Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Kür Çayı Oldu Kura Nehri

Ardahan'da toprak işgali bitti ama zihinlerin işgali sürüyor mu?

Kür Çayı Oldu Kura Nehri

Ardahan sanki uzun yıllar özgür yaşamış olmanın bedelini 20 ve 21. yüzyıllarda ödemeye mahkûm edilmiş gibi, 1877 den günümüze kadar, tabiri caizse gün yüzü görememiş. Bu tarihte şehri işgal eden Rus kuvvetleri, burada yaklaşık kırk yıl kalmalarına karşın Ardahan’a öylesine acı tohumlar serpiştirmişler ki yüzyıldır temizlenememiş. Bölgenin nüfus yapısıyla olabildiğince oynayan Rusların oluşturdukları olumsuz yapının etkileri günümüze kadar ulaşmış.

 

Birkaç gün önce izlediğim bir bilgi şöleninde eski bakanlarımızdan Prof. Dr. Sabri Tekir, “İnsanın üzerinde yaşadığı toprağa borcu vardır. Bu borcu ödeyemeyenler o toprağı vatan edinemezler.” dedi.

 

Ardahan toprağına borcunu ödemek her yiğidin harcı değildir. Bu bedeli asırlardır Türkler seve seve ödedi ve o toprakları ebedî yurt edindiler. Belki de Ardahan’ın asırlarca Türk kalmasının nedeni bu direncidir. Türk’ten başkası, bu vefakâr topraklara can diyemiyor.

 

Elimde “Kura Çözüldü” adında bir roman var. Kitapta yer alan yazarın öz geçmişinden Ardahan doğumlu olduğunu anlıyor, kitabın seyrinden ise yazarın Malakan kökenli olabileceğini tahmin ediyoruz.

 

Kür Çayı

 

Kitap, adını Kura Nehri’nden alıyor. Nehire, Cumhuriyet’in ilk döneminde konulan Kura adı Gürcücedir ve anlamı kısa demektir. Oysa nehrin gerçek ve eski adı Kür’dür. Kür, Türkçedir ve dirençli, inatçı anlamındadır. Hâlen Azerbaycan’da bu çayın adı Kür olarak söylenir. Ülkemizde de bir çok tarihçi bu adı Kür olarak kullanır.

 

İlk iki cildini okuduğum ve yanlışları ve yönlendirmeleri gördükçe üzüldüğüm bu romanı, istedim ki, her yönüyle inceleyerek Ardahan’ın doğru tanınmasına katkıda bulunayım. Ama önce romanın ne olduğunu anımsatmak istiyorum.

 

Roman sanatı için Prof. Dr. Mehmet Tekin, “Güçlü ve etkili bir anlatım biçimidir. Modern zamanların ‘buyurgan’ (mütehakkim) edası en yoğun hâliyle onda görülür”, diyor. Romana ilişkin daha birçok şey anlattıktan sonra, “Anılan nitelik ve özelliklerinden dolayıdır ki roman, modern zamanların çoğu felsefi, kültürel ve ideolojik cereyanların, hatta bu alanlarda meydana gelen dalgalanmaların akis bulduğu bir ayna olmuştur. Marks’ın Fransız tarihinin gerçek adresi olarak Balzac’ın romanlarını göstermesi ne bir temenni ne de bir fantezidir, gerçeğin ta kendisidir.” diyor.

 

Roman, Akıl Almaz Tür

 

Sonra Edgar Allen Poe’nin roman sanatı için söylediği şu sözünü ilave ediyor: “Akıl almaz tür… Neden Poe bunu söylüyor? Çünkü Roman temel niteliği itibari ile ‘kurmaca’ bir özellik taşır. Bir anlamda hayattan aldığını kendi mantığı içinde kurar, kurgular. Bu bağlamda romanın biri hayata, diğeri edebiyata açılan kapıları vardır. Roman bu iki değerin, hayatla edebiyatın mutlu bir sentezinden doğar.”[1]

 

İşte elimdeki çalışmaya yani “Kura Çözüldü” romanına, bu ve benzeri kuram ve bağımsız düşüncelerin ışığında bakmaya çalışacağım.

 

Roman, Ardahan ilinin geçmişinden bir kesiti anlatmaya çalışmış. Poe’nin ironiyle yaptığı tanımına neredeyse kelimesi kelimesine uymuş. Geçmişten alınan kesitin doğru veya yanlış anlatılmasından öteye, roman yazarın kendi mantık penceresinden, hatta mantığı da bir kenara bırakarak önyargılı duygu dünyasından sayfalara dökülenlerden ibaret. Durum böyle olunca tarafsız bir anlatımdan, hatta edebî bir romandan söz etmek mümkün olmuyor. Tabiri caizse romanın gizemli dünyası ile hem Ardahan’a hem de okuyucuya tuzak kurulmuş oluyor.

 

Herhangi bir romanda hakim anlatıcı, (tanrısal anlatıcı) birinci tekil şahıs veya belirsiz anlatıcı olmak üzere üç anlatıcı olabilir. Yazar başlangıçta bunlardan birini belirler ve romanını öylece sürdürür.

 

Anlatıcı Karmaşası

 

İncelediğimiz romanda yazar hakim anlatıcıyı (tanrısal anlatıcıyı) tercih etmiş. 2010 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mario Vargas Llosa, “Fikir beyan etmek, yorumda bulunmak ve anlam çıkarmak anlatıcının öyküye zorla girmesi anlamına gelir.”[2] diyerek anlatıcının romana müdahale etmesinin yanlışlığını vurgulamaktadır. Oysa yazar, hakim anlatıcının yazara sağladığı üstünlüğün de ötesine geçerek, her konuda fikir beyan etmekten kendisini bir türlü alıkoyamıyor.

 

Hatta bir yerde yazar kendisini anlattıklarına öylesine kaptırmış ki hızını alamamış ve hakim anlatıcı yerine kendisini koyarak “Babam anlatırdı…”[3] diye söze girmiş. Bir romanda yazarın, “Babam anlatırdı…” diye araya girmesi edebî açıdan tam bir cinayettir.

 

Kaldı ki, aynı bölümde, Kars’ın, 1855 deki kuşatılmasını, büyük ihtimalle Mehmet Arif’in Başımıza gelenler adlı kitabından aldığı, 1877 Türk Rus savaşına ilişkin, Kars’ın, 27 gün Rus topçusunun ateşi altında yaşadığını ve bozgunun birkaç askerle başladığını yazmış.[4]   Böylece 1855, 1877 ve anlatım anı olmak üzere üç ayrı zamanı anlatmaya çalışmış. Burayı üstünkörü geçecek bir okuyucu için sorun yok, fakat dikkatli bir okuyucu için ne anlatıldığını anlamak, birkaç gün düşünmeyi gerektirebilir.

 

Yazarının Taraf Olduğu Anlatım

 

Kura Çözüldü tarihî bir roman. Tamamı dört cilt. İlk iki cildi 1910’lu yıllardan Rus işgal kuvvetlerinin Ardahan’ı terk etmesine kadar olan dönemi işliyor.

 

Romanda, seçkin bir Malakan topluluğu ve saygın Hristiyan bir kişinin yanında kişiliksiz, zavallı, çapulcu kılığı giydirilmiş Türkler anlatılıyor.

 

Gerçek hayattan alındığı görünümü verilen romanın, birçok yerinde gerçek yer, köy ve şehir adları ve kişi adları kullanılmış.

 

Romanda, haklarında övgü ile söz edilen Malakan ve Hristiyan kişiler gerçek adları ile anılmış ve zaman zaman da fotoğrafları konulmuşken (Örneğin Davit Masor’a ait fotoğraflar), Türkleri temsil edenlere ise olumsuz kişilikli olarak ve Kanlı Ramiz, Kurt Abdo gibi kurmaca adlarla yer almıştır.

 

Bu ikilem, romanın inandırıcılığına gölge düşürmüştür. Yazar gerçek dünya ile kurguladığı dünyayı kaynaştırmaya çalışmış, ancak gerçek kişilerle kurmaca kişiler birbirlerinden ayırt edilemeyecek kadar iç içe girmiştir. Geçmiş hakkında biraz bilgisi olmayan okuyucu için hangisinin gerçek, hangisinin kurmaca olduğunu anlama imkânı ortadan kaldırılmıştır.

 

Malakanlar

 

Malakanları hemen herkes duymuştur, fakat çok çok az insan haklarında bir şeyler okumuştur. Zaten kısa bir süre, çoğunluğu Kars’ta olmak üzere az bir kısmı da Ardahan’da yaşamış ve gelişen şartlarda ülkemizden ayrılmak durumunda kalmışlardır.

 

Tarihî bilgiler ve tecrübeler göstermiştir ki; azınlık olanlar duygusal olarak birbirine kenetlenir, ele güne rezil olmamak, yaban ellerde aç açık kalmamak için olağanüstü gayret sarf ederler.

 

Örneğin, Stalin tarafından 1944’de, yurtlarından sürülen Ahıska Türkleri, gittikleri yerlerde bulundukları şehirlerin en çalışkan, en eğitimli ve maddi olarak da en zenginleri olmuşlardır.

 

Roman, Ardahan’ın işgal yıllarından bir dönemi, dönemin gerçeklerinden uzak, bugünden bir bakışla biçimlendiriyor.

 

O yıllarda Ardahan’da yaşayan Malakanların toplam nüfusa oranı çok düşük; yaklaşık %1 veya en fazla %2.

 

Malakanların etliye sütlüye karışmayan, küçük bir topluluk olmaları bilinmesine karşın, yazarın kurgusuyla neredeyse romanın merkezine oturtulmuş durumda. Yazarın Malakanlara duyduğu ilgi nedeniyle olsa gerek diye düşündüren yoğunlukta, Malakanlardan övgülerle söz ediliyor.

 

Öyle ki, Okuyucu, zaman zaman Malakanların bu topraklara sürgün geldiğini unutup bu toprakların asıl sahipleri olduğu kanaatine kapılıyor. Kimi zaman da Malakanların, Rus yetkililerin üstünde, etkin güçleri olduğu algısı oluşturuluyor. Romana göre Malakanların her sözü Rus yetkililer tarafından ikilenmeden yerine getiriliyor. Âdeta Malakanların istekleri, Ruslara emir niteliğindeymiş gibi gösteriliyor.

 

Ardahan’ın Geçmişi

 

Romanı anlayabilmek için yöre tarihini, yani Ardahan tarihini bilmek gerekir.

Ardahan M.S 650’lİ yıllardan beri Türklere yurt olmuştur.

1080’de Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kumandanı Danişmendli Emir Ahmet Ardahan’ı almıştır ve Ardahan, o tarihten itibaren ise kesintisiz 748 yıl Türklerin elinde kalmıştır.[5]

 

1650’lerde Ardahan’a gelen Evliya Çelebi: “Ardahan halkı tamamen mü’min, muvahhid ve ehl-i sünnet vel cemaat, garipleri sever ve salih kimselerdir. Çoğunluğu ziraat ile geçinirler, bir bölüğü kara tüccarlarıdır. Dağlarında tatlı göğem meyvesi olur” diyerek, neredeyse hiçbir memlekete yapmadığı övgüleri Ardahan’a yapmıştır.[6]

 

Burada Ardahan tarihine değinmemim nedeni, yazarın romanda, Ardahan’ı, Rum, Ermeni ve Malakan şehri gibi gösterme çabasının doğru olmadığını anlatmaktır.

 

Her ne kadar yazar romanın girişinde Rum ve Malakanların 1877 den sonra bölgeye geldiğini söylemiş olsa da ilerleyen sayfalarda Ermeni Haçik’in ağzından, “İnşallah Henike’nin dediği gibi olmaz. Biz onlara ne yaptık ki bizi kırsınlar. Burası bizim de vatanımız. Babam, büyükbabam ve onun babası burada doğmuşlar. Şimdi nereye gideceğiz? Kime sığınacağız?” sözlerini aktarıyor. [7] “Babam büyükbabam ve onun babası” yani üç kuşak.

 

Dayanaksız İddialar

 

Onları bilmem ama benim büyükbabamın babasının doğum tarihi 1880’ler.

 

Ruslar Ardahan’ı 1828 ve 1855’de iki kere işgal etmişlerse de bu işgaller birer yıldan fazla sürmemiştir. Dolayısı ile bu işgaller sırasında Ardahan’a gayrimüslimlerin yerleşmesi söz konusu olmamıştır.

 

Ardahan’a gayrimüslimler, Ermeniler de dâhil, 1877 Türk Rus savaşından sonra yerleşmiş ve Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar kalmışlardır.

 

1871 Erzurum Salnamesi’nde, Ardahan nüfusu ve o tarihteki durumu hakkında şu bilgi vardır: “6786 Müslüman erkek (gayrimüslim hiç yoktur), 110 köy, 30 Sıbyen mektebi, 39 cami.”[8]

 

Bu da demektir ki, Ardahan’a ilk gayrimüslim göçü 1877’den sonra olmuştur.

 

Peki, bu durumda nasıl oluyor da, romandaki Haçik Efendinin büyükbabasının babası bu topraklarda doğuyor?

 

Yer Yurt Adları

 

Yazarın bir başka yanılgısı da Cincirop köyünün Duhobor köyü olduğunu yazması.

 

Bilindiği gibi Ardahan’da iki Cincirop köyü var; Küçük ve Büyük Cincirop. Yazar hangisi olduğunu belirtmemiş.

 

Oysa Dr. Candan Badem, Duhoborların Akyaka (Kodishara) köyünde yerleşmiş olduklarını yazar. Aynı yazıda Dr. Badem, Ardahan’da, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelenlerin oluşturduğu onsekiz Rum köyü bulunduğunu ve Ermenilerin sadece şehir merkezinde ve çok az miktarda olduklarını yazar. [9]

 

Bu bir roman, dolayısı ile anlatılan her şeyin gerçek olması gerekmiyor. Romanda kurmaca kişi ve mekânlar olabilir. Fakat her roman gibi bu romanın da edebî bir ürün olduğu düşünüldüğünde; anlatılan yerler, olaylar, kişiler gerçekse, bunlar hakkında yazarın tarafsız ve gerçekleri yazması beklenir. Bu okuyucunun hakkıdır.

 

Romanda yazar istediğini yazabilir, buna kimsenin müdahale hakkı yoktur. Fakat edebî bir eser olan romanda, ki; edebiyat edep kökünden gelen bir kelimedir, en azından etik açıdan hayatın gerçeklerine ters düşecek şeyler yer almamalıdır.

 

Yazar ve Yöre Kültürü

 

Yazarın, doğduğu köyü anlatmasına karşın, hem köyü hem de çevre hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı, gerek geçmişteki gerekse günümüzdeki yöre kültür ve hayatını bilmediği, romanın çeşitli yerlerinde kendini ele veriyor.

 

Birkaç örnek verecek olursak, ilk cildin 62. sayfasında “Stefanos arabasının dizginlerini eline alarak…”  diye  bir anlatış var. Oysa yörede, araba dizgini diye bir söyleyiş yoktur: Atların dizginleri denir.

 

Sık sık bağ evlerinden söz ediliyor; yörede üzüm yetişmez ki, bağ evi olsun. Yöreye ait bağ sözü bir türküde geçer. O da yöre insanının sıcak iklime olan özlemini, türkünün satırları arasına yerleştirmiş olmasından kaynaklanmıştır.

 

Başka bir yerde “Kura’nın doğduğu ova kendine yol açıyordu…” denilmiş. Kura ovadan doğmaz; bir kolu Yalnızçam Dağları’ndan başka bir kolu ise Göle Ormanları’ndan doğar.

 

Yine ilk cildin 100. sayfasında, yöreye ait anlatılanlar, âdeta uzaydan gelen biri tarafından kaleme alınmış gibi şaşırtıcı. Ardahan’da, çayırlardaki ot yığınlarına “pulul” denir, yazarımız ise bunu “pulluk” olarak aktarmış. Herkes bilir ki pulluk tarla sürmede kullanılan alettir ve tüm Türkiye’de bu aletin adı aynıdır. Pulluk kelimesi ilk geçtiğinde yazım hatası sandım, fakat tekrarında da çoğulu “pulluklar” şeklinde kullanılmış.

 

Aynı sayfada çocukların taşlarla çayırlardaki kargaları kovdukları yazılmış. Çayırdan karga neden kovulsun? Karga ekinden kovulur.

 

“Harmana taşınan başaklar” dan söz edilmiş; harmana başak değil, sapın tamamı taşınır.

 

Kitap Tarafsız mı?

 

Kitap tarafsızlık iddiasıyla kaleme alınmış ama Türklerin akılsız, sahtekâr, beceriksiz zavallı, kimseler olduğunu ispata çalışmakta. Bir kesim tarafından sürekli güncel tutulmak istenen bu konu, yazarın akıcı anlatımıyla zaman zaman inandırıcı bile olabilmekte.

 

Kitap, bu hâliyle Türk okuruna herhangi bir katkı sunmak yerine, insanların kendilerini küçük, ezik görmeye zorlayan bir etki yaratmakta.

 

Buna karşın, kitapta anlatılan Malakanların ve Rumların tamamı iyi insan. Ermenilerden ise bir tek Sarkis ve çetesi kötü, diğerleri neredeyse melek!

 

Türklerde ise sadece Telli Ana iyi insan. Bir de romanın 1. cildinin sonunda sözü edilen Edegüllü Dursun Ağa var.

 

Kitapta olabildiğince yüksek dozda siyasi ve dinî yönlendirmeler yer almakta, üstü kapalı olarak Türk milleti ve İslam dini karalanmakta, dolaylı olarak Hristiyanlık övülmekte ve Malakanlık bilinçli bir şekilde göklere çıkarılmaktadır.

 

Zaman zaman da komünizme ve Rus yöneticilere övgüler yer almaktadır. Örneğin, Kars ve Ardahan’ın kurtuluşunu, Komünizmin, “Her halkın kendi kaderini tayin etme” ilkesine bağlamak gibi bir yalana yer vermekte, hiç bir yanlışlık görülmemiş.

 

Kesinlikle bir takım bilgiler çarpıtılarak yer verilmiş. Herkesçe bilinen kimi somut gerçekler bile, yazarın yanlı ve art niyetli bir yaklaşıma sahip olduğunu açık edercesine, aslından koparılmış ve değiştirilerek yazılmış. Buna en açık örnek, 1877 Türk – Rus savaşında Türk ordusu saflarında yer alarak Rus ordusuna kan kusturan Mihrali Bey hakkında yazdıklarıdır.

 

Mihrali Bey

 

Bilindiği üzere, Mihrali Bey hakkında ülkemizde birçok yayın bulunmaktadır. Bunun yanında Mehmed Arif’in, Başımıza Gelenler kitabında, Mihrali Bey’in doğumundan savaş bitimine kadar olan hayatı çok ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

 

Ayrıca Kars Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesinde, onun hayatına ait sinevizyon, müze açık olduğu sürece ziyaretçilere sürekli gösterilmektedir.

 

Tüm yayınların içeriklerinde yer alan bilgilerden de anlaşılacağı gibi Mihrali Bey, Türk milletinin yiğit bir evladı ve kahramanıdır. Ancak, romandaki saptırmaları görünce, her Türk yuttaşının Mihrali Bey’i yeniden tanımasının, her Karslı ve Ardahanlının asıl Mihrali Beyi mutlaka yeniden tanıtmasının gerekliliği ortaya çıkıyor.

 

Onun Ruslara başkaldırmasının nedeni, bir komünistin bile desteklemesi gereken çok masum bir insan hakkıdır. Onun tüm derdi, rahmetli olan babasının Müslüman mezarlığına defnedilmesidir.

 

Asıl sorun, Rus hükûmetinin buna izin vermediği gibi Mihrali Bey’in babasının naaşını kaçırma çabasına silahla cevap vermesidir. Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım; böylesine masum, insani bir istek kınanabilir mi? Ama yazar, kitapta bu zemini oluşturmakta bir yanlışlık görmemiş…

 

Telli Ana

 

Romanda Telli Ana şöyle konuşturuluyor:

“Karşımızda hafife alınmayacak biri var. Hata kaldırmaz. Ben bunu biraz da şu bizim Mihrali Bey’e benzetiyorum. Rüyasında gördüğü babasını mezarından çıkartıp onun istediği yere gömmüştü.

 

Başlangıçta her şey iyi niyetle yürümüştü ama zamanla değişti. O kısa boylu tıknaz adam bir canavara döndü. Nam salmak için önüne geleni vurdu. Oradan oraya kaçarak yaşadı.

 

Sonra Osmanlı’ya yamadı kendini. Etrafına topladığı kopuklarla zaman içinde büyük bir servet elde etti. Ermenilerin, Rumların mallarını yağmaladı. Kahraman ilan edildi. Bizde katilden kahraman çıkarmak pek modadır.

 

O hava onu iyice azgınlaştırdı. Çok cesur biriydi. Korku nedir bilmezdi. Zaten etrafına birilerini topladın mı kendini dev aynasında görüyorsun. Onu Ruslara karşı kullandılar. Rumlara, Ermenilere derler ki kendisine öyle bir köşk yaptırmış ki sanırsın bir kral.

 

Onun bunun malını canını alarak elde ettiği varlık kendisine bir fayda sağlamadı. Sonunda Yemen ellerine göndererek orada defterini dürdüler. Ama yedi sülalesine yetecek kadar servet bıraktı geride.

 

Yarın öbür gün eşkıyalığı unutulur, kahramanlığı kalır geride. Korkum bir gün Celil Bey’in de böyle olması. Bizim insanımız abartmayı ve kahraman yaratmayı çok sever. Bakmaz arkasındaki kirli ve pis işlere.”[10]

 

Yazar, Teli Ana’nın ağzından kendi milletini ve onun kahramanını aşağılayıcı bir dille yargılatıyor, bir millete karşı nefret oluşturuyor.

 

Telli Ana gibi bir kahraman kadının söylediklerine kim inanmaz ki? Hele hele tam iki cilt boyunca Celil Bey, Kanlı Ramiz gibi ustaca kurgulanmış canavarların yaptıklarını okuduktan sonra.

 

Yazık ki, kurmaca yoluyla doğruları yanlışlarla örtme çabası, tereyağından kıl çekercesine geri dönülmez biçimde, fitneyi sokar insanların yüreğine.

 

Kalemle kurmaca kahraman oluşturmak ve onun üzerinden bir milleti karalamak, yazar etiğini çiğnemenin ötesinde okura karşı sorumluluğu yerine getirmeme saygısızlığıdır, diye düşünüyorum.

 

Yedi Sayfalık Paragraf

 

Yazarın akıcı bir anlatım dili olmasına karşın, oldukça fazla tekrar ve yazım hatası okuyucuya yılgınlık vermekte.

 

Romanın girişinde, Ardahan hakkında uzun uzun bilgiler verilmiş. Daha sonra romanda olayların anlatılmasına geçildiğinde neredeyse bu bilgilerin hepsi bir olay nedeniyle yeniden ve tekrar tekrar yazılmış.

Bu tekrarların ciddi bir okuyucunun gözünden kaçmayacağını sanıyorum.

 

Belki de romanda en çok geçen cümleler: “Güneş Sahara’dan yükseliyordu…”, “Kar Sahara’dan ovaya indi…”, “Sahara’nın tepesini sis kapladı…”, “Sahara’dan kağnı sesleri geliyordu…”

 

Böyle içinde “Sahara” kelimesi bulunan ve neredeyse birbirinin aynısı yüzlerce satır, bir süreden sonra bir tasvir olmaktan çıkarak okuyucunun kulaklarını tırmalamaya başlıyor.

 

Söylemeden geçemeyeceğim, kitabın genelinde uzun paragraflara yer verilmiş ve bu aşırı uzunluk okuyucuyu yoruyor. Örneğin 2. cildin 174. sayfasında başlayan bir paragraf 181. sayfada sonlanmış, tam olarak yedi sayfa. Oysa cümleler fazlaca uzun ve yorucu değil.

 

Kitap Ardahan’ın işgal yıllarına ait tek roman. Dolayısı ile kitabın kıyaslanabileceği bu alanda başka bir roman bulunmamaktadır. Bu da o yıllara ve yöre tarihine dair ilgisi olup da bilgisi olmayan kişiler için oldukça ilginç gelen bir eser görünümünü ortaya çıkarıyor. Ama içeriğinde çok açık yanlışlar ve kasıtlı yönlendirmeler var.

 

Yazar, Telli Ana’nın ağzından olduğu gibi Binbaşı Ştanga ve daha birçok kişinin ağzından “Ermeni kırımı” diye oluşturduğu bir olguyu anlatıyor. Oysa Ardahan’da o tarihlerde Ermeniler sadece merkezde varlar ve sayıları oldukça az. Kaldı ki, Türk milleti töresi gereği güçsüze el kaldırmaz, tam tersi onları korur, gözetir. Ardahan’da da böyle olmuştur.

Ama yazarın kurgulamaya çabaladığı olguların tersi, daha dün denilecek kadar yakın bir tarihte Hocalı’da yaşanmadı mı?

 

Yazar Ahlâkı

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, kitaplar, mezar taşları veya mabetler gibi tarihe düşen izlerdir. Zaman ve beşerî hafıza kolay kolay yanılmaz ve yanlışları affetmez. Yazar, kaleminin hakkını, doğruyu yazarak ve okuyucunun aklıyla alay etmeden vermelidir.

 

 

[1] Roman Sanatı Mehmet Ekin Ötüken Yayınları-Önsöz

[2] Genç bir Romancıya mektuplar. Mario Vergas Llosa Can yayınları. 3. Baskı sayfa 55

[3] Kura Çözüldü Kenan Karabağ Su yayınları. 2. Baskı sayfa 248

[4] Başımıza Gelenler Mehmed Arif Babıali Kültür yayıncılığı 6. Baskı sayfa 126

[5] Osmanlı Arşiv Belgelerinde Ardahan, M Taner Koltuk-Ali Yıldız. Ardahan Valiliği yayını

[6] Evliya Çelebi Seyahatnamesi Yapı Kredi Yayınları 2. Kitap 2. Cilt sayfa 380

[7] Kura Çözüldü Kenan Karabağ Su yayınları. 2. Baskı 1. Cilt sayfa 174

[8] Osmanlı Arşiv Belgelerinde Ardahan, M Taner Koltuk-Ali Yıldız. Ardahan Valiliği yayını

[9] file:///C:/Users/SAMSUNG/Downloads/Osmanli_Arsiv_Belgelerinde_Ardahan_Kitab.pdf

[10] Kura Çözüldü Kenan Karabağ Su yayınları. 2. Cilt sayfa 217

Atalay Yağmur

atalay.yagmur@edekitap.com
Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız