mükerrem kardeşler adamı bu halde görünce in midir, cin midir anlayamazlar ve çok korkarlar. Oysa Oğulşah, evin ikinci oğlu Server‘in gelinidir. Yüzü gözü
çamura belenmiş adamcağız ise sel geleceğini tahmin etmiş ve kızının yanına koşmuştur.
Neyse ki korkulan olmaz, ev ve çevresi harap olur ama herkes kurtulur.
Felaketin Büyüğü Selden Sonra Gelir
Evleninceye kadar bu evde yaşayan iki kız kardeşin daha pek çok macerası, hüzünle veya sevinçle anlatacakları anıları olmuştur.
Zaman geçer, iki kız kardeş büyür. Muhterem ve Mükerrem kardeşler evlenirler ve mutlu bir aile hayatına başlarlar. Onlar sele kaptırdıkları evlerinin akıbetini artık gülünç
bir olay diye sıkça anlatırlar, kendi çocuklarına; çocukluk günlerinde geçen ve neşeyle hatırlanan anılar gibi.
Ta ki Rus ordusu 1979 yılında Afganistan’ı işgal edinceye kadar.
Sel sularının baskınıda oturdukları ev gibi bulundukları bölge de Rusların Afganistan’ı işgali sırasında kullanacakları güzergâh üzerindeydi.
İki kız kardeşin dedesi ve babası Bolşeviklere karşı yirmi bir yıl boyunca burada amansız mücadele vermişlerdi. Şimdi sıra kocalarına gelmişti. Rus işgaline karşı
gösterilen direniş iki kız kardeşin başına çok sıkıntılar açacaktır. Günler geçer aylar geçer, azıcık bir huzura kavuştum derken, o eski dönemde yaşadıkları sel kâbusunun
on misli başlarına gelir. Kocaları tutuklanır, mücahit oldukları için çeşitli işkenceler görürler.
Ayrılık Rus İstilasıyla Başlar
Muhterem tam o dönemde bir çocuk daha dünyaya getirir. Mükerrem onun yardımına koşar, ta ki kırkı çıkıncaya kadar. Muhterem’in dört oğlan üç kız, yedi çocuğu,
Mükerrem’in ise dört kız çocuğu vardır. İki kız kardeş bu anlarını çok arayacaklardı. Çünkü Muhterem bu beraberlikten sonra kaçarak Pakistan‘a geçmiştir. Hatta
Pakistan’a kaçılacağı bilinirse eşinin tutuklanma durumu olduğundan diğer aile bireyleriyle ve kız kardeşi Mükerrem’le bile vedalaşamadan gitmişti. Böylece iki kız
kardeşin ayrılığı başlamış oluyordu.
Uzunca bir süre Muhterem Pakistan’da, kardeşi Mükerrem ise Afganistan’da, birbirlerine hasret yaşarlar.
1982 yılında Muhterem ailesiyle birlikte Türkiye‘ye geçer.
Mükerrem ve ailesi ie zorunlu olarak Afganistan’da kalmaya devam ederler.
Muhterem ayrılık ve gurbet acısı çeker.
Mükerrem eziyet ve zulüm çeker; Rus zulmü, iç savaş ve Taliban dönemi derken, çileli bir hayat yaşar.
Yıllar geçer…
Aynı Öykü, Aynı Sözler
Muhterem’in büyük oğlu okur, Türkiye’de iş hayatına atılır. Annesinin çektiği acıların tanığı ve onun dert ortağı olan oğlu, bu ayrılığa bir çare bulmanın arayışına girer.
Parçalanan ailesini bir araya getirmenin, daha da önemlisi annesiyle teyzesini buluşturmanın yolunu arar ve sonunda karar verir: Teyzesinin kızıyla evlenecektir. Hem de
hiç tanımadığı, görmediği teyzesinin kızı ile evlenecektir.
Bu niyetle kalkar Afganistan’a gider ve iki kız kardeşin aralarındaki ayrılığın daha fazla uzamaması için teyzesi Mükerrem’in kızı ile bir çırpıda evlenir. Teyzesinin kızıyla
aradaki mesafeyi kapamanın yollarını arayan güveyin aklına annesinden dinlediği bir olayı anlatmak gelir. Sanki olayı yaşayan oymuşçasına heyecanlı bir tavır ve ustaca
bir anlatımla başlar konuşmaya;
-Babaaa… Babaaa…
Bu ses Muhterem ve Mükerrem kız kardeşlerin ağabeylerinin küçük kızı Saadet’in sesidir. Evlerini sel almış ve sel o denli güçlü gelmiştir ki, ”Baba” dediği büyük
babasının evini de sel suyu sarmıştır.
Önceleri dikkat ve merakla eşinin anlattıklarına kulak veren gelin, ikinci cümleden sonra başlar gülmeye. Güveyin ne olduğunu anlamaya çalışan şaşkın bakışlarına
aldırış etmeden devam eder; Bu sırada evin üst kısmına sığınan iki kardeş, suyun üzerinde yüzen odun yığınlarıyla birlikte bir sürü tavuğun büyük bir gürültüyle çırpına
çırpına geldiğini görürler.
Birlikte kahkahalarla gülmeye başlarlar. İkisinin annesi de aynı öyküyü anlatmıştır onlara, hem de hemen hemen aynı cümleler ve ifadelerle. Birbirlerini ilk kez düğün
zamanı gören teyze çocuklarını geçmişte annelerinin yaşadıkları ve çocuklarına anlattıkları öyküler daha da yakınlaştırır. İki teyze çocuğu, yeni gelin ve güvey önce
Türkmenistan’a oradan da Türkiye’ye gelirler, bin bir anıyla birlikte.
Ve Yolculuk Başlar…
Gelin gelmiştir ama teyze hâlâ Afganistan’dadır. Gerekli işlemlerin tamamlanması ve Afganistan’daki teyzesinin Türkiye’ye gelmesinin önündeki engeller bir bir kalkınca,
yeğen, zor işi başarmanın sevinciyle rahat bir nefes alır.
Sonunda iki kız kardeş Türkiye’de buluşabileceklerdi.
İki kız kardeşin birbirini en son gördükleri tarihten bu yana tamı tamına yirmi beş yıl geçmiştir.
Ve yolculuk başlar.
Mükerrem Türkiye’ye gitmenin şaşkınlığını ve büyük sevincini yaşar. Onun için günler yıl, saatler gün gibi gelmeye başlar.
Önce karayoluyla Türkmenistan’a geçilir, çünkü Şibirgan ve Kızlayak oraya Kabil’den çok daha yakındır.
Ancak Türkmenistan’dan geçerken girişte neredeyse on saat bekletilir. Çünkü Afganistan’dan Mükerrem’e verilen turist vizesidir. Oysa yeğeni onun için resmi davetiye
çıkardığından resmi vize verilmesi gerekiyormuş. Bu durumu nasıl çözeceklerine anlam veremeyen Türkmen yetkililer, Mükerrem’i uzunca süre ve çileli bir şekilde sınırda
beklettikten sonra sorunu çözerler; Aşgabat’a geçişine izin verirler.
Aşkabat’tan hemen Türkiye’ye, İstanbul’a doğru yola çıkılır.
İstanbul’a gelen Mükerrem bir kez daha büyük şaşkınlık yaşar. Bu kez beklemek şöyle dursun, havaalanındaki görevlilerin sıcak karşılamaları ve hiç bekletilmeden giriş
yapması onun çok tuhafına gider.
Hani Türkmenistan’a giriş yaparken on saat bekletilmişti ya; Mükerrem zannetmişti ki her yabancı ülkeye girişte insanlar en azından beş on saat bekletiliyor. Burada da
bekletileceğini zanneder, ancak hiç düşündüğü gibi olmaz.
Memnundur.
Sanki ablasının evine girmişti, hiç bekletilir miydi?
O Türkiye’ye adımını attığı anda artık ablası Muhterem’in sıcaklığını hissetmişti. Sanki ablasının evine girmişti, hiç bekletilir miydi?
Oysa daha İstanbul’daydı ve ablası ile arasında araçla on iki saatte gidilen bir mesafe vardı.
1982 yılında Kenan Evren tarafından Türkiye’ye gelmeleri sağlanan ablası Muhterem ve ailesi, Tokat‘ın Yeşilyurt ilçesine yerleştirilmişti.
Yeğeni, akşam bineriz, sabaha Tokat’tayız demişti. Saniye bile yıl gibi geliyordu ama sabrın güzelliğini öğretmişti hasret dolu yıllar, sabrederdi yine.
Yeğeninin söylediği gibi oldu, İstanbul’dan Tokat’a akşam saatlerinde yola çıktılar.
Sabaha kadar gözlerini kırpmadı.
Arada sırada, ablası ile buluşmasına vesile olan yeğenine öyle bir anlamlı bakışı vardı ki adeta gözleriyle teşekkür ediyordu.
Yollara bakıyor, bitmek bilmiyor.
Yollar uzadıkça uzuyor.
Olsun. Mükerrem ablasına kavuşacak ya. Uzaklara bakıyor, her dağın ötesinde kendisini dört gözle bekleyen ablasının yanına vardığını düşlüyor; onun abla sıcaklığını,
anne şefkatini duyumsuyordu.
Sonunda Tokat’a geldiler.
Hemen ablasını karşısında göreceğini sanan Mükerrem’in, buradan da Yeşilyurt ilçesine gitmesi gerekiyordu. Yani önünde kırk beş dakikalık bir minibüs yolculuğu daha
vardı.
Mükerrem yeğenine bakarak, ”Yine mi?” dedi.
Çaresiz, yeni yolculuğa başladılar.
Geldiler…
Artık onun heyecanı doruklardaydı ve gizlenemez bir hâl almıştı. Neyse ki bu kez yolculuk kısa sürecekti. Nitekim biraz sonra yeğeni, ablasının oturduğu evleri, ta
uzaktaki evleri gösteriyordu.
Geldiler.
Yeşilyurt’un hemen girişinde, Türkmen göçmenler için devlet tarafından tahsis edilen evler artık onun için bir anne kucağı, baba ocağı, abla şefkati olarak görünüyordu.
Yeğeniyle birlikte ablasının oturduğu evin duvarlarına yaklaştılar, büyük bir demir kapıyı coşkuyla çaldılar.
Kapının arkasında günlerdir, heyecanla bekleyen gözünü kırpmadan kardeşine kavuşacağı anı bekleyen Abla Muhterem’de meraklı ve heyecanlıydı. Dile kolay, yirmi beş
yıldır göremediği, kokusuna hasret kaldığı kardeşi geliyordu. Her tıkırtıyı evinin demir kapısının çalınması zannediyordu. Sonunda sabah saatlerinde kapı gerçekten de
çaldı. Muhterem ilk anda ne yapacağını bilemedi; yüreği davul gibi güm güm vuruyor, elleri ayakları titriyordu.
Kapıyı çocukları açtı ve o kapıda sanki kendisini gördü: çizgileri çoğalmış çileli bir yüz ve yüreğine hasret yumağı çökmüş kardeşi Mükerrem orada öylece duruyordu. İki
kardeş ağlayarak birbirine sarıldılar.
Dakikalarca birbirine kenetlenmiş olarak ağladılar.
İki kardeşin kavuşma anını gören herkes ağlıyordu.
Yirmi beş yıllık hasretin biriktirdiği çileler gözyaşlarıyla yunuyordu sanki.
Sonunda annesiyle teyzesinin acılarını sinesinde toplayan güvey teyzesi Mükerrem’in, üzüntüleri sevinçlere çevirmeye ahdetmiş gelin ise teyzesi Muhterem’in kolların
girdiler ve acıların yuvalarının dışında kalması dileğiyle demir kapıyı örttüler.
Murat Dağdemir
20 Aralık 2020 at 22.28Elinize emeğinize sağlık, ne kadar güzel anlatmışsınız 👍👌👏👏👏