Bu Toprağın Kızları
Asıl adı Hüseyin Avni olan Aka Gündüz, Mustafa Kemal Atatürk gibi Selanik’te doğan, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale öyküsünün geçtiği Serez’de çocukluğunu yaşayan bir Türk Aydını.
Yazarın yapıtlarından esinle sinema uyarlanmış “Allah Kerim”, bir Türk kızının kişilikli tutumunu ortaya koyarken, “Bu Toprağın Kızları” madalyonun öteki yüzünde yaşanılan düşüklükleri ve nedenlerini aktarır.
Sokak Kızı, Salon Kızı, Kendi Kendinin Kızı, Bu Toprağın Kızı bölümlerinden oluşan romanında, kirli düzenin içinde yaşamak zorunda bırakılan toplumu; tepeden tırnağa yerleşik iki yüzlü tutumunu, “kötü yola düşmüş” kızların yaşadığı gerçekler üzerinden sorgular.
Bir Türk devletininin yıkılışına, yenisinin kuruluşuna tanıklık eden kuşağın etkili yazarı Aka Gündüz, sorumluluklarını yerine getirmeyen, tüm değerleri çürüten töresizlerin, yalancı evrenlerini açık, yalın sözlerle eleştiren bir yaklaşımla gerçek dünyanın hastalıklarını görünür kılar.
Olumsuzlukların sonuçlarını yaşamak zorunda bırakılan toplum kesimlerinin iç döküşlerini, toplumun çürüme sürecinin ayrıntılarını, aşağıdan yukarıya, toplumu var eden katmanların arasındaki “kızlar”a anlattırır.
BU TOPRAĞIN KIZLARI'ndan
O gün ve o gece annem misafir kabul etmedi. İyi haber almışlara mahsus bir neşesi vardı. Akşam yemeğinden önce iki viski içti ve bana da içirdi. Yemek sonunda Tripl sek şampanya açtırdı. Karşı karşıya içtik, içtik, içtik… Benim başım dönüyor, yanaklarım kızarıyordu. Nihayet dayanamadım. Odama çıkmak istedim. Annem koluma girdi:
– İlk defa seni ben yatıracağım.
Dedi ve kendi eliyle soydu, soydu ve yatırdı. Ben zevkli sarhoşluğumun arasında şaşkınlık ve heyecan içindeydim. Rahatsız olmamasını rica ettim, dinlemedi. Sonra beni rahatsız etmemesini rica ettim. Yine dinlemedi, kulağımın dibinde uslu durmayan dudakları şunu mırıldandı:
– Seni ben kendim için büyüttüm!
Buhran değil, humma değil, kâbus hiç değil… Tutulmaz, görülmez yalnız hissedilir bir uçurumda kaydım, yuvarlandım ve uçurumun, sonsuzluğu içine alan boşluğuna doğru kendimi koyuverdim.
Bir ana, bir erkek tadı uğurunda beni itti; öteki ana bir dişi tadı için beni düşürdü. Kırmızı biberin bir lezzeti, bir kâse balın bir lezzetsizliği vardır, bu hayat işte onlardan biri, yahut ikisidir.
Ertesi sabah şüphenin ilk ateşten damlası beynime düştü: Mesude Hanımefendi sahiden benim annem midir? Beni dışarıda bir nâzıra, bir Alman zâbitine prezante eden ve içeride kendisinin malı olduğunu söyleyen kibar Mesude Hanımefendi benim annem midir? Benim annem ise… Alt tarafını düşünemiyordum. Yorgun, sersemdim ve iddia olunduğu kadar büyümemiştim. Demin dedim ya, henüz her şeyin ancak yarısını öğrenmiştim. Sonraları bunu da düşünmez oldum, ateşten şüphenin zehirli damlasındaki acıya alıştım gibiydi. Matmazelin, Misin kucak kucak okuttuğu kitapları, satır satır, harf harf yaşamaya başladım. Analar uçurumunun nihayetsizliğinde şuursuz bir yolcuydum. Ve işte bugünkü konak yerine kadar geldim. Bakalım ötesinde ne var ve nereye kadar gideceğim?
…
Harbi umumi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Biz çok rahat, çok varlıklı yaşıyorduk. Kilerimiz ve salonlarımız doluydu. Altı tane, karyolalı misafir odamız vardı. Altısı da her gece rakıdan, viskiden, şampanyadan insanlarla dolardı. Misafirperverliğimiz destandı. Artan olursa anneme…
-…
– Sana başka şeyden bahsedeyim. Susmak, mecburiyet değilse bile, kalbimin vazifesidir.
İç yüzü kıpkırmızı bir ömür sürüyorduk. Daha doğrusu, annem, hayatımı tırnağına takmış benim sürüklüyordu. Bildiklerimi çok iyi biliyordum. Artık yeni bir hissin altında ezilmeye de başladım. Bilmediklerimi de mümkün olduğu kadar çabuk öğrenmek arzusu beni, aklıma gelmez çılgınlıklara sevketmeğe başladı. Annemin bana olan düşkünlüğünden hiçbir şey anlamıyordum. Bu biraz gururuma da dokunuyordu. Annemle aramızda ana kızlık samimiyeti kalmamıştı. Vücudumun etrafında onun bir yılanlaşması vardı. Bende de serçe parmağının ucu nereme değse orasının paçavralaştığını sezen bir ızdırap peyda oluyordu.
Harbin en civcivli zamanıydı. Evimiz bir musluk taşına benziyordu: avuç dolusu dökülen paralar, etek dolusu akıp gidiyordu. Annem israfın anası, ben, israfın kızıyım. İnsanlar değişmişti. Erkekler, kadın eti kokmayan zevklerden hoşlanmaya başladılar. Ve (Miloviç), yüksek sınıf kadınlarının, balık etinde bir timsali oldu. Şaşıyorum size! Geçenlerde bu kadın yine gelmişti. Siz ki, dudak kadar birbirine yakın iki devri mukayese edemediniz. Hafızasızlığınız sizi yine Beyoğlu’na koşturdu. Gazeteler resimlerini bastı, gazeteciler, Hazreti Meryem’e tesadüf etmişler gibi hürmetle mülakatlar yaptılar. (Miloviç), memleketimizi lütfen sevdiğini, inayeten söyledi. Utanmadan satır satır kaydettiniz. Erkeklere karışmam, fakat biz kadınların gözleri önüne bunları serdiniz. Harbi umumi açlıktan ölenler şüphesiz talihli insanlardır, etraflarını göremeden kurtuldukları için… Fakat yalnız bir tek (Miloviç), Türk’ün kadınına, erkeğine başlı başına bir hakarettir.
Ben zannetmiştim ki, Çanakkale’nin kanlı göğsü hürmetine onu huduttan dışarıya fırlatacaklar. Geçenlerde de zannettim ki, Sakarya’nın yüzü suyu hürmetine onu hududumuzdan bir karış içeriye sokmayacağız. Eğer bugünkü nesil, harbi umuminin o aylarında on beş yaşında olsaydı, şüphesiz bu kadına ıslık çalar, belki onu taşlardı.
Madem ki fena adamlarsınız, söylemek neye yarar? Söylersem ben suçlu olacağım ve siz İncineceksiniz. Peki, madem ki bakışlarında bir samimiyet parlıyor, devam edeyim. Türk kadınının bağrında ve Türk erkeğinin şerefinde bir çıkmaz leke olan bu kadına neden bu kadar hürmet ettiniz? Ve neden bir dakika gaflet eden bir vatan kızına derhal vesika vermeye kalkışıyorsunuz? Yoksa fuhuşun acemi şeklini mi istemiyorsunuz? Demek mütekamil, profesyonel, her başı mâmur bir (Miloviç) olursa memleketin, bütün memleketin kapıları ona açık olacak!.. Sıhhati umumiye mi? Haydi sende! Ben sıhhati umumiye ile uğraşanların fikir sıhhatlerinden şüpheliyim. Bir Miloviç’in, memleketin ruhu üzerinde çukurlar, karhalar açan manevi hastalığına ne reçete buldunuz? Etlerin hastalığı, fertlerin ölümü ile biter. Benliklere, ruhlara sirayet eden maraza çare bulun! İçtimai bünyeye kendi şatafatlı, resimli, mülakatlı istikballerinizle fuhuşu sokar ve alkışlarsanız bana ne demeye hakkınız olur?
-…
– Hiç felsefe yapmıyorum. Ben budala değilim. Ben vakayı, dayandığı vakayla sadece hikaye ediyorum. Size ukala bir mektep muallimi gibi değil, kiralık bir Türk kadını, satılık bir salon kızı gibi söylüyorum. Alnımızdaki kara damganın altında henüz temizliğini saklayan bir değerimiz var, bunun var olduğunu görmeniz ve başımıza Miloviçlerle, elleri vesika tomarlı doktorları musallat etmemeniz için söylüyorum.
Bize her günün her saatinde siz pikür yaparken, morfin fenalığından bahsetmeniz hem gülünç, hem acıdır.
Bana evvelki gün geldiler, ne dediler bilir misin?
-Bana bak hanım! İhbar vaki oldu, ikinci ihbarda dört numaralı hastanede muayeneye tabi olacaksın.
Bu ihbarın kimin tarafından vaki olduğunu biliyorum. O da bir hafta evvel bana başka bir haber göndermişti. Reddettiğim için bu şekle döktü.
Harbiye umumi polis müdürü de bana tıpkı böyle bir haber yollamıştı. Fakat o zaman zekamı annem işletiyordu. Ve ben aynı gece kendi odamda, müdürle yan yana, yerlerin dibine geçtim.
Bir yerde yalnız kalan ve bir an için gözlerini yuman insanların içi iyilikle dolar. İşte ben de çok şey bildiğim halde ve çok sapa yollarda yürümeme rağmen içimin iyilikle doğduğunu hissettim. Onun için yerlerin dibine geçtiğimi söyledim.
Madem ki herkesin bir dostu, bir arkadaşı vardır, dünyada sır yoktur. Hele kendilerini mahremiyet ve esrar içinde zanneden polis müdürlerinin dünyada saklayabilecekleri hiçbir sırları bulunmaz. Bulunsa da ellerinden gelmez, beceremezler. Nitekim o geceden sonra karşıma bi zinrcir hattı dikildi ve ben üzerinden yalnız nar taneleri, fıstıkları alınan taze bir aşure kasesine döndüm. Hani çocukluğumuzda görürdük. Horoz şekeri satanlar vardı. Tablaların da kırmızı şeker şerbetine batırılıp değneğe takılmış elmalar da bulunurdu. Arsız mahalle çocukları bu elmaları dişlemeden yalnız şekerini kemirirler. İşte ben de taze lezzetimi, ısırmadan dağıttım. Bütün lezzetimi verdim ve bütün kirlerini bıraktılar… İçlerinden birisi beni, evladı gibi okşamadı ve birisi insan gibi, annemi paylamadı.
Bir akşam büyük, mükellef bir ziyafete gittik. İçtik, oynadık, oynaştık ve sarhoş olduk. En açık başlı salon eğlenceleri ile vakit geçirdik. Sonunda namzetlik oyunu oynadık. Bu oyunu bir “kötü hastalıklar mütehassısı”çıkardı. Küçük kağıtlar dağıtıldı. Herkes reyini bir kağıda yazıp İpek torbaya atacaktı. Namzetlik oyunu başladı. Biz beş kız, oyuna karıştırılmadık. Çünkü oyun bizim üzerimizeymiş… Davetliler içinde en kıdemli olacak Prenses İşvekar Hanımefendiyi buldular ve prenses, ipek torbayı eline alıp reyleri toplamaya başladı. Tasnif ettikleri zaman, bir rey müstesna, otuz altı reyle ve hemen ittifakla “salon kızı” namzet oldu…
– …
– Acele etme! Söyleyecegim. Otuz altı reyle “salon kızı” Venüs namzet oldu! Evet, oyunun esası buymuş. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, otuz yedi kişilik bir salonda otuz altı reyle Venüs, yani orospu namzeti intihap olunursanız; bugün ne hak ve ne cüretle sizi dört numaralı hastanede muayeneye davet ederler?
O salonda nazır vardı, mebus vardı, ayan vardı, prens ve prensesler vardı, edip vardı ve… Ve emrazı zühreviye mütehassısı ile zabıtai ahlakiye mütehassısı vardı…
Haydi sen de! Gözlerinden anlıyorum. Sözlerim gücüne gidiyor. Niye kızıyorsun? Bunu sen yazarsan doğru olur da, neden “salon kızı” söylerse suç sayılır?
s. 59-63
Okur Görüşlerine Açık Sayfa