Title Image

Hakka Sığındık

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hakka Sığındık

İspanyol gribinin dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda İstanbul bir yandan yangınlarla, bir yandan da salgın hastalıklarla kavrulmaktadır. Zengin fakir ayırt etmeyen hastalık, yoksul evlerine de zenginlerin köşklerine de sıçrar, girdiği hanelerden birkaç can almadan çıkmaz.

 

Haksız kazançla zengin olanların batıl inançlarından ve korkularından faydalanmak isteyenlerse evlilik iddiasıyla bir düzen kurup çıkar sağlamanın peşindedir.

 

Hüseyin Rahmi Gürpınar, çelişkilerle ördüğü romanında bir dönemin bütün aksaklıklar göz önüne sererken okuru nefes nefese bir poliye ile baş başa bırakıyor. (Arka Kapak Yazısı)

HAKKA SIĞINDIK'tan...

Hacı Hurşit sıcak hamamda rahatı bulunca bol bir terlemeyle uzun bir dalış dalmış, öyle zamanına kadar deliksiz bir uykuya varmıştı. Onun kalbinde namaz vakitlerini kendine hatırlatan sanki bir çalar saat vardı. Ne kadar derin uykuda olsa namaz zamanı çalar, onu uyandırırdı. Bu alışkanlıkla Hacı uyandı. Öğle namazını hamamın soğukluğunda eda etti. Vakayı aydınlatmak için meraktan duramayan Hacı Ferhat Efendiyle komşusu Hafız İshak Efendi hemen hamama, mübarek adamın yanına koştular. Hacı uzun uzun dualardan, tespihlerden sonra ziyaretçilerini karşılayarak güler yüz gösterebildi.

Hane sahibi soruyordu:

– Ya Hacı Hurşit, bu ne hal? Sizi kim soydu böyle? Arabayı nerede bıraktınız?

Hacı ufak bir dua mırıldandıktan sonra:

– Efendim, Allah emreder, kul yapar. Bu kaderin bir cilvesi… Abdal Veli Hazretleri bu gece bizi bir imtihan etmek istedi. İşte bu kadar!

– Fakat nasıl oldu?

– Nasıl oldu? Oldu… Kaderullah…

– Sizi kim soydu canım?

– Nenize lazım efendi, bizi kim soydu? Soydu… Sırası gelecek hepsini anlatacağım…

– Sırası ne vakit gelecek?

– Şimdi beklediğim bir şey var. O ortaya çıksın. Ondan sonra…

– Nedir beklediğin?

– Arabayı, giysileri Hazret-i Abdal hemen geri gönderecek. Manevi alemde bana şimdi malum oldu.

– Nasıl malum oldu?

– Apdal Veli Hazretleri bizzat rüyamı teşrif buyurarak, “merak etme Hurşit, çalınan eşyalarınızın hepsini şimdi konağa gönderiyorum” müjdesinde bulundular.

– Sizi soyan Abdal Veli midir?

Hacı büyük bir telaşla:

– La… Haşa… La… Haşa…

O esnada içeri hizmetkâr Ahmet girerek:

– Efendim müjde, araba geldi.. Eşyalar da hep içinde…

– Kim getirdi?

– Polisler…

Ferhat ve İshak efendiler pek büyük, dindar bir hayretle, ikisi bir ağızdan:

– Ya Hacı Hurşit… Sen de ermiş olmaya namzet bir adamsın.

Hacı hemen şükür için secdeye kapanarak tekbir getirir.

 

***

 

Apdal Veli hazretlerinin bu son kerameti karşısında efendiler, gözler dalmış, parmaklar dudaklarda, hayret içinde kalırlar. Tekrar amenna ve saddakna, fakat Narin Hanım’ın hafifçe başlayan hastalığı birden bire fazlalaşır… Evliya hazretleri aileyi çok çetin bir tecrübe ve imtihandan geçirmek mi istiyor? Doktorlar son tedavilerle meşgulken ikindi üzeri postacı, Hazret’ten bir mektup getirir. Zarfı açarlar. İçinden hastaya tütsü verilmek için ufak ufak kesilmiş kağıtlar çıkar.

 

“Kafiyeli ihtar mektubunda tarif edildiği şekilde davranıla” uyarısından başka bir ifade görülmez. Açıklanan şartlara uyarak her ezan vakti tütsülere devam olunur. Lakin garip hal, her tütsüden sonra hastalığı daha ağırlaştıran tersine bir etki görülür. Baba şefkati kabarır. Zavallı Hacı Ferhat Efendi, Apdal Veli Hazretlerinin kutsallığı hakkında kuşkuyu tehlikeli görmekle beraber kızının hastalığının akibetinden endişeye düşmekten de kurtulamaz.

 

Hacı Hurşit’le arabacı Osman ve hizmetkâr Fettah’ın hamamda akşama kadar istirahatlerine müsaade edilir. O gece bu üç kişinin maceralarını dinlemek üzere neredeyse bir divan kurulur. Polis komiseri davet edilir. Çünkü Hacı ve Hafız efendiler tarafından ilk önce işin gizli tutulması kararlaştırılmışsa da arabayla Abdal’ın makamına gönderilenlerin yalınayak başı kabak dönüşleri mahalleye dedikodu salmış, alemin merakını artırmış, yorumlara yol açmış, işin gizli tutulacak yerini bırakmamıştı. Bir de arabayla eşyaların geri gelmesinin kimsenin manevi himmeti ile değil ancak polis komiserliğin uyanıklığı sayesinde olduğunu Medhi bey kayınpederine açıkça anlattı. Bunun için o akşamki açıklamada komiserin bulunması gereğini bildirdi. Damat Nihat ve Medhi beyler de hazır bulunur. Akşam yemeğinden sonra konağın büyük bir odasında dinleyiciler toplanır.

 

Keyif vericilerden yalnız çay içmenin günahından korkmayan Hacı Hurşit Efendi’yi neşelendirmek için bu içkiden titrek eline birbiri üzerine birkaç bardak sunulur.

 

Gıcır gıcır abdesti ile yeni hamamdan gelmiş bu mübarek adam, en yüksek bir sedirin üzerine çıkar. Mestlerini birbirine sürterek ince bir gıcırtıyla diz çöker. Vaaz verir gibi besmeleyle macerayı şöyle anlatmaya başlar:

 

– Buradan arabaya bindik. Rabbim kabul eylesin, güzergâhımızda kabirlere rastladıkça sağa sola fatiha okuyarak yolumuza devam ederek sonunda Abdal’ın makamının yanına vardık… Rabbi temmim bi’l-hayr… Arabadan indim. Yönümü kıbleye döndüm. Yürüdüm. Yürüdükçe makamın tatlılığı, heybeti kalbimi sardı. Hazretin maneviyatı bana karşı çıktı. İçten bir gurur ve sevinçle titredim. Kafiyeli ihtar mektubunda tarif buyurulduğu üzere kabristana yaklaştım. Karanlığa gözlerim alıştı. Gökten yıldızlar bana yolumu işaret ediyorlar, baykuşlar hoşgeldin diyorlar etrafımda gözlere görünmez köpekler yürüyorlar, mezarlardan ölüler kemik kafalarıyla gülüyorlardı. Bir yetim ağlaması, ayrılık acısı çeken bir anne ağıtı duydum. Durdum. Ölüm hayattan mı yardım istiyordu? Hayat ölüme mi sığınıyordu? Bilmem…

 

– Sokaktan itibaren saydım. Dördüncü ve beşinci selvinin arasına geldim. Zaten yüzüm doğuya dönüktü. İki yanımdan, bir dev, öteki cüce iki gölge, iki gece kılavuzu gibi sağ ve solumdan yürüdüler. Bana apdalın mağarasının girişini işaret ettiler. Fesuphanallah, meydanda gölge vardı, cisim yoktu. Sanki maddi âlemden olmayan iki mahluk… Kılavuzlara uydum, yürüdüm. Yakınımdan çok hazin bir nağme ile Felak Suresi’nin okunduğunu işittim. Kulaklarımı Kur’an-ı Kerim sesi doldururken burnuma bir misk ü amber kokusu yayıldı. Yüreğimden manevi bir coşku geldi. “Vemin şerrin gasikın izavekab” âyeti kerimesini birlikte okudum. Sanki ruhum gecenin karanlığı içinden, kılavuzlar arasında, bir tecelli kaynağına kavuşmaya gidiyordu. Etrafım karanlıktı ama gönlüm nurla doluyordu. O ferahlık, daha doğrusu o manevi haşmetle birkaç adım daha yürüdüm. Abdal’ın mağarasının heybetli ağzı karşıma çıktı. Gece karanlığından daha kesif, katran gibi, ihtişamlı bir daire… Doğrusu orada ruhum irkildi. Çünkü geceden daha geceye geçecektim. Bu tereddütüm saygımdan ileri geliyordu. Yürüyüp geçeceğim, basacağım yerlerin her bir karış mübarek toprağı benim için Mukaddesti. Belki bir küstahlık ederim korkusu kalbimi eziyordu. Bu endişem Abdal Hazretlerine malum oldu. Yumuşak, hoş kokulu bir el sağ omzuma dokundu. Tatlı, berrak, kutsal bir ses, “Yürü ya Hurşit” dedi.

 

– “Lebbeyk ya Abdal” nidasıyla yürüdüm. Mağaranın sağ duvar tarafına elimi uzattım. Adımlarımı sayıyordum… Bir… İki… Üç… Tam yedincide mübarek zembili buldum. Elimi koynuma soktum. Emaneti çıkardım. Besmeleyle mübarek zembille bıraktım. “Oh… Teslim hizmetim son buldu” dedim. Sevindim. Karanlık içinde ben o rahatlamayı yaşarken, fesuphanallah, birden bire sanki yıldırımla gök gürültüsü oldu, hemen bir şimşek çaktı. Arkasından şark şark bir şey şakladı. Yakınımda bir yere indi sandım. “Acaba bir küsur mu ettim? Bu uyarı işaretleri benim için mi gönderiliyor?” diyordum. Fakat yıldırımın o çok kısa aydınlatma anında etrafımda şahit olduğum güzel ve korkunç manzarayı hiç unutamayacağım… Mağaranın en ileri ucunda birbirine gayet sıkı sarılmış bir gılmanla bir huri gördüm. Bu iki cennet mahlûkunun şeffaf vücutları içinde ruhlarının birbirine atılışı fark ediliyordu. Bu zevk cümbüşü iki maddi vücut arasında olsa bir hata, bir günah, belki bir utanç teşkil edebilirdi. Lakin onlar… Biri gılman, biri huri ve orası Abdal’ın makamı… Bu manzaraya başka mana vermek Hazretin kutsallığından şüpheye düşmek değil midir? Hâşâ… İnsan yüzeysel bakar. Her şeyi üstünkörü görür. Derinine inemez. Bu uzun hayatta insan gözü neredeyse daimi bir körlük halinde bulunur. Fakat ne gariptir ki yine o aynı göz, birkaç senede göremeyeceği şeyleri bir saniyelik bakışla gözlemliyor. İşte bana da öyle oldu. O şimşekin çok hızlı ışığında bu iki cennet sakininden başka iki de cehennem zebanisi gördüm. Bu iki ifrit mağaranın girişinde karşı karşıya duruyorlardı. O ne dehşetli kulaklar, o ne korkunç dudaklar. Şimşek ışığı sönünce evvelkinden kesif bir karanlık içinde kaldım. Meleklerin sarmaş dolaş olmaları güzeldi, ama ifritlerin korkunç kulakları gözümün önünden gitmiyordu. Mağaradan çıkmak için mutlaka onların yanından geçilecekti. Yürümek istedim. Korkudan bacaklarım beynimin verdiği “yürü” emrine itaat etmiyorlardı. Çünkü ifritlerinin dehşetinden bihaber içeri girmiştim. Fakat şimdi bile bile önlerinden geçemiyordum. Kendimi dürttüm. Yumrukladım. Hayır… Ayaklarım makinası bozulmuş bir vapur gibi kumanda almıyordu. İfritler homurdanmaya başladılar. Ben de soğuk, sıcak, karışık terlemeye… Korkudan bunalıyordum. Fakat mümkün değil, yarı belimden aşağısı işlemiyordu. Aman yarabbi, iki ifrit görmekten bu hale geldim. Yarın ahirette zebanilerin ellerinde ne yapacağız? Bu ısrarım ve ayaklarımın kafama isyanı derhal Hazreti abdal’a malum oldu. İki kuvvetli kol beni yakaladı mağaradan dışarı çıkardı. Burnumu iğrenç bir koku sardı. Bir de dikkat ettim ki ne bakayım… İfritin kucağındayım… O saatte kendimi kaybettim. Ne kadar zaman baygın kaldım bilmiyorum. Beni tartakladılar, uyandım. Gözlerimi açınca kendimi upuzun yatmış buldum. Vücudumda gezinen birkaç el beni çabuk çabuk soyuyorlardı. Hayretle sordum:

 

– Emr-i Hak mı vaki oldu? Burası teneşir mi? Beni gasil için mi soyuyorsunuz?

Bu soruma gülüştüler. Cevap vermediler. Tekrar ettim:

– Söyleyiniz, Ölü müyüm, diri miyim? Burası ahiret mi, dünya mı?

Yüzlerini seçemiyordum. Seslerini işitiyordum. Birisi cevap verdi:

– Hacı Baba sus… Sen öldün… Burası ahiret… Bu urbalarla gömülürsen sonra mezarda uzun sual cevap var…

– Allah sizden razı olsun… Dünya malı leştir. Beni kurtarınız. Münkereyn’e sual cevabım kolaylaşsın.

– Şimdi harp zamanı, seni saracak kefenimiz yok. Donunu, gömleğini üzerinde bırakıyoruz. İnsan dünyaya çırılçıplak gelir. Çok küçük bulunduğu için zararı yoktur. Lakin bu yaşta ahirete cascavlak gitmesi ayıptır… Bir nazırın karşısına redingotsuz çıkılamazken en büyük divana çırçıplak nasıl gidilir?

 

Beni soyanların iki cihan teşrifatını da bilen kimseler olduklarını anladım. Olumsuz bir cevap almak felaketinden titreyerek sordum:

 

– İmanı kurtarabildim mi?

İçlerinden birisi çokça gülerek:

– Ceplerindeki paralarınla, urbaların ve yeni mest kundurularından başka her şeyi kurtardın. Hatta en’amını, misvakını, takvimini, tesbihini de bırakıyoruz. Onlarla beraber gömüleceksin. Sevabı vardır.

– Teşekkürler ederim.

– Ne iyi bir adamsın. Kaba soğan soyar kadar kolay soyuluyorsun!

Beni yalnız iç çamaşırıyla bıraktıktan sonra yine gülerek:

– Vazifemiz sona erdi. Biz gidiyoruz. Allah taksiratını af ve Münkereyn sual cevabını kolay ve seni de bu mezarlığa baş imam eyleye. Şimdi gassal gelecek. Dikkat et. Üstündekileri çaldırma. Şu zamanda dünyada ölü soyuculara don ve gömleğini kaptırmamak, bir insan için ahirette imanı kurtarmak kadar mühim ve müşküldür.

Bu iftardan sonra tesbihi elime tutuşturarak:

– Al bunu, dünyada tamamlayamadığın dert ve bela kaldıysa onları da ahirette çek! dedikten sonra kahkahalarla fakat rüzgâr gibi hızla savuştular.

 

Bir müddet bekledim. Gelen giden olmadı. Ölü üşümez derler, lakin ben donuyordum. Beni sıcak suyla yıkarlarsa ısınırım ümidiyle bekleyişim uzadı. Diri evinde, ölüm mezarında gerek… Bir ayak evvel ahiret bucağıma sokularak öbür dünyanın rahmet ve rahatına ermek istiyordum… Ah, anladım. Bunlar bana hep Hazreti Abdal’ın cilveleriydi. Zaman uzadı. Soğuk arttı. Titreme de öyle… Abdal’ın rahmetine sığınarak söylüyorum. Cilve soğuklaşıyor, imtihan ve tecrübenin soğukluğu iliklerime işliyordu. Elimdeki tespihle “Ya Sabır” çekiyordum. Bilmem kaç yüzü buldu. O aralık yanımda bir karartı peyda oldu. Sordum:

– Beni yıkamaya mı geldin?

– Sen kimsin?

– Mezara gömülmeyi bekleyen bir ölü…

– Mezarından niye çıktın?

– Daha gömülmedim.

– Ölü laf söyler mi?

– Hazreti Abdal’ın mucizesiyle ben söylüyorum.

– Vay Hacı Hurşit!…

– Vay oğlum Osman!…

Tanıştık. Osman da benim gibi bir ton, bir gömlek, yellim yelalekti.

 

Hikayesinin mühim kısmı burada sona eren Hacı Hurşit sustu. Yorgunluk alıyordu. Vakayı dinlerken ikide birde not defterine bir şeyler kaydeden polis komiseri, anlatıcının birkaç dakika dinlenmesine müsaade ettikten sonra:

– Hacı Efendi, lütfediniz, bir şey soracağım.

– Buyurunuz evlat…

– “Abdal’ın mağarası” dediğiniz yerde evliya hazretlerinin kendini görmediniz mi?

– Hayır efendim…

– Mağaranın dibinde görmüş olduğunuz huri ile gılman hayal miydi hakikat miydi?

– İyice emin misiniz?

– Sizi şimdi nasıl görüyorsam onları da öyle gördüm.

– Pekala… Bu huri ile gılman’ı başka bir yerde görseniz tanıyabilir misiniz?

– Hay hay…

– Demek çevrelerinin eşkâli hafızanıza resmedilmiş kaldı…

– Tamamıyla…

(S. 56…)

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler öykü anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Öyküleme ilgi çeker, yaşam biçimlerini tanıtır; okuyanda, dinleyende görkemli ortak tin yaratır. Binlerce yıldır biriken öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız