Preloader image
İÇİNDEKİLER

Yeni Dünya ve Hanende Melek

Sabahattin Ali
hanende melek

Yeni Dünya ve Hanende Melek

Yağmurlu bir günde geçen öyküler, sinemayı sanat görenlerin, sevinçten gözlerini yaşartır. Öyküyü anlatmayı, okuyucudan sonra izleyici için yorumlamayı kolaylaştıran öğelerin başında gelir yağmur. Kimi zaman ince ince, narin nazenin yağması, kimi zaman damla damla çarpması, sağanak olup akması ve sonunda anlatının duygusunu sarıp sarmalayıp izleyiciye aktarması, yağmuru, yönetmenin en sevimli yardımcısı yapar.

 

Toplum yapısını biçimlendiren koşullardan, toplumu oluşturan kişilerin söz ve tavırlarından gerçekçi öyküler kuran Sabahattin Ali, Hanende Melek öyküsünü böyle yağmurlu bir havada yaşatır.

 

Sabahattin Ali, 1943 yılında yayımlanan Yeni Dünya adlı öykü betiğinde, betiğe adını veren öyküdeki gibi kadını anlatır, Hanende Melek’te. Öykü, zorluklara karşın insan kalabilmeyi öne çıkarırken, ortamın gamı, kasaveti yağmurla katlanır.

 

Hanende Melek, 1975 yılında TRT için televizyon filmi olarak uyarladığında, Metin Erksan da yağmurlu sahneleri birer aktarım aracı gibi kullanır. Sevmek Zamanı filminde adanın yağmurunu, yelini, esintisini bolca kullanan Metin Erksan, böylece, Hanende Melek’te, Sabahattin Ali’nin duygusunu da ekrana taşır.

 

Hanende Melek, Yeni Dünya adlı betiğin içindeki on üç öyküden biri. Yazarın 1936-1942 yılları arasında yazdığı öyküler,  Asfalt Yol (1936), Hanende Melek (1937), Çaydanlık (1938), Ayran (1938), Isıtmak İçin (1939), Uyku (1939), Selam (1940), Bir Mesleğin Başlangıcı (1940), Bir Konferans (1941), Yeni Dünya (1942), İki Kadın (1942), Sulfata (1942) ve Hasan Boğuldu (1942) adlarını taşıyor.

 

YENİ DÜNYA'dan...

 

HANENDE MELEK

 

Kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir halı ve etekleri eski bir kilimle örtülü, kürsü kılıklı bir kerevet vardı. Üç kişiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine, göze batan bir ciddilikle oturmuşlardı. İçlerinden biri inmek isteyince, bir metreye yakın bir yerden atlamaya mecburdu. Hanende Melek böyle zamanlarda küçük garson Hamdi’yi çağırarak yardımını ister, bir eliyle onun omuzuna dayanıp ötekiyle eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı uzatırdı. Bu anlar o civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim fırsatlardı. Baygın, fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir, tatlı bir şey yenmiş gibi posbıyıklar alt dudakla yalanırdı.

 

Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri o kadar sislenmişti ki, dışarda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.

 

Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendilerine güçlükle yol açabiliyorlardı. Çamurlu ayakkabıların tebahhurundan hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş olan müşterileri büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı bastıracak kadar yükselen bir gürültü, sık sık açılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.
Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları düşürerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak uzun müddet dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini çıkarıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.

 

Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini yükseltiyorlardı. Bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç dakika devam eden hakiki bir mücadele oluyor, bazan gürültü galip gelerek saz mahçup bir eda ile vızıltısına devam ediyor, bazan da, bir hayat kavgası kadar canla başla yaptığı mücadelenin sonunda kalabalığın biraz susar gibi olduğunu görünce, sevinçle sesini yükseltiyordu. Böyle dakikalarda Meleğin ince, biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur, kendisine çevrilen gözlerde biraz da alaka belirirdi.

***

Camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili Hüseyin Avni girdi. Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını önüne indirmişti. Hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir gözlük örttüğü için yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları uzamış çenesi görünüyordu. Ucundan yağmur suları süzülen harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak için iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gözleriyle arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar öğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırdılarına dalmışlardı.

 

Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının içinde saklayan üç kasap Hüseyin Avni’yi masalarına davet ettiler. Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına efendi adam oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak istiyorlardı.

 

Hüseyin Avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını çıkardı. Adamakıllı seyrekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli derisine yapışmıştı. Oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan sonra başını saza çevirerek gülümsedi. Bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tükürükler sızıyordu.

 

Keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı; kucağındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran ihtiyar sanatkar ise, dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına devam ediyordu.

***

Melek içinden: “Aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak mıyım?” dedi. Ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast gelmemişti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkça vücudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de kalıyordu. Bu meslekte adam seçmek pek adet değildi ama, bunun da bir haddi vardı. Zaten bu tiksinmesinde Hüseyin Avni’nin suratının pek rolü yoktu. Meleğe asıl korkunç gelen onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gözlüklerinin arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışlarıydı.

 

Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir çayı bile hakir görmeyen ve bu eli açık hovardayı bir gülümseme ile tediye eden genç kadın, Hüseyin Avni’nin, evinden kim bilir ne sahnelerden sonra alıp kendisine hediye ettiği birkaç altın bileziği bir türlü koluna takamıyordu.

 

 

Kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce Hukuk Mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar, çok az bir tekaüt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını davavekilliği ederek geçindiriyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt katipliğinden yetiştiği ve işine gücüne karşı hiç alakası olmadığı için yazıhanesine günde birkaç köylüden başka uğrayan olmazmış. Kahveci:
“Metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz?” diyordu. “Günde iki köylüye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı Mahir’de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin.
Yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan altmışlık köylü karılarına saldırır. Dayak yemediği gün yoktur. Şu kahvemize gelen efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini gördünüz mü? Çamur gibi adamdır!”

 

Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Hüseyin Avni bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşamüzeri, yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer, daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu tutardı. Bu genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak fakat yanık sesi onu çıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla yapışması için böyle bir sebebe de hacet yoktu. Bütün kadınlardan, en güzelinden en çirkinine, en küçüğünden en yaşlısına kadar öyle bir hava intişar ediyordu ki, çeşit çeşit olmasına rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren bu kah latif, kah baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vücudunda ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan, hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.

 

 

Çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir türlü dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan sonra, getirdiği şeyleri küçük çırak Hamdi ile Meleğe yolluyordu. Kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile rakı ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur duyan genç çingenenin Melek üzerinde lehinde tesir yapacağını ümid ediyordu.

 

Fakat artık sabrı tükenmişti: Yarım yamalak selamlardan ve pek kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen “Nasılsınız efendim?” yollu bir hatır sormadan başka bir şey gördüğü yoktu. Halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan ihtiras nöbetleri tahammül edilmez hale gelmişti. Oturduğu yerden Meleğe doğru bakarken, derhal fırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.

 

Birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine davet ettiği halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş, kemancıdan cevap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat, kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş çıkartacak bir ümit ve yeis silsilesi halinde geçmişti. İki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve binbir türlü planlar kuruyordu.

 

Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu için çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar ve ona da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı Hüseyin Avni’nin kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu. Melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:
Gece kapladı her yeri, Keder sardı dereleri, Esmerim vay vay. Düşman değil, sevda açtı Sinemdeki yareleri.
diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi oluyordu.

 

Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Meleğin ağlar gibi bir ifade alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. İhtiyar adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor, fakat ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir “Ah!” duyulabiliyordu. Bir aralık ufak ve buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak kemancıya gönderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:

Bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım, Billahi bu sevdada benim yoktur günahım!
Bunu, kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun diğer şarkılar takip etti.

***

 

Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz on yaşlarında bir kız başı uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı. Gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra oralarda dolaşan Hamdi’yi çağırdı, bir şeyler söyledi.

 

Hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin arasından sıyrılarak Hüseyin Avni’nin yanına geldi ve kara gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara:
“Beybaba! Senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!” dedi.
Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:

“Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!” diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.
Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine çöktü.

 

Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi herhalde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.

 

Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu. Udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gündeliğini alıp gitti. Kemancı, Hüseyin Avni’nin yanına gelerek:
“Nasılsın beybaba!” dedi, başıyla da: “Ne idelim, bir türlü olmuyor işte!” der gibi bir işaret yaptı.
Sarhoş ihtiyar:
“E… Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya?” diye mırıldandı.

 

Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi eski bir mantonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri çamurlanmış ve silinmemişti.
Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek onun koluna yapıştı:
“Ben götüreyim seni, ruhum!” dedi.
Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi ürperdi.
“Teşekkür ederim… Hacet yok!” diye mırıldandı.

“Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!”
Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.
Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:
“Ne demek istiyorsun yani?” dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.
Başını kemancıya çevirerek:
“Ulan!” dedi, “Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçıyor!”
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Hüseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir adım attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.

 

Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına toplanıyordu.
Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar; susuyorlardı.
Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığını bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.
Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: “Sen geliyor musun şimdi?” dedi.

Melek kısaca:
“Hayır!” diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.

 

Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini hissetti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu. Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir istemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu. Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyorlardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun altına bıraktılar.

 

Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan sonra çırağa:
“Haydi gidelim!” dedi.
Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibinde Hüseyin Avni’nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çekelediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları fark etmemişti.
“Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!” diye ağlıyordu.
Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.
Melek yanındaki garsona:
“Şu adamı kaldırıversene!” dedi.
Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:

“Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek… Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek… Hiç kavga etmeyecek…” Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:
“Hadi kalksana, ne olursun!” diye tekrar ağlamaya başlıyordu.
Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:
“Kaldırıversenize, ne olur?” dedi. “İki gündür eve uğramıyor, hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!”

 

Melek ve garson, Hüseyin Avni’nin kollarına yapıştılar. Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.

 

Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.

 

Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:
“Demek şimdiki de sensin ha?” dedi.

Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar. Garson sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı. Küçük kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.

 

Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. Melek yavaşça elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:
“Alın bunları… Bunlar sizin galiba…” dedi. Sonra başını azıcık önüne eğerek:
“Bana bunları boşuna vermişti…” diye ilave etti.

 

Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük kızı gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı. Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.

 

Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı. Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü.

1937
(Sabahattin Ali)

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız