“Annemin Çığlığı Tüm Yurdu Uyandıracak”
Sabahın ilk ışıkları ile birlikte ezan sesine uyandım. İçimi tatlı bir huzur kapladı. Ülkeme her geldiğimde iki şey mutluluktan ağlatır beni; biri aylardan sonra ilk kez duyduğum ezan sesi, diğeri başımın üstünde dalgalanan ay yıldızlı bayrağım.
İçimde vatanımda olmanın verdiği tarifsiz mutlulukla balkona çıktım. Kapattım gözlerimi, yüzümü memleketimin seher yeline verdim, içime doldura doldura ezanı dinledim. İnsanlar geçiyordu sokaktan, insanlar bana benziyorlardı, ben onlara. Derdi derdime, sevinci sevincime benzeyen…
Ne güzeldi vatanda olmak, ne güzeldi ezan sesiyle uyanmak. Gözlerime her şeyi sığdırmaya çalışırken Münevver ablayı gördüm. Bahçesinde, asmanın altındaki çardakta oturuyordu. Bakışlarını tek noktada sabitlemiş, elleri koynunda, öylece boşluğa bakıyordu.
“Günaydın Münevver abla” dedim, duymadı beni.
“Münevver abla günaydın” diye tekrarladım daha gür bir sesle. Derin uykusundan uyandırılmış ve ne olduğunu anlamaya çalışan biri gibi baktı önce, ardından, “günaydın” dedi. Ses tonundan anladığım kadarıyla keyifsizdi.
– Hayırdır abla, hasta mısın?
– Yoo, hasta değilim de, Murat’ı gördüm düşümde… Kaç gündür aramıyor da, içim çok daralıyor.
– Kendini doldurup durma, aslanlar gibidir o şimdi. Hadi bana gel, birlikte sabah kahvesi içelim.
Oğlu Murat çatışma bölgesinde askerdi. Münevver abla eli yüreğinde, yüreği elinde gün sayıyordu. Ben de anaydım, anlayabiliyordum, bir annenin yavrusu için duyduğu endişeyi. Anne olunca öğrenmiştim, bir kadının duyduğu en gerçek aşktı, çocuğunun sevgisi.
Kahvelerimizi yudumlarken “yapma ama böyle” dedim. “Allah’ın gücüne gider sonra, Rabbimin koruduğu kolladığı gibi kim koruyabilir ki? Lafı ona bırakmadan konuyu değiştirmek için ilk aklıma gelen şeyi ekledim ucuna; “İkizin Zozan abla nasıl, gelmiyor mu bu yaz?” Laf ağzımdan çıkmıştı bir kere, kadıncağızı bir endişenin içinden çekip alayım derken istemeden diğerinin kucağına atmıştım bile.
– Dün gece telefonda konuştuk. O da benim gibi kötü kötü rüyalar görüyormuş. Bilirsin, ana yüreğine evlat sızısı düşmeye görsün, koygun koygun yanan kora benzersin.
– Oğlundan hiç mi haber gelmedi?
– Nerde, dağa gidenden haber mi gelir? Ne kendi gelir ne de haberi. Ne dirisi gelir, ne de ölüsü.
– Öyle deme abla, belki pişman olur, bir yolunu bulur da kaçar gelir. Hem demezler mi, yer altına giren gelmemiş, yedi kat dağ ardına giden gelmiş, diye.
– Çoktan pişman olmuştur ama bırakmazlar ki gelsin. Öldü mü, kaldı mı bilmiyoruz. Göz görmedikçe hep bir umut var işte.
– Zavallı Zozan abla, kim bilir nasıl da perişandır.
– Perişanlıkta laf mı, eski gergef gibi delik deşik ciğeri. Kaderi kötünün sayacak günü yok, bekleyecek yolu yok. Evlat bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz…
Hey gidi yıkılası yalan dünya… Zozan, amcam oğlu Kasım’a gönlünü düşürdü, onlara gelin gitti. Aynı yaz ben de babamın asker arkadaşının oğlu Hüsnü’ye… Kürt Bayram’ın kızı olarak doğdum, büyüdüm, Yörük Ali’nin gelini olarak yaşayıp gidiyorum. Ne beni dışlayan oldu, ne de Hüsnü’yü hor gören. Ne oldu, ne değişti de bu hale geldi bu ahali anlamıyorum…
Ne yaptıysam, ne dediysem Münevver ablanın iç sıkıntısını azaltamadım. Geldiği gibi düşünceli dalgın gitti evine.
Çok geçmeden komşumuz Hacer ablanın sesi duyuldu; “aman deyin komşular, Münevver’in evine askerler gelmişler” diye ünlüyordu. Eteklerini toplamış, iri cüssesine ters düşen çeviklikle Münevver ablanın evine doğru koşturuyordu.
Gittim, açık kapıdan oturma odasına yöneldim. Üniformalı iki asker Münevver ablanın oturduğu koltuğun iki yanında, ayakta duruyorlardı. Askerlerden yaşça ve rütbece büyük olanı, Münevver ablanın ellini tutuyordu. Münevver abla fısıltı halinde ardı ardına aynı cümleyi kuruyordu: ”Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun, vatan sağ olsun.” Tekrar, tekrar, aynı tonda, aynı sözleri yineleyip duruyordu.
Hacer abla üstündeki şaşkınlığı atar atmaz, “Münevver kendine gel” deyip var gücüyle silkeledi onu. Ardından bir tokat indirdi yüzüne. Takılıp kaldığı cümle de yoktu şimdi, öylece boşluğa bakıyordu Münevver abla.
Şehit haberini vermeye gelenlerin içindeki doktorun dediğine göre beden sağlığında bir sorun yoktu, şaşkındı, üzüntülüydü, çaresizdi. Konuşması için zorlamayın, üstüne gitmeyin demişti. O günün gecesinde, Münevver ablanın ve Hüsnü abinin ailesi, aynı evde, ayrı dillerde ağıtlar yakıyorlardı. Sözler ayrı da olsa, acı aynı acıydı.
Taştan ses geliyordu, Münevver abla ses vermiyordu. Dilde ses, gözde yaş olmadan da insan ağlayabiliyormuş meğer. İnsan susarak ne çok şey anlatılabiliyormuş meğer. Susmanın bir adı da çığlık çığlığa isyan etmekmiş. Ve her duyguyu olduğu gibi acıyı da insan, yüreğinin genişliği kadar yaşayabilirmiş. Tüm bunları bize susarak öğretiyordu Münevver abla.
Ertesi günün sabahında, Zozan ablanında içinde bulunduğu dışarıdan gelen akrabaların doldurduğu odanın içinde cılız bir telefon sesi duyuldu. Telefona cevap veren Münevver ablanın erkek kardeşiydi. Uzun boylu genç adam, kulağında telefon, olduğu yere çakıldı kaldı. Zor bela “tamam” diyebildi, “tamam, anladım.”
Akı gitmiş karası kalmış gözleriyle ailesinin diğer erkeklerine onunla birlikte dışarıya gelmelerini işaret etti. Gizli saklı yaptıkları kısa konuşmanın ardından, Bayram dede geldi, yan yana oturan ikizlerden kızı Münevver’in önünde diz çöktü. Kızının ellerini avuçlarının içine aldı, ancak bir babanın gösterebileceği şefkatle yaşlı ellerini kızının ellerinde gezdirdi. Dudakları titriyordu, konuşmayı yeni öğrenen bir çocuk gibi heceleyerek konuşmaya başladı. “Ses ver kekliğim, ağıtlar yak, isyan et feleğe, ne olur bir ses bırak.”
Münevver abla, ne bir ses verdi, ne de bir tepki. Münevver abla duymuyor, konuşmuyordu. Kızını bağrına bastı yaşlı adam, hıçkıra hıçkıra ağladı. Belki de ilk kez bu kadar ayan ağlıyordu. Ağarmış sakallarından inen yaşlar gören herkesin yüreğini dağlıyordu.
Dünürü, asker arkadaşı Ali’ye döndü yüzünü. Az önce sildiği yanakları yeniden ıslandı. İki dünür, yaşlı kollarıyla birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Hüzünlü sesiyle yeniden konuşmaya başladı: “Ali gardaşım, evlat bizim de evladımız, canımız, ciğerimiz, acımız büyük, yasımız büyüktür. Birbirimizden güç almaya, birbirimize güç vermeye toplandık bu çatı altına. Lakin şimdi haberini almışım, Zozan’ın kızı Hakkın rahmetine kavuşmuştur, gitmek için senden müsaade isterim.”
Bayram dede görmüş geçirmiş biriydi, Zozan ablaya bu acı haberi bu şekilde nasıl vermişti bir anlam veremedim. Zozan abla yüzünün derisini tırnaklarıyla indirdi, yanaklarından siğilim siğilim kan geliyordu. Hangi yürek bu kadar acıyı aynı anda kaldırabilirdi? Zozan ablanın dizleri tutmayan bedenini sürükleyerek arabaya koydular, geldikleri gibi ağıtlar yakarak gittiler.
Münevver abla olup biten hiç bir şeye tepki vermiyordu. Şehidin nâşı bir gün sonra toprağa verilecekti. “Evladının tabutunu görünce çözülür Münevverin tutulan dili” diyorlardı.
Çok geçmeden cenaze evinde fısıldaşmalar başladı. O fısıldaşmalar yerini yüksek sesli konuşmalara bıraktı. Zozan’ın oğlu Mustafa’nın örgütte olduğunu artık herkes biliyordu. Münevver abla ve oradaki hiç kimsenin henüz duymadığı, dudaklarımızı uçuklatan kötü haberi yeni alıyorduk.
Murat’ın birliği, Mustafa’nın da içinde olduğu teröristlerle çatışmaya girmiş. Ölenlerden biri Zozan’ın oğlu Mustafaymış. Mustafa’nın ölüm haberini burada, bu sabah alan aile memleketlerine bu yüzden dönmüş.Oradaki cenaze küçük kızın değil, on dört yaşındayken örgüte katılan oğlu Mustafanınmış.
Şimdi anlıyordum Bayram dedenin neden öyle davrandığını. Ne diyebilirdi ki zavallı adam? Oğlun Mustafa yeğenin Murat ile girdiği çatışmada ölmüş mü diyecekti kızına? Belki yeğenin, oğlunun silahından çıkan kuşunla, belki de oğlun yeğeninin silahından çıkan kurşunla vuruldu mu diyecekti? Ya Münevver’e ne diyecekti, asker arkadaşı Ali’ye, damadına? Ellerinde bayraklar, sokakları dolduran insanlara ne diyebilirdi? Bu nasıl acıydı, bu acıya bu aile nasıl dayanacaktı? Kime yanacaktılar, kimden hesap soracaktılar? Hangi kaya daha ağırdı çalmak için başlarını?
Kimilerine göre Münevver ablanın ailesi korktuklarından gitmişlerdi. Kimileri açılan yaralar büyümeden gittikleri için memnundu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ortalıkta acılı duyguların egemen olduğu sözler uçuşuyordu.Kimileri unutmuşa benziyordu, Mustafa’nın her şeye rağmen Münevver’in yeğeni olduğunu.
Seslerin en çok yükseldiği anda, Münevver abla hışımla kendini bahçede toplanan kalabalığın ortasına attı. Kendi çevresinde küçük adımlarla döndü, bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdirdi. Bakışları delip gecen bir kurşun kadar ağırdı.
-Susun artık! Kapatın o hayra yarar laf etmeyen çenelerinizi! Hanginiz benim kadar acı çekebilirsiniz ki, hanginiz benim kadar öfke duyabilirsiniz? Hanginiz bundan böyle yaşamayı suç sayarsınız? Hanginiz Murat görmeyi bekler gibi ölümü hevesle beklersiniz? Elbet de ben! Çünkü ben evladını kaybetmiş bir anayım. Ölen yalnızca bir oğul değildir. Umudum öldü benim. Büyüttüğüm hayallerim öldü. Yüreğim, konuştuğum dilim, gülen yüzüm öldü benim. Bu avlu bu kalabalığı Murat’ımın düğününde görecekti, yasta değil. Ben ağıtlar yakmayacaktım, türküler söyleyip halaya duracaktım. Al bayrağa sarılı tabut girmeyecekti bu eve, al bayrak ile gelin girecekti. Murat’ım murat alacaktı, ben kara toprağa değil, torunlarıma sarılacaktım.
Kalabalıktan çıt çıkmıyordu, bir kaç kişi Münevver ablayı kalabalığın ortasından çekip almaya niyetlendiyse de, Hüsnü abi onlara durmalarını işaret etti. Münevver abla kızgın lavlar saçan bir yanar dağ gibi patlamıştı, ateşe vermişti suskunluğu.
-Ey ahali, niye şaşırıyorsunuz şimdi, yıllardır bu ülkede kardeşi kardeşe öldürtmüyorlar mı? Televizyonlarda gördükleriniz, gazetelerden okuduklarınız hikâye mi sanırdınız? Bakın bana, ben gerçeğim. Şehit Murat’ın anası Münevver’im. Terörist Mustafa’nın teyzesi Münevver’im. Kürt Bayram’ın kızı, Yörük Ali’nin gelini Münevver’im. Bakın bana da ibret alın kundağınıza henüz düşmemiş acılar için. Bakın bana da tedbir alın umudu kefene sarmadan. Bu gün Zozan ile ben yanarım, yarın seni, seni, seni de yakar bu ateş!
Kalabalığın üzerinde dolaştırdığı işaret parmağı havada kaldı, dizlerinin üstüne yere kapandı. “Yavrum, Murat’ım, gözümde kalanım” diyor inliyordu. Hüsnü abi, avutulmayı bekleyen bir çocuk gibi karısının üzerine kapandı. “mübarek şehidimin mübarek anası, içim yanıyor” dedi.
Bir babanın feryadı bu kadar mı yakardı insanın içini?
Etim kemiğimden ayrılmıştı sanki.
Münevver abla avazı çıktığı kadar bağırdı, biz hep bir ağızdan sustuk.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa